Sayfalar

31 Mart 2016 Perşembe

MART OKUMALARI

Yılın bana göre en sevimsiz ve en uzun ayını geride bırakırken Mart okumalarını yazayım dedim sıcağı sıcağına. Şu anda okumakta olduğum ve akşama bitirmeyi umduğum Ayfer Tunç'un "Suzan Defter"ini de sayarsak 12 kitap oldukça verimli bir sayı elde etmişim. Umarım böyle devam eder ve yıl sonu hedefim olan 120'ye ulaşırım. 


Ayın ilk okuması Prof.Dr. Çiğdem Kağıtçıbaşı'nın kendisinin ve annesinin anılarını harmanlayarak yazdığı bir biyografi idi. Lüla ya da asıl adıyla Süheyla Çizakça yazarın annesi ve eşi İhsan Çizakça ile Bursa'nın ilk özel okulu olan "Özel İhsan Çizakça İlkokulu"nu kurmuş bir kişi. Kendi yazdığı anıları ölmeden önce bir kitapta toplamış. Çiğdem Kağıtçıbaşı annesinin anılarından hareketle kendi çocukluğunu ve büyüme sürecini de dile getirmiş kitapta. Akıcı, keyifli bir kitap, özellikle benim gibi anı okumayı seviyorsanız hoşunuza gidebilir, ayrıca bazı yakın dönem olaylarına da ışık tutuyor. 


"Savruluş" bana bir arkadaşımın adıma yazarından imzalı olarak hediye ettiği bir kitap idi ve bir süredir kitaplıkta okunma sırasını bekliyordu. Bir önceki tanıtımda bahsettiğim "Lüla"yı okurken birden bu kitabın adı geçti. Çiğdem Kağıtçıbaşı kolej yıllarından bahsederken çok sevdiği bir arkadaşıyla uzun yıllar ilişkisini sürdürdüğünü fakat daha sonra Amerika'ya yerleşen bu arkadaşının orada serebral palsili kızıyla birlikte intihar ettiğini, yaşam öyküsünün de ablası tarafından "Savruluş" adıyla kitaplaştırıldığını yazıyordu. "Savruluş" ismini okur okumaz zihnimde oluşan çağrışımla kafamı sağa çevirdim ve kitaplıkta "sonunda sıram geldi" diye gülümseyen kitabı gördüm. "Kitaplar okunma zamanlarını kendileri seçiyor" galiba diyerek kitabı alıp yanıma koydum ve "Lüla" biter bitmez başladım. Acı bir öyküydü aslında anlatılan ve gerçek oluşu daha da acı kılıyordu. Tavsiyede bulunmayacağım, merak eden okusun demekle yetineceğim. 




"Rüzgar Gibi Geçti"yi duymayan, bilmeyen, en azından filmini görmeyen yoktur sanırım. Ben de yıllar önce yeni versiyonuyla Ankara'daki Akün Sineması'nda uzun bir kuyruğun ucuna eklenerek bilet almış ve iki seans halinde izlemiştim. Scarlett ile Rhett'i unutmak imkansız elbette ama araya giren seneler detayları yokettiği için bu defa okumaya karar vermiş ve geçen yılın sonunda sipariş etmiştim. Neyse ki puntoları büyük iki ciltlik tuğla çıktı kargodan. Kitabı ilginç bir şekilde okudum. Birinci cildin yarısına gelince filmin 1. bölümünü izledim, bitirince 2. bölümünü. İkinci cildi de bu minvalde okuyarak hem filmi, hem kitabı senkronize yürüttüm. Hoş bir uygulama oldu, filmi yeniden izlemek oldukça keyifliydi. Bir Güney öyküsü okusam ve zenci-beyaz ayrımcılığının ne kadar had safhada olduğunu bilsem de yine de kitaptaki ırkçı yaklaşımlar beni yer yer sinirlendirmedi desem yalan olur. Eh nostaljik bir okuma yapmak isterseniz buyurun, Scarlett ve Rhett sizleri bekliyor. 


Ayla Kutlu ne yazsa okurum dediğim yazarlandandır. Son kitabının çıktığını duyunca okunmak için bekleyen onca kitaba "siz biraz daha bekleyedurun" dedim ve hemen başladım. Ayla Kutlu'nun sık sık konu ettiği göç olgusu vardı kitapta, bu defa Balkanlardan, Saraybosna'dan İzmir'e uzanan bir göç öyküsü kahramanı Hasret aracılığı ile dile getirilmiş. Ayla Kutlu külliyatının tamamını okumamış bir yeni başlayan için evet güzel bir kitap diyebiliriz ama kesinlikle "Bir Göçmen Kuştu O", bir "Emir Beyin Kızları", bir "Islak Güneş" ya da "Zehir Zıkkım Hikayeler" değildi. Araya sıkıştırılmış tarihsel bilgiler beni yer yer ana konudan koparttı ve final bölümünde bir eksiklik, bir tamamlanmamışlık duygusu hissettim. Yine de okunabilir düzeyde, eli yüzü düzgün bir kitap, Ayla Kutlu sevenlere tavsiye olunur.


Bu kadar kurmacanın üstüne araya farklı bir tarz gerekir dedim ve Katalan yazar Juan Goytisolo'nun "Kapadokya'da Gaudi'nin İzinde"sine başladım. İlk bölümde Kapadokya ile Gaudi'nin bağdaştırıldığı fantastik bir anlatım var. Sonra İstanbul, Konya Mevlana, Edirne Kırkpınar güreşleri, Kahire ve Marakeş yazarın kendine has diliyle öykü tadında anlatılmış. Bu türün meraklılarına önerilir.


Ve bizim kızlarla vedalaşma zamanı. Napoli romanlarının sonuncusu ve  Lena ile Lenu'nun yetişkinlik ve yaşlılık halleri. En az diğerleri kadar güzel, akıcı, şaşırtıcı idi. Şunu biliyorum ki bu kızları özleyeceğim. Ben öneriyorum ama sadece bu olmaz, ilk üç kitapla birlikte okunmalı.


Mustafa Çiftci'nin kısa öykülerinden oluşan bir kitap "Adem'in Kekliği ve Chopin". Yozgatlı bir yazar M. Çiftci, öyküler de memleketinden ve yöre insanlarından esintiler taşıyor. Beni en çok "Çati", "Portakal" ve "Diyeşet" isimli öyküler etkiledi. Yazarın "Bozkırda Altmışaltı" isimli kitabını da okumak niyetindeyim. Öykü okumayı seviyorsanız bu kitabı da seveceksiniz. 


Ardarda edebi kitaplar okuduysanız kafa biraz dağılmak istiyor, araya bir polisiye-gerilim sıkıştırmak iyi oluyor. "İlik" bu alanda tavsiyelerine güvendiğim bir arkadaşım sayesinde alıp okuduğum bir kitap oldu. Çocuk tacizinin ve tecavüzün gündemimizi işgal ettiği şu dönemde okumak da hayli anlamlı oldu. Tarryn Fisher polisiye-gerilim tarzını sevenler için iyi bir seçenek, evde beni bekleyen bir kitabı daha var.


Macar yazar Agota Kristof'un "Büyük Defter-Kanıt-Üçüncü Yalan" isimli kitabını epeydir okumak istiyordum. Eş-dost aracılığı ile de referanslar almıştım hakkında, lakin kitap ne piyasada, ne de kitap sitelerinde mevcut değildi. Sonunda sağolsun bir arkadaş pdf formatında yolladı da okuyabildim. Savaş nedeniyle anneannelerinin yanına sığınan ikiz kardeşler aracılığıyla savaşın, yıkımın, açlığın, göçmenliğin ve insanlığın sorgulandığı bir kitap. En çok Büyük Defter bölümünü sevdim. Son kısımda kafam biraz karıştı desem yalan olmaz. Tavsiye etsem de temin etmeniz zor, çetin okumaları seviyorsanız arayıp bulun derim. 


"Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz" Raymond Carver'in okuduğum üçüncü kitabı ve en çok tanınan kitabı. Ben yazarı okumaya "Katedral" ile başlamış ve çok sevmiştim. "Azgın Mevsimler"deki öyküler de güzeldi lakin bu kitabı çok sevemedim. Kuru ve anlamsız geldi bazı öyküler, "niye okudum ki bunu?" diye düşündüğüm bile oldu. Eğer bir Raymond Carver öyküsü okumak istiyorsanız "Katedral"i tercih edin derim.

Evet, "Suzan Defter"i henüz bitirmediğim için hakkında yazmıyorum ama bir Ayfer Tunç fanı iseniz zaten okumuşsunuzdur ya da okuyacaksınızdır. Mart ayını kapatırken Nisan için en güzel okumalar olsun diyorum, kalın sağlıcakla...

Not: Dikkat ettim de her kitabın yanına bir çiçek kondurmuşum neredeyse, bu hem kitaplar kadar çiçeklere de düşkün oluşumun hem de baharın kapıdan kafasını uzattığının resmidir :)

29 Mart 2016 Salı

KİMLER GELDİ KİMLER GEÇTİ 1 (VARNİK)






Küçük kardeşimin ödü kopardı ondan, laf aramızda ben de ürkerdim. 24 haneli, 4 katlı ve oldukça bakımsız apartmanımızın merdivenlerinin temizlik günlerinde ürkek bir yarasa gibi görünürdü sahanlıkta. Neredeyse iki boyutlu denecek kadar zayıftı, seyrelmiş ve kırlaşmış saçlarına sardığı siyah örtü ve her daim üzerinde taşıdığı eskimiş, uzun, siyah giysi zayıflığını ve ürkütücülüğünü arttırırdı. Çukura kaçmış gözleri ve frengi nedeniyle kaybettiğini çok sonra anlayacağım burnunun yerindeki dipsiz bir kuyuya benzeyen burun delikleri ile rahatlıkla bir korku filminde rol alabilirdi. Ayazın açık merdiven sahanlıklarından bıçak keskinliğinde vurduğu kış günlerinde, henüz ağarmamış sabahlarda görünürdü süpürgesi, kovası ve soğuktan çatlayıp kızarmış iskeletimsi elleriyle. Okula gitme saatimdi ve bakmamaya çalışsam da içimden bir şey dürterdi. Başımı çevirdiğimde beni süzdüğünü fark eder, paldır küldür inerdim merdivenlerden. O’nun bizden, bizim O’ndan ürktüğümüzden daha çok ürktüğünü o yaşlarda idrak edemiyordum. O, apartmanda “öcü” yerine kullandığımız “Varnik”ti. Biz apartmancak O’nun “öcü”süydük aslında, bilmiyorduk. 

Kat malikiydi, sitedeki pek çok aile gibi yıllar önceki bir büyük sel baskınında yıkılan evinin yerine verilmişti oğlu “Cıray”la oturduğu ve odalarını bekâr öğrencilere kiraya verdiği zemin kattaki daire kendisine. Asıl adı Jirayr olan oğul yaşını başını almış bir adam olsa da hiçbir işte dikiş tutturamadığı, karısı da kendisini terk edip kaçtığı için annesiyle otururdu. Kimse Jirayr demezdi ona, daha doğrusu Jirayr diye bir isim olduğunu bile bilmezdi, “Cıray” demek daha kolaydı hem. Zaten Varnik’in de aslında “Veronik” olduğunun farkında değildiler, farkında olsalar bile romanlarda, filmlerde şuh, sarışın, havalı güzellere konmuş Veronik adını yakıştırmazlardı ki ona, “Varnik” iyiydi, karardı, O’na yeterdi. 

Konuşmazdı kimseyle pek, çok ender duydum bir mağaradan gelirmişcesine hışırtılı, yükseltse kızacaklarmış gibi kısık sesini. Bir kez annem soğuktan morarmış ellerine acıyıp merdivenleri silerken takması için kauçuk bir eldiven verdiğinde teşekkür etmişti duyulur duyulmaz, eldivenleri bir kenara koyup yine çıplak elle işine devam etmişti. Geçim zorluğu çekiyordu ve apartman yönetimi bunun farkındaydı, üç-beş kuruş karşılığında merdiven süpürüp silme işini ona havale etmişti, apartmanda başka kimse yanaşmazdı zaten buna. Ses etmeden kabul etmişti, memnun olmuş muydu bilinmez. Sonraları her biri mahallenin bir kızıyla evlenecek kiracılarından gelen paraya ekleyip belki biraz daha iyi bir sofra kuracaktı. Biz o evden taşınana kadar hep süpürüp sildi o bakımsız merdivenleri, sanırım bizden sonra da devam etti. Çok zaman sonra öldüğünü duydum.

Oysa bir süre oturduğumuz ve anneannemin de oturmaya devam ettiği diğer bloktaki Ermeni komşularla ilişkiler çok farklıydı. Varnik’e asıl ismi “Veronik” bile layık görülmezken Ağavni Hanım öyle benimsenmişti ki “Avniyanım” oluvermişti taşındığının haftasına.  Çünkü görece zengindiler, çünkü başında kocası, evinde yetişkin çocukları vardı, kabul için gerekli şartları taşıyordu yani. Çoğunluğu dul ve muhafazakâr kadınlardan oluşmuş komşuları ne eşi Ohannes’ten kaçmış, ne mutfak penceresine dizilmiş boş şarap şişelerinden rahatsız olmuş ne de evlerine teklifsizce girip çıkmaktan çekinmişti. 

Öteki olmak; varlık düzeyleri dışlanmalarını engellese de doğup büyüdükleri ülkede yabancı kabul edilmek zor zanaattı kısacası, oysa ki en az bizim kadar bizden, bizim kadar bizdiler...

Not: Böyle bir seri yazmaya karar verdim, verdim ki unutulmasınlar. Hayatıma değen, bana bir şeyler katan kişileri anlatan, gençliğin havailiğiyle anlamlandıramadığım yaşantıları irdeliyen bir seri olsun. Çünkü söz uçar, yazı kalır. Her biri için o zaman veremediğim bir çiçekle...

24 Mart 2016 Perşembe

ÇAĞLA




Geçenlerde yeni çıkmış olsalar da sakalları uzamış çağlalar gördüm markette. Duyacağım rakamı tahmin ederek fiyatını sorduğumda görevli ağzının içinde bir şeyler geveledi. "Anlamadım" dediğimde aynı gevelemeyi bir kez daha yaptı, inatla tekrar sordum ve sonunda güç bela "30 lira" cevabını duyabildim. Anladım ki o gevelemelerin sebebi bu rakamı telaffuz etmenin verdiği utançmış. "Yuh" dememek için güldüm ve o anlamasa da çağlaya hitaben "inersin gönlüm inersin, attan iner eşeğe binersin" deyip ayrıldım reyondan. 

Çağlaya bayılırım, ben zaten olgunlaşmamış her türlü meyveye bayılırım. İstimlak sonucu şimdi yerinde çirkin blok apartmanlar yükselen büyük teyzemin şahane bahçesindeki mürdüm eriği sayemde hiç olgun yaşlarını göremedi, "Ham meyveyi kopardılar dalından" türküsünün kahramanı olacak şekilde yolardım o acı-ekşi erikleri ve tuza banıp dişlerim kamaşa kamaşa yollardım mideye. Dedemin bağındaki-ki artık onun da yerinde yeller esiyor-asmalardan tek salkım üzüm koparmadım, ben tüketim hakkımı korukken kullanırdım. Şimdi bile ağzımın suyu aktı, kavanoza doldurduğum taneleri tuzlar, kavanozu sallaya sallaya terletirdim korukları. Sonrası tam bir ziyafet. Bunları yiyip zevklenen bir kişinin çağla düşkünlüğü kaçınılmaz elbette. Evlenene kadar yediğim çağlaları çağla sandım, esasen hepsinin gövdeye indirilmeden önce traş edilmesi gerekirmiş, bilemedim, en tazesi bile epeyce tüylü olurdu ama ne gam. Bahar hafiften kokusunu Ankara semalarına göndermeye başladı mı ben de babamın akşam işten dönüşlerini kollamaya başlardım. Sonunda bir küçük kesekağıdı çağla ile kapıdan girince işlem tamamdı. Ne Hıdrellez, ne Nevruz, ne cemre, ne ekinoks, baharın resmi ilanı babanın elinde çağla paketi ile eve gelmesiydi. Kaptığım gibi çağlaları tabağa döker, yıkayıp tuzlayıp tek bir tanesini bile paylaşmadan büyük bir keyifle yerdim. Zaten kimsenin de ikram etsem bile çağla yemek gibi bir arzusu yoktu, benim bu çılgınca tutkum da eleştirilir, bilhassa anneannem tarafından sürekli uyarılırdım: "aç garnına yime", "safra yapar uşaak, niye yidirirsiniz bu eğşi şeyi çocuğa", "şunun nesini yin ki, git bi portakal falan yi de vitamin olsun". Kim dinleyecek ki anneanneyi. zaten onun son uyarısı bitene kadar çağla da bitmiş olurdu. Sonra büyüdüm ama hâlâ çağla seviyordum. Doğduğu kasabanın adında bile "Badem" olan biriyle evlendim. Nişanlıyken koca bir torba çağla geldi, o adında "Badem" olan kasabadaki ağaçlardan. İşte ben ağzıma o torbadan ilk çağlayı attığım anda o zamana kadar çağla değil ayakkabı fırçası yediğimi anladım. Tek bir tüy bile yoktu yeşili göz alan çağlanın üstünde ve daha dişlerinize değer değmez tatlı bir çıtırtıyla dağılıyordu ağzınızın içinde. Evlendiğim zaman bir çağla Cennetine düşeceğim düşüncesinin keyfiyle bir torba çağlayı iyi ediverdim oracıkta. Sonrasında midemin durumunu merak ediyorsanız fazla kurcalamayın derim :) Şimdi bir sürü badem ağacıyla dolu bir bahçemiz bile var ama çağla zamanını görmüyorum handiyse. Hem görsem de nerede o eskiden bir torba çağlayı övüten dişler. Beşinci çağlada kamaşmaya başlıyor köprülerin altındaki zavallı dişlerim. Gönlümse bahçede yenmeden bademleşmeyi bekleyen tazecik çağlalardan ziyade babamın kesekağıdıyla bir bahar müjdesi gibi getirdiği sakallılarda ve o yıllarda...


22 Mart 2016 Salı

ÖYLESİNE BİR ŞEYLER


Hergün yeni bir acı haberle sarsıldığımız ülkemizde küçük mutluluklar yaşamak bile haram oldu. İnsan gülümsediğinden utanıyor. Üzüntü, endişe, kızgınlık, çaresizlik hepsi somutlaşıp bünyeye yerleşti, oysa dışarda pırıl bir bahar var, ağaçlar, çiçekler, deniz, güneş hepsi sokağa çağırıyor. Gel gör ki ruhlara kar yağmakta. 

Uzun zamandır, bünyeyi terketmeyen stres ve gerginliğin sonucu olduğunu düşündüğüm irritable kolon sendromu ağrıları çekmekteyim. Alışığım aslında buna, ara ara yoklar, hatırımı sorar. Bazen yatıya kalır, bazen bir kahve içip giderdi ama bu defa temelli yerleşmeye niyet etmiş gibi göründü gözüme. Bekle bekle kendiliğinden gitmeyince kulağını çeksin diye doktor amcaya götürdüm sabah. Hastane ve doktor fobisi ayyuka çıkmış biri olarak bunun hayli zor olduğunu tahmin edebilirsiniz. Yusuf yusuf ataraktan gittim tıp merkezine. Giriş işlemlerini yaptırıp çöktüm bir sandalyeye, sıramı bekleyemeye başladım. 15-20 dakikalık bekleme sürecinde yüzlerce öksürüğe maruz kaldım. "Yahu" dedim, "ağrınla otursaydın evinde, şimdi bu öksürüklerden fışkıran mikroplar boy sırasına girip, sağdan say diyerekten rap rap ağzından, burnundan içeri dolacak. Zor bela geçirdiğin grip sonrası dertlerin yine hortlayacak". Bir ara kalkıp en uzak noktaya konuşlandım, bu defa da zırt pırt açılan kapıdan gelen cereyandan rahatsız oldum. Nazik ve narin bedenim-ki nohut üstünde prenses yanımda halt etmiş-bir türlü şanına layık bir yer bulamadı kendine. Karşımda oturan teyzenin pantolon paçası ile ayakkabıları arasından görünen kalpli çoraplarına bakarak ve yanımdaki iki adamdan birinin aile öykülerini dinleyerek zaman öldürdüm. Yanındakine kardeşlerinden bahsediyordu, kimi öz, kimi üveymiş, kimiyle hiç görüşmüyormuş ama hangisinden sözettiyse sonunda adamları "mefat" ettirdi. Sonra sıram geldi girdim içeri, doktor "yine mi sen" der gibi mi baktı, bana mı öyle geldi anlayamadım ama kısa bir muayene sonrası tahlile gönderildim. İki tüp kan verip sonuçların çıkmasını beklemek üzere kafeteryaya yollandım. Karton bardakta çay alıp yanımda getirdiğim kitabı açtım, ilk öyküyü okumaya başladım: "Adem'in Kekliği ve Chopin". Öykü güzelmiş, sardı, henüz zaman dolmadığından ikinciye geçtim: "Çati'ye Kıyamam". Lakin Çati'nin akibetini öğrenemeden sonuçları göstermek için doktorun yanına girdim yine. Doktor içimi rahatlatan şeyler söyledi, sevine sevine çıktım. Kolon spazmımın da kulağını çekmiştir umarım, tez elden valizleri toplar defolur. 

4 kitaplık "Napoli Romanları"nın dördüncüsünü ve sonuncusunu gözlerimin kanlanmasına aldırış etmeyerek neredeyse bir günde bitirdim. Hafifsemeyin hemen, sözkonusu arkadaş beşyüz küsur sayfadan oluşmakta idi. Lina ve Lenu yine beni kararsız bıraktılar, sevsem mi, nefret mi etsem bilemedim. Ama kendilerine öyle alışmışım ki özleyeceğim muhakkak. 


Dün birkaç arkadaş havanın güzelliğinden istifade denize karşı kahve içmek için buluştuk. Deniz, dağlar, hava, manzara hepsi çok güzeldi. Neyi paylaşamıyoruz diye düşündüm bir an, aklıma Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın dizeleri geldi:

"Söyle sevda içinde türkümüzü
Aç bembeyaz bir yelken
Neden herkes güzel olmaz
Yaşamak bu kadar güzelken
İnsan dallarla, bulutlarla bir
Aynı maviliklerden geçmiştir
İnsan nasıl ölebilir
Yaşamak bu kadar güzelken"

Her şeye rağmen güzellikleri çoğaltmak dileğiyle...

13 Mart 2016 Pazar

HAYATIMDAN GEÇEN KİTAPÇILAR


Dün kargo görevlisi sipariş ettiğim kitap paketini teslim edince ne kadar uzun zamandır kitap alışverişlerimi internet sitelerinden yaptığımı düşündüm. Hoş Urfa'da Okusford, Antalya'da da doğru dürüst kitabevi var da biz mi almadık, o da başka bir mevzu. Bir süredir sadece Ankara'da kitapçılardan temin ediyorum kitaplarımı, onun dışında kapıya teslim kolaylığı ve sağladıkları indirimler internet sitelerini tercih ettiriyor. 

Oysa hayatımdan ne güzel kitabevleri gelip geçti, hepsinin kokusunu, dokusunu tek tek hatırladığım. Hâlâ en büyük zevklerimden biri olsa da kitabevinde vakit geçirmek onların verdiği duyguyu şimdikilerde hissedemiyorum (Konur'daki şube kapanalıberi Dost'ta bile).

Hatırladığım ilk kitabevi "Karakedi". İlkokula giden yolun üstünde bir merdiven altına yerleşmiş, kirli camları, dağınık tezgahı ile minnacık bir yerdi. Teyzemin üniversitede okuyan kızı ile girmiştik ilk defa, daha önce önünden geçerken içini merak ettiğim yere girmenin ve çok istediğim boyama kitabının hediye edilecek olmasının heyecanıyla yerimde duramıyordum. Kısıtlı öğrenci bütçesinin yettiğince kapağında kocaman bir kedi resmi olan, incecik bir boyama kitabı almıştı bana teyzemin kızı, günlerce oyalamıştı o kitap beni. "Karakedi"ye sık sık uğradım ilkokul hayatım boyunca, oradan alınmış bir Halide Edip romanı olan "Döner Ayna" ve yine teyze oğlumun hediyesi "Lassie Yuvaya Dönüş" hâlâ kitaplığımda durur. Fotoğraftaki o "Döner Ayna", "Lassie"yi ise tüm aramalarıma rağmen bulamadım kitaplıkta. Bir süredir böyle, artık aradığım kitabı bulabilmem için epey çaba sarfetmem gerekiyor. 


Ortaokulda hayatıma "Kanarya Kitap-Kırtasiye" girdi, hem de ne girmek. Okulun üstünde olduğu caddenin hemen sonunda, küçük, karanlık bir dükkandı. İnce uzun, ak saçlı bir emekliydi sahibi. Okul giriş-çıkış saatlerinde yoğunluk artınca karısı da gelirdi yardımına. Kanarya tutkunu bir adamdı, dükkanın adı oradan geliyordu. Neredeyse hemen her gün uğrardık arkadaşlarla dükkana. "Kanarya'ya gitmek" bir jargon olmuştu dilimizde. Kimi zaman kokulu bir silgi, kimileyin arkasına eğlenceli bir başlık takılmış kalem, elde yeterince para varsa bazen bir kitap ya da herhangi bir ıvır zıvır almadan çıkmazdık. Bir yılbaşı öncesi şöyle bir duyuruda bulundu Kanarya amca, aldığımız her şeyin fiyatını bir deftere yazacak ve belirli bir miktarı aşanlar arasında kura çekip hediye verecekti. Gidiş-gelişlerimizi ve alışverişlerimizi sıklaştırdık. Neredeyse harçlığın tamamını Kanarya amcanın kasasına aktarıyorduk. Epey yekun tutmuştu benim hesap, haliyle iyi bir hediye beklentim vardı. Derken yılbaşı geldi, çekiliş yapıldı ve heyhat onca birikmiş yekunuma bir adet kalemtraş çıkmıştı. Büyük hediye olan kanarya ise her bir saç örgüsü bileğim kalınlığında olan sarışın Bülbün'ündü. Oradan alıp zevkle okuduğum kitaplar arasında Kemalettin Tuğcu ve Heidi serilerini hatırlıyorum. Hatta serinin son kitabı "Heidi Büyüdü"yü aldırabilmek için babama epey dil dökmüş, sonuç alamayınca anneanneme müracaat etmiştim: "Annaane nooolur bana Heydi Büyüdü"yü al". "Eydi Büydü ne kız?" demiş ve sonra yalvarmalarıma dayanamayıp saymıştı kitabın parasını avucuma. Ne yazık ki Kanarya'dan bir anı yok kitaplığımda, zaten artık Kanarya ve muhtemelen sahipleri de yok. 

Biz bu sokak arası kitapçımsı kırtasiyelerle idare edip duralım Yenimahalle'ye kocaman ve kapsamlı bir kitabevi açıldı: "Sipahi Kitabevi". Ortaokul sondaydım ve çok sevinmiştim. İthal malı, giysilerinin bazıları kadifemsi bir malzemeyle boyanıp kumaş süsü verilmiş karton bebekler ve yeni öğrenmeye başladığımız Almancamızla sanki okuyup anlayabilecekmişiz gibi bir heves Bravo dergileri alırdık oradan. Hayli pahalıydı dergiler, başında uzun süre oyalandığımı görünce sahibi yanaşmış ve "eski sayılar daha ucuz" diyerek çaresizliğime çözüm bulmuştu. Kitaplığımda oradan alınma iki kitap kalmış bunca yıl sonra: de Amicis'in "Çocuk Kalbi" ve Blasco Ibanez'den "Baharlar Açarken". Biri çocukluğun sonu, biri  ilk gençliğin başını temsil ediyor olsa gerek. Şimdi fotoğrafını çekerken farkettim ki "Baharlar Açarken"in çevirisini Sinan Cemgil'in babası Adnan Cemgil yapmış. 


Üniversiteye başladığımda Yenimahalle defterini kapatmış başka bir semte taşınmıştık. Artık Kızılay'a ve dolayısıyla orada yoğunlaşmış kitapçılara daha yakındık. Okulum Ulus civarında olduğu için Ulus'taki kitapçılara da (ders kitapları için Berkalp, ders dışı için Ulus İşhanı içindeki ismini hatırlamadığım bir kitapçı) yolumun düştüğü oluyordu. İlhan Selçuğun yazdığı "Yüzbaşı Selahattin'in Romanı" ile İsveç asıllı yazar Edita Morris'in "Nasıl mısın, İyi misin?" isimli kitabı Ulus İşhanı içindeki kitapçıdan alınıp hala kitaplığımda duranlardandır. 


Üniversite yıllarında adeta dergahım olan iki kitabevi vardı Kızılay'da. Biri labirent gibi dolaşık, inişli çıkışlı, karanlık denecek kadar loş, sıkış-tepiş kitapla dolu, rutubetle karışık kağıt-mürekkep kokusunun burun deliklerine girer girmez dolduğu ve sahibi Tevfik Küflü'nün ince uzun silüetiyle o loşlukta bir hayalet gibi göründüğü Bilgi Kitabevi'ydi. Çok sevdiğim, tutkunu olduğum yazarları Bilgi Kitabevi'nden aldığım kitaplarıyla tanıdım ben. İlk Füruzanlarım, ilk Sevgi Soysallarım, ilk Pınar Kürlerim hep Bilgi Yayınevi'nden çıkma, Bilgi Kitabevi'nden alınmadır.  Kitaplığımın pek çok rafı oradan edinilmiş, defalarca okunmaktan yıpranmış, en değerli kitaplarıma evsahipliği yapar. Ne yazık ki yakınlarda kapandı, artık yerinde parfüm kokulu, bol ışıklı bir kozmetik mağazası var. 

Edebî yönümü Bilgi Kitabevi doyururken yeni yeni serpilmeye başlayan ideolojik yönüm için adres "Hat Kitabevi" idi. Soysal Pasajı'nın altındaki bu mekan Bilgi'nin aksine parlak floresan ışıklı, minimal yerleşimli, orta boy bir dükkandı. Belirli bir kesim gençlik kitaplarını oradan temin eder, sohbetler eder, kendi eviymiş gibi rahat davranırdı. Henüz tam oturmamış politik bilincimizle anlamakta güçlük çektiğimiz, çoğu zaman başlayıp yarım bıraktığımız teorik kitapları yüklenir, dünyayı kurtaracakmış havalarında kasaya yönelirdik. Ah o kendimizden çok emin, naif ve çileli gençliğimiz. Hat Kitabevi'nin ömrü çok uzun olmadı, sanırım 80'lerin başında kapandı. 

Okul bitmiş, evlenip Ankara'dan ayrılmış, Denizli'ye yerleşmiştim. 2 yıllık Denizli maceramın tam kendimi oralı hissetmeye başlama aşamasında göç yolu bu kez Antalya'yı göstermişti. Henüz bir liseye atamam yapılmadığı için bol vaktim vardı. Yabancı olduğum bu küçük taşra kentinde kendimi kaybolmuş hissediyor, sıkıntımı azaltmak ve şehri tanımak için sokaklarını arşınlıyordum sürekli. Ana caddelerden birinde küçük bir kitapçı keşfettim. Adını asla hatırlamıyorum ama bana o yalnızlık günlerimde kucağını açan bir dost gibiydi. Dünya kadar Varlık Yayınevi baskısı cep kitabı satın aldım oradan. Eksik kalan klasik okuma kotamı sanırım o aylak ve yalnız günlerimde tamamladım. Hâlâ orada mıdır, kapandı mı, hiçbir fikrim yok ama anılarımın bir köşesinde hep yer alacak. 

Antalya'nın ilk yılları okula, eve, yeni bir hayata, aramıza katılan bir bebeğe alışma çabalarıyla geçti. Şehirde bir kitabevi var mı, yok mu aramadım bile, öylesine zamansızdım. O sıralar evdeki kitaplıkta mevcut kitaplar birer birer elden geçip çift dikiş okundu. Sonraları artık kendime boş vakit yaratabildiğim bir süreçte pasaj içinde, küçücük, karanlık bir dükkan keşfettim: "Barış Kitabevi". Sinekli bakkal denecek kadar bakımsız, kendi halinde bir mekandı. Emekli edebiyat öğretmeni, saz benizli, kibar mı kibar bir sahibi vardı. Benzinin solukluğunu o ışıksız, güneşsiz dükkanda gün boyu kalmasına bağlardım anlamsızca. Bir süre sonra adeta abonesi oldum. Gözönünde bir yerde olmadığından ve Antalya halkının okumaya düşkünlüğünün yetersizliğinden dolayı ne zaman gitsem boş görürdüm dükkanı. Sahibi ya önüne açtığı bir kitabı okur ya da ziyaretine gelmiş muhtemelen eski meslektaşlarıyla koyu bir sohbete dalmış olurdu. İçeri girdiğimde hemen ayağa kalkar, gözleri parlayarak tezgah üstüne sıraladığı yeni çıkan kitapları tek tek tanıtmaya başlardı. Öyle çok kitap aldım ki oradan, çoğu taksitle, bütçemi sarsmadan. Alfabetik sıralı, çizgili bir deftere yazardı ödenecek taksitleri, senet falan yapmazdı, ödemeyi yapınca o ayın üstünü karalardı. Bana Ayla Kutlu'yu "Islak Güneş" isimli romanını önererek ilk tanıtan odur, o sebeple bile müteşekkirim. Sonra uzun bir tatil dönüşü gittim ki dükkan boş, içerisi karanlık. Komşuları kapattığını ve başka bir şehre taşındığını söylediler, "Barış Kitabevi" maceram böylece son buldu.

Bir süre Akdeniz Kitabevi, Gençlik Kitabevi gibi kitabevlerinden temin ettim kitaplarımı, sonra pek güzel bir şey oldu. Kocaman bir kitapçı açıldı Antalya'ya: "İletişim Kitabevi". Çalışanların bir kısmını yeni açılmış ve bir süre kitap sağlayıcım olmuş D&R'dan tanıyordum. Diğerleriyle de hemen arkadaş oldum. Artık evim kadar rahat hareket edebildiğim, istediğim kitabı bulabildiğim, sırf sohbet için bile uğradığım, çeşitli yazarları konuk edip imza günleri düzenleyen bir kitapçımız vardı, pek mutluydum. Ne yazık ki o samimi ortamlı, kocaman, aydınlık, rengarenk kitabevi ekonomik açıdan fazla dayanamadı, bir rüyaydı bitti. Kaldık ortada. O arada D&R'lar örümcek ağı gibi sarmıştı zaten ortalığı. Market havasındaki bir kitapçıdan hiç hoşlanmıyordum ama el mahkumdu, ta ki internette kitap sitelerini keşfedene kadar. Antalya'da artık kendimi evimde hissedeceğim bir kitapçı bulamıyorum ya da bilmiyorum ama yazları Ankara'ya gittiğimde ilk uğrağım "Dost Kitabevi". Hayatıma giren son kitapçı olsun ve ebediyen varolsun istiyorum. Yenilenmiş halini görmek için yazı merakla bekliyorum, önceleri biraz yadırgayacağımdan eminim ama insan neye alışmıyor ki.


Bu fotoğraf Dost Kitabevi'nin evvelki yıl kapanan Konur Sokak'taki şubesinden.

Bu upuzun yazıyı bitirirken diyorum ki kendinizi evinizde hissettiğiniz kitapçılar hep hayatınızda olsun ve var mısınız siz de iz bırakan kitapçılarınızı yazmaya...

10 Mart 2016 Perşembe

DÜNDEN KARELER

Dün uzunca bir süredir ilk defa bir arkadaşımla buluşup uzun uzun sokaklarda dolaştım. Hava mis, sohbet şahane, manzaralar harika, çiçekler gözalıcı idi. Fazla uzatmadan bir kaç kare koyayım da içiniz açılsın:



Refüjlerde, göbeklerde, tarhlarda özel dikilmiş laleler, kıyıda köşede ise gönlünce açmış kır çiçekleri aynı renkten elbise giyinmişlerdi. 


Uzun zamandır Yat Limanı'na ve Kaleiçi'ne inmemiştim, ne kadar güzel olduğunu unutmuşum.



Ağaç kökleri ve kütüklerden yapılmış heykeller pek güzeldi. 


Defilesini kaçırsam da Karaalioğlu Parkı içindeki Bülent Ecevit kültür Merkezi'nde açılan "Yörük Gelini Sergisi"ni gezmeyi de ihmal etmedik. Fotoğraftaki heykel yörük çadırı şeklindeki eteğiyle yörük gelinini temsil ediyor. 

Bugünlük bu kadar olsun, dünkü güzel hava yerini yağışa bırakacak gibi, ortalık karardı. Haydi kalın sağlıcakla.

7 Mart 2016 Pazartesi

ŞUBAT OKUMALARI

Bir süredir blogumda kitaplara fazla yer vermediğimi farkettim, bu sanırım bir aralar açtığım(ız) kitap bloglarından sonra ortaya çıkan bir tavır. Oralarda bahsedince blogda tekrar tekrar yazmak gereksiz olur diye düşünmüş olmalıyım. Kitap bloglarını kapatalı epey oldu ama ben alışkanlığımı sürdürmüşüm anlaşılan. Bugün Macera Kitabım kendi blogunda Şubat okumalarını yazınca haydi dedim, ben de kısaca söz edeyim, belki bir yararlanan olur. 10 kitapla fena bir rekolte yapmamışım aslında yılın bu cüce ayında, bunda biraz da Ocak sonuında hastalanıp 3 hafta yatmamın rolü var, başka bir şey yapamayınca gelsin kitaplar oldu:



"Oyun Dürtüsü" uzun zamandır kitaplığımda okunmayı bekliyordu. Juli Zeh'in "Sessizliğin Gürültüsü" isimli savaşın hemen ertesinde Bosna'yı anlatan gezi kitabından sonra tiryakisi olmuştum. Okuduğum en değişik, en güzel gezi kitabıydı diyebilirim.  Bunun üzerine tüm külliyatını edinip okumaya başlamış ve yazarın engin bilgi dağarcığına hayran kalmıştım. "Oyun Dürtüsü" Türkçe'ye çevrilmiş eserlerinin içinde tek okumadığımdı, hasta yatağında kısmetmiş, böylece külliyatı bitirdim, şimdi yeni bir kitabının yayınlanmasını bekliyorum. Kitap hayli hacimli, hem Metis Yayınlarının karakteristik özelliği olarak küçük puntolu ve çok sayfalı, hem de içerik açısından hayli kapsamlı. Tarih, felsefe, matematik, hukuk ne ararsanız var, harmanlanıp oldukça değişik bir konuya serpiştirilmiş. Her ikisi de ayrıksı karakterlere sahip Ada ile Alev'in okudukları özel okulda bir çeşit oyun dürtüsüyle öğretmenleri Smutek'i de dahil ettikleri karmaşayı, altüst ettikleri hayatları anlatıyor. Önemli olan konu değil aslında, kitabın size açacağı geniş ufuk. O nedenle çok satan fasarya kitaplara tutkun değilseniz "Oyun Dürtüsü"nü seveceksiniz.


"Kala Afiyet" yine hasta yatağımda mutsuz mutsuz somurturken kapıyı çalan kargocu aracılığıyla sevgili bir arkadaşımdan doğum günü hediyesi olarak geldi. Hem de yazarından adıma imzalanmış şekilde.  "Yemek kitabı okunur mu?" diyeceksiniz, evet okunur. Eğer içinde tariflere ilaveten o tariflerin kaynağı ve anlamı da anlatılmışsa daha bir güzel okunur. Ümit Hamlacıbaşı uzun süredir yaşadığı Bozcaada'da halktan kişilerle görüşüp bu tarifleri ve öykülerini derlemiş ve "Kala-Afiyet" adıyla sunmuş. Yemek kültürüne meraklı iseniz ilginizi çekecektir.


"Fahrenheit 451" yine rafta epeydir okunma sırasını bekleyenlerden biriydi. Hastalığın yegane faydası bunları epeyce eritmem oldu sanki.  Distopik bir roman bu, gerçekleştiği düşünüldüğünde insanın içini karartıp korkutan cinsten. Belirtilmemiş bir gelecekte itfaiyecilerin yangın söndürmek yerine kitapları yakmak için var oldukları, herkesin birbirini gammazladığı, ürkütücü bir coğrafyada geçiyor. Kült bir roman ve gecikmeli bir okuma ama hasta yatağında da olunca pek sevemedim doğal olarak.


"Ev Anası"  blogu kitapla aynı ismi taşıyan bir bloggerin yeni basılan romanı. Roman demek de tam anlamıyla doğru olmasa gerek ama içinde yazanlar hayatın ta kendisi. Bu kitap da bana yine sürpriz olarak yazarın kendisi tarafından bir dilim kek eşliğinde ulaştırıldı. Bir solukta okudum diyebilirim. Bir sebeple çalışma hayatını bırakan ve kendisini ev kadını değil de "ev anası" olarak niteleyen yazarın ironik diliyle gündelik yaşamı anlattığı kitap güldürürken ağlatıp, ağlatırken düşündüren cinsten. Yekta Kopan kitaptan söz ederken "yazar kelimelerle börek açmış" tabirini kullanmış ki, yakışmış. Okuyun derim, akıcı diliyle, zekice ve eğlenceli saptamalarıyla-bazen ağzınıza biber sürülmüş gibi olsa da-çok seveceksiniz, hele çalışan-çalışmayan çoğu kadının ev anası olduğu düşünülürse kendinizi bulacaksınız. 


Güvendiğim bir dostun tavsiyesi üzerine ve daha önce "Tokyo Uçuşu İptal" isimli kitabıyla sevdiğim Rana Dasgupta'nın yazarı olması sebebiyle hemen edindiğim bir kitaptı "Solo". Fazla bekletmeden yine hasta yatağında okuduklarımdan biri oldu.  100 yaşındaki münzevi Bulgar Ulrich'in hayata ve dünyaya bakışı, anıları, hayalleri ve iç yolculuğu konu edilmiş. Sona doğru farklı öyküler de giriyor işin içine Ulrich'in yanısıra. Önce kopukluk gibi gelse de kitaba ayrı bir tat katıyor okudukça. Sayfa sayısı ve puntoların küçüklüğü biraz gözleri yorsa da değiyor, okunmalı.


Sonunda yataktan çıkabildiğim ve aslında öykü okumaktan sıkıldığım bir dönemde, pek de istekle elime almamıştım yazın edindiğim "Kör Pencerede Uyuyan"ı.  Ama okurken önyargımdan utandım. Toplu kurgusunda bir roman tadı veren, birbiriyle bağlantılı öykülerdi bunlar. Kısacası çok sevdim. Bu dalda aldığı Cevdet Kudret ödülünü sonuna kadar haketmiş Nihan Eren. Okuyun derim


Alef  Yayınevi yayınladığı özgün kitaplar nedeniyle sevdiğim bir yayınevidir. Fırsat buldukça yeni çıkan kitaplarını alırım. "Akerdeoncunun Oğlu" da böyle bir kitap. İspanya'da bir kasabada yaşayan Bask kökenli iki dostun, David ile Joseba'nın çocukluktan başlayan öyküsü. Obaba'dan Californiya'ya uzanan, içine pek çok kahraman ve olayın karıştığı ilgi çekici bir yolculuk. Okumanın verdiği hazzın yanısıra yeni bilgiler de kazandırıyor insana, tavsiye olunur.


Fantastik öykülerin kraliçesi Ursula K. Le Guin'i uzun uzun anlatmaya gerek yok sanırım. "Marifetler" ile başlayan "Batı Sahili Yıllıkları"nın 2. ve 3. kitabı "Sesler" ve "Güçler". Fantastik bir dünyada gezinirken "Marifetler"in kahramanlarına da rastlamak hoş bir sürpriz oluyor. Bu türün ve Ursula'nın sevdalıları için tavsiyeye bile gerek yok, belki çoktan okumuşlardır. 


Ve şairlerin kraliçesi Birhan Keskin'in ne zamandır beklenen yeni kitabı: "Fakir Kene". İlk şiir "Kargo" zaten daha ilk satırını okurken çarpıyor. Ursula gibi Birhan'ı da anlatmaya gerek yok, tutkunları bilirler. Gönül kitabın daha kapsamlı olmasını isterdi ama bu da yeter ne yapalım. Ve Şubat okumalarını bitirirken Kargo'dan bir dize koyalım ki güç hep bizde olsun, kitabınız ve umudunuz hiç eksik olmasın:

""Buraya umutlu günler koydum. Şimdilik uzak gibi görünüyor ama kimbilir, birazdan uzanıp dokunursun."

6 Mart 2016 Pazar

CARMEN, RUNATOLİA, BAHAR...

Bir süredir eve kapanmanın acısını hafta sonu çıkardım. Cumartesi günü Antalya'nın ısıtmakla kalmayıp cayır cayır yakan güneşinden dolayı 5 yılda bir eriyen güneşliklerimi yenilemek için ilk gördüğüm perdeciye dalıp 5 dakikada sipariş verdikten sonra arkadaşımın arabasına atlayıp Opera Sahnesi'ne doğru yola koyuldum. Niyetimiz bir kez babamın, bir kez de kendimin hastalığı yüzünden 2 kere biletlerini iade etmek zorunda kaldığım "Carmen" operasını üçüncü seferde izleyebilmekti. Neyse ki başardık sonunda, 4 perdelik hayli uzun operayı hiç sıkılmadan, büyük bir keyifle seyrettik. Solistler, koristler, dekorlar, kostümler her şey çok güzeldi. Mutlulukla ayrıldık salondan. 


Gece yatarken niyetim sabah erken kalkıp "Runatolia" yarışlarının startını izlemekti. Bir süredir hayli erken kalkıyorum, Pazar günü de öyle oldu ve kısa sürede startın verileceği Cam Piramit civarına ulaştım. Çok kalabalık, rengarenk ve cıvıl cıvıldı. Bir süre park içinde, yarışçıların arasında dolaştıktan sonra fotoğraf makinemi hazırlayıp üst geçitte starta nâzır bir yere konuşlandım. Önce tekerlekli sandalyeli engellilerin yarışına start verildi:


İkinci yarış Maratondu.




Katılım hayli yoğundu ve herkesin neşesi yerindeydi, saat 09.15'de maraton startı verildi. 



Maratoncular koşadursunlar 10 km yarışındakiler de yavaş yavaş başlama noktasındaki yerlerini almaya başladılar.



Bazı balonlar özgürlüğünü ilan edip gökyüzüne doğru yol aldılar:


Ve saat 09.30'da 10 km. yarışının startı verildi:



Yarışçıları başarılar dileğiyle yolcu edip yürüyüş yapmak üzere parka daldım. Hava mis gibiydi, yaklaşmakta olan kocakarı soğukları ve Antalya'nın dinmek bilmez çılgın Nisan yağmurlarını zihnimin gerisine itip bahar gelmiş gibi yaptım. Zaten bahar da gelmiş gibi yapmaktaydı:




Deniz sakin ve ışıltılı, Beydağları'nın tepeleri karlı, gökyüzü jetlerin bıraktığı izlerle teğellenmiş gibiydi:




Ağzım kulaklarımda bitirdim yürüyüşü. Parktan çıktığımda yarışçılar teker teker finiş noktasına doğru koşmakta idi:


Eh o zaman onlara kolay gelsin, sizlerin yeni haftası güzel olsun...