Sayfalar

22 Şubat 2016 Pazartesi

BİR HAFTANIN ARDINDAN

Beni yatağa mecbur edip eve hapseden üç haftalık hastalık illetini galiba yolcu etmeyi başardım. Giderken öksürük, ter gibi birtakım hatıralar bıraktıysa da benim onu hatırlamak ve tekrar misafir etmek gibi bir niyetim yok ama bu işler niyete bakmıyor, o yüzden tedbirliyim. 

Hafta sonu etkinlik açısından verimli geçti, evde kaldığım günlerin acısını çıkardım. Cumartesi akşamı 80'li yıllarda mezun ettiğimiz öğrencilerin düzenlediği bir okul yemeğine katıldım. Eski öğrencilerimi ve uzun zamandır görmediğim öğretmen arkadaşlarımı görmek harika oldu. Annem sokağa çıkartılınca gülüp sevinen küçük çocukları görünce "bahara çıkmış kırılar gibi" derdi. "Kırı" burada "sıpa" anlamına geliyor. İşte ben aynı o moddaydım, bir coşku, bir sevinç :) Ne yedim ne içtim pek farkında değilim, ayrıca o kadar önemli değil. Bir içli köfte hatırlıyorum, bir de yarısı yenmiş Adana kebap, masalar arasında dolaşmaktan ve her gördüğümle kucaklaşmaktan yemekle ilgilenecek pek vaktim olmadı. Herkes birbirine hiç değişmediği yalanını söyledi, inanmış gibi yaptık, bolca güldük, eski günleri andık ve döndük evlerimize.

Pazar sabahı bir haftadır bahar gibi geçen günlerin intikamını alırcasına deli gibi yağan bir yağmura uyandık. Bulanık ve kapkara bir hava, tepemize çökecek gibi duran bulutlar ruhumu daraltmışken öğleye doğru güneş çıktı. Havayla birlikte ruhum da açıldı, ardından arkadaşlarım arayıp geleceklerini söylediler, daha da açıldı. Çok geçmeden pastalı hediyeli geldiler ve 21 günlük gecikmeli bir sembolik doğumgünü kutlaması yapıverdik. Eh benim gibi bir kadın kutlamasız büyümezdi elbet, geç olsun güç olmasın :)

Hastalığın tek avantajlı yönü bol bol okuma fırsatı bulmam oldu, yattığım yerde birbiri arkasına devirdim kitapları, pek çoğu tuğla boyutluydu. Hemen hemen hepsini de çok sevdim. Yattığım yerde başladığım son kitap Bask bir yazar olan Bernardo Atxaga'ya ait "Akordeoncunun Oğlu" idi. Bask kültürünü tanıtması ve değişik hikayesi yönünden ilgi çekici bir kitaptı, sevdim. "Obaba" isimli bir kasabada yaşayan David'in büyüme sürecini ve Baskların özgürlüğü için verdiği mücadeleyi anlatıyor. Kitabın bir bölümünde "Obaba"nın doğası ve faunası-bilhassa kelebekleri-konu ediliyor. Esasen kelebeklerin önemli bir yeri var kitapta, zaman zaman metafor olarak kullanılmış. Merak edip sordum gugıl amcaya sözü edilen kelebekleri, bana vesikalık fotoğraflarını yolladı, sizlerle paylaşayım istedim, pek güzeller:


Gonepteryx rhammi 


Leptidea sinapis

Lymantria dispar

Mariposa monarca

Pararge maira

Parnassius apollo

Plebejus ikarus

Colias creceus

Eudia pavonia

Euproctis chysorrhoea

Geçen yaz Konya'da Kelebek Müzesi'ni bulup gezeceğiz diye neredeyse bütün şehri tavaf etmiş bir şahsiyet olarak bu kelebekleri de öğrenmesem çatlardım. Kitap dediğin böyle olacak zaten, okurunu meraklandırıp araştırmaya yöneltecek. Sevdim seni "Akordeoncunun Oğlu", bir de kitapta sözü edilen, gençliğimin dillerden düşmeyen Rus halk şarkısı "Kazaço"yu David'in akordeonundan dinleme şansım olsaydı balından yenmezdi. Ben de Ayferi'nin söylediği Türkçe versiyonunu dinledim, haydi siz de dinleyin:


2 yorum:

  1. Ne oynardık Kazaço diye bağıra bağıra...
    Öküsük tıksırık idare edicez artık, o günler geçti ya...

    YanıtlaSil
  2. geçmiş olsun leylak dalı, umarım bir daha hiç hasta olmazsın. :)

    YanıtlaSil