Sayfalar

31 Ağustos 2015 Pazartesi

3. GELENEKSEL BACISAL SEYAHAT ETKİNLİĞİ (VOLUME 1)

3 yıldır yazları kızkardeşle kısacık ama dolu dolu bir kaçamak yapmayı adet haline getirdik. Evvelki yıl 1,5 günlük İzmir, geçen yıl 3 günlük İstanbul seyahatlerinden sonra bu yıl rotayı Bursa'ya çevirdik. Bursa'yı seçmemizdeki neden yüksek hızlı trenin Eskişehir'den Kamil Koç otobüs bağlantılı Bursa seferleriydi. İnternetten bilet alacaklar için belirteyim, YHT biletlerini TCDD'nin EYBİS sitesinden, otobüs biletlerini ise Kamil Koç'un kendi sitesinden temin edeceksiniz, otobüsün varış ve çıkış noktalarını  Eskişehir Gar, Bursa Gar olarak seçeceksiniz.  Eybis sitesinde tren-otobüs bağlantı saatleri verilmiş. 

Cuma günü sırt çantam ve ben trenin hareketine yarım saat kala Ankara Gar'da idik, kısa bir süre sonra bize kızkardeş ve sırt çantası da katıldı, çok geçmeden de trenin perona girdiği anonsu duyuldu. Kimlik ve bilet kontrolünden geçtik, çantalarımızın röntgenini çektirdik, herhangi bir patolojik durum saptanmadığı için omzumuza yüklenip vagonumuza geçtik. Yerimizi bulup yerleştik ve göz açıp kapayana kadar da (maksimum 1,5 saat) Eskişehir Gar'ına ulaşmıştık. Otobüsümüz bizi garın yan tarafında bekliyordu. Baktık henüz vaktimiz var Gar'ın bir köşesinde kazanı doğurduğu için mutlulukla gülümseyen Nasreddin Hoca'ya hayırlı olsun ziyaretine gittik, yanımızda altın olmadığı için kullanılmış tren bileti takıp otobüsümüze geri döndük.
 

Vakit öğleni bulmuştu ki Bursa otogarına vasıl olduk. Yolculuğa çıkmadan internetten birtakım tüyolar aldığımız için belediye otobüslerinin terminalden şehir merkezine seferi olduğunu öğrenmiştik. Bilet gişesinden "Bukart"ımızı alıp üç günlüğüne sözcük haznemize "Burulaş"ı ekledik ve fazla beklemeden önümüze gelen sarı renkli, körüklü belediye otobüsüne kurulduk. Terminalden şehir merkezine gitmek neredeyse Ankara'dan Eskişehir'e ulaşmaktan fazla sürdü. Uzun süre oturmaktan ayaklarımız şişmiş, çantaların ağırlığından omuzlarımız düşmüş bir şekilde kendimizi Heykel'de sıcağın bağrına bıraktık. "Otele karnımızı doyursak da mı gitsek, doyurmasak da mı gitsek" ikileminden sonra doyurmaya karar verip İskender yemek için yine internette herkesin tavsiye ettiği Mavi Dükkan'ı bulduk. Bulduk da ne oldu, önündeki kuyruk 8 çizdiği için aç kalmaya razı olduk. Sora sora Muradiye dolmuşlarının yerini öğrendik, durağa gittik, biz Ankara, Antalya ve hemen hemen heryerdeki gibi mavi minibüsler beklerken önümüzde tepesinde Heykel-Muradiye yazan bir taksi durdu. Meğer Bursa dolmuşları 4 yolculuk taksi dolmuşlarmış. Öğrenmenin sonu yokmuş efendim. Atladık dolmuşa, çok geçmeden otele kaydımızı yaptırmış, odamıza yerleşip elimizi yüzümüzü yıkamış ve tekrar yola çıkmaya hazır hale gelmiştik bile. Resepsiyondan önceden yaptığımız plan uyarınca ilk günün menzili olan, tarihi Roma dönemine kadar uzanan Gölyazı'ya nasıl gideceğimizi öğrendik. Bursaray+otobüs yapacaktık. Metro durağına yürüyebileceğimizi söyledi görevli, kapıda sorduğumuz gençlerse "Ooo çok uzak" diye hayretle gözlerini açtılar. Bunca yılın öğretmeni olarak gençlerin böyle konularda tembelliğini bildiğimden inanmadım ve yola koyulduk. Yol üstü bir fırından yine internet aracılığıyla meşhur olduğunu öğrendiğimiz "tahinli pide"den aldık, açlığımızı giderdik. Bir süre sonra tam da o pidenin asıl alınması gereken fırının önünden geçeceğimizi bilmiyorduk tabii, ne yapalım kader utansın, bizim yediğimiz de güzeldi. 15-20 dakikalık bir yürüyüşle metro istasyonuna ulaşıp Üniversite metrosuna bindik ve  Küçük Sanayi Sitesi'nde indik. Hemen yan taraftaki otobüs durağına geçip Gölyazı (5G-bilginize) otobüsünü beklemeye başladık. Saat başıymış biraz bekledik ama olsun varsın, sonunda geldi ve bizi 20-25 dakikalık bir yolculukla Gölyazı(Apolyont)ya ulaştırdı. Eski adıyla Apolyont, yeni adıyla Uluabat gölünün kıyısındaki bu şirin belde daha otobüsten iner inmez gönlümüzü çeldi. İlk gördüğümüz aralıktan ulaştığımız sahilde bizi leylekler karşıladı (şimdiden söyleyim bol fotolu olacak bu postlar):




İlk durağımız 19. yüzyılın ikinci yarısında Gölyazı'da yaşayan Rumlar tarafından yaptırılan ve harap durumdayken yakınlarda Nilüfer Belediyesi tarafından restore edilip Kültür Merkezi olarak hizmete sokulan Aziz Panteleimon Kilisesi oldu. Biz kiliseyi gezerken yolda önümüzde seyreden ve arka camında "Sevdum de aldum" yazan gelin arabasından çıkan gelin ve damat kilisenin muhtelif yerlerinde fotoğraf çekimi yaptırıyorlardı. Onları da kutladık ama ne yazık ki takacak tren biletimiz kalmamıştı :)







Bu bina da yine Belediye tarafından restore edilip edebiyatçıların hizmetine sunulan "Gölyazı Yazıevi".

Gölyazı'ya tam salça zamanı gitmişiz anlaşılan, hemen her kapının önünde ateşler yakılmış, kazanlar kurulmuş biberle karışık domates salçaları pişirilmekte idi. Beldeyi incirle karışık bir salça kokusu kaplamıştı. "Kolay gelsin" dileklerimizi ilettiğimiz tüm kadınlar bize güler yüzle karşılık verip "Hoşgeldiniz" dediler.



Kiliseyi gezdikten sonra surların arasından Gölyazı sokaklarına daldık. Eski tip evlerin hemen hepsinin ya pencerelerinde, ya kapı önlerinde, ya duvar diplerinde çiçekler ekiliydi. Pek çok elektrik direği de leyleklere ev sahipliği yapıyordu.






Gölyazı'da kadınlar da balıkçılık yapıyorlar, fotoğraftaki teyzem ağlarını onarırken aşağıdaki de gördüğünüz gibi balığa çıkmış:



Bakkal dediğin böyle olmalı, her derde deva. Tüpgazdan tavuğa, şampuandan ekmeğe, yumurtadan cipse, şalvardan bulaşık fırçasına kadar ne ararsanız var :)


Önümüz kış, odunlar şimdiden depolanmalı.

Sokak aralarından göl kıyısına inip göl manzarasını, kıyıdaki evleri seyrederek turluyor ve Ağlayan Çınar'a varıyoruz.







Ağlayan çınar devasa bir anıt ağaç ve haliyle bir de öyküsü var, ben uzun uzun anlatıp postu iyice uzatmayım. Meraklısı bu linki tıklayarak öyküyü okuyabilir: Tık

Ağlayan çınarın dibindeki zeytin satıcılarının hatrını kırmamak için biraz zeytin alıyor ve aç karnımızı doyurmak için gelmeden tavsiyesini aldığımız Apolyont Restoran'a yollanıyoruz.


Şu manzaraya karşı yediğimiz yayın balığı nefis, salata da öyle. Gölden çıkan kerevitin tereyağında çevrilmesiyle yapılan "cızlama" ise pek damak tadımıza hitap etmiyor. Ödediğimiz miktar böyle bir menü ve restorana göre hayli hesaplı, keşke işletme sahipleri ve çalışanları da biraz daha güler yüzlü olsaydı. 


Bu güzel geziyi Muhtar'ın Kahvesi'nde içtiğimiz çayla sonlandırıyor ve güneş batarken sarışın otobüsümüze atlayıp Bursa'ya geri dönüyoruz. 


Gezi bitiyor, gün bitmiyor. Küçük bir şehir turu yapıyoruz metrodan Şehreküstü istasyonunda inip, yine internet aracılığı ile methini duyduğum Ulucami yakınındaki 1928 yılından beri hizmet veren ünlü "Ulus Pastanesi"ni buluyor ve oraya mahsus "Marşal pastası"nın tadına bakıyoruz. Üzerin kalın bir tabaka çikolata ile kaplı arası üzümlü kat kat kakaolu kekten oluşan bir pasta bu, ben beğeniyorum, çikolata ile arası pek olmayan kızkardeş pek hoşlanmıyor.


Eh yorulduk artık. Işıklandırılmış Tophane'ye selam çakıp kendimizi bir taksiye atıyor ve yorgun argın otelimize ulaşıyoruz. 


Bizi izlemeye devam edin efenim :)

5 yorum:

  1. Leylekler seni karşıladığına
    göre; biz daha çok seyahat yazıları okuyacagiz :)

    YanıtlaSil
  2. Ah, şehrime geldiğinizden haberim olsaydı keşke, yolunuzun üstü metro duraklarından birinde bile görseydim 2 dakika yeterdi. Size anlatmak istediğim çok şey vardı, ne iyi olurdu sizi canlı-canlı görmek.
    Ama belki sevmişsinizdir Bursa'mızı tekrar gelirsiniz bir gün :)

    YanıtlaSil
  3. iyiymiş bu kardeş kaçamakları :) sizin keyifli yazılarınızı okumayı çok seviyorum.

    YanıtlaSil
  4. yazı ayrı fotolar ayrı, kardeşle kaçamak fikri ayrı güzel :)

    YanıtlaSil