Sayfalar

30 Eylül 2014 Salı

KİTAP MEYDAN OKUMASI (16)

Kitap Meydan Okuması'da ikinci yarıya geçmiş bulunuyoruz, bugün 16. gün, iyi gidiyoruz iyi, yorulup sahaları terkeden yok henüz. Arada raporlu olanlar var, onlarda kaçırdıkları günleri üstüste girip telafi ediyorlar sağolsunlar. Bugünün sorusu kolay yerden geldi:

16. gün: En sevdiğin kadın karakter:

Aslında mutlaka birden fazla var ama ben bütün zamanlarımın en sevgili karakterini yazmak istiyorum:  Louisa May Alcott'un yazdığı "Küçük Kadınlar"ın Joe'su. 



Bu kitaplarla büyüdüm diyebilirim. İlk okuduğum kitabın kapak resmini bulup ekleyebilmek isterdim, kısaltılmış ince bir baskı idi. O haliyle bile beni büyülemişti, kendimi hemen Joe ile özdeşleştirmiştim, tek anlayamadığım onun beline kadar uzanan uzun saçları ve bunları kesip sattığı zaman aldığı para idi. Saç satılır mıydı, satılsa ne için kim alırdı, anlayacağınız peruk müessesesinden pek haberdar değildim o yaşta. Sonra "Arkası Yarın" programında "Küçük Kadınlar" dizi halinde verilmeye başlandı. Açılış anonsu "Meg, Joe, Beth, Amy" isimleriyle seslendiren kişiler tarafından yapılıyor sonra koro halinde "Küçük Kadınlar" diyerek kahkaha atıyorlardı, nasıl sabırsızlıkla beklerdim bir sonraki bölümü. Elimdeki kitabı 3. posta devirişimden sonra apartmandan arkadaşım Filiz'e babası "Küçük Kadınlar"ın orijinal halinden çevrilmiş, kapkalın bir baskısını aldı. Pek öyle edebiyattan falan anlayan bir adam değildi, kitabı da mutlaka tesadüfen bir yerden bulup almıştı ama Filiz bana ödünç verdiğinde arpa ambarına düşmüş aç tavuk gibi hissetmiştim kendimi. Bendeki incecik baskıda olmayan neler vardır neler o kitapta. Sonra devam kitaplarının varlığını öğrenip peşine düştüm, her üçünü de önce Yenimahalle Halk Kütüphanesi'nden bulup okudum, sonra kendim için satın aldım, bir daha okudum. O zaman ikinci kitabın adı "İyi Eşler" değil "İyi Zevceler" idi, hatta yaz tatilinde babasının görevi nedeniyle doğuda bir ilçeye giden arkadaşım küçük bir kitapçıya girip "Sizde İyi Zevceler var mı?" diye sormuş, kitapçı "bir dakika" diyerek yan dükkana geçmiş ve arkadaşıma "bu iyidir" diyerek cezve getirmişti :)

Joe'ya olan sevgim, hayranlığım, özentim arşa ulaşmıştı, rol modelimdi artık. Eminim pek çok kız çocuğu ve ergenin de rol modeli olmuştur. Hayranlığı ve sevgim hala devam etmekte, kitabın farklı ve içeriği geniş bir baskısını bulsam ve tekrar alıp okusam hayalleri kurmaktayım. Filmini, dizisini, kitapla ilgili ne varsa defalarca izleyip takip ettim, hala da edebilirim.

Şimdi diyorum ki, "Küçük Kadınlar"ı ve Joe'yu sevenler parmak kaldırsın :)



29 Eylül 2014 Pazartesi

KOŞTURMACA VE KİTAP MEYDAN OKUMASI (15)

Cumadan bugüne devreden sıkıntıyla uyanıp erkenden yollara düştüm, çok sevgili Ferminanım kardeşim de bana eşlik etti bu ne olacağı belirsiz yolculuğumda. İlk durak gereksiz yere para tahsil eden devlet dairesi oldu. Doğrudan müdür yardımcısıyla görüşüp sorunumu çözmelerini istedim. Beklememi, iki yazı yazacaklarını  ve ilgili birimlere gidip başvurmam gerektiğini söylediler, kısacası onların karıştırdığı pirincin taşını ben ayıklayacaktım. Çaresiz beklemeye başladık, derken tüm bu sıkıntıların sorumlusu arkadaş göründü elinde iki ayrı yazı ile. Gayet pişkin, sanki bu karışıklık onun yüzünden olmamış gibi, sitemime cevaben geri ödeme yapmayan bankayı suçlayarak yazıları elime tutuşturdu, ne bir özür, ne bir rahatsızlık. Neredeyse "ne diye ödedin parayı" diyecekti. Kendisini daha yüce güçlere havale ederek çıktım oradan, hakkımı ise ne bu dünyada ne öbür tarafta helal etmiyorum.

İlk durak gereksiz yere ödediğim harcı almak için Ulus'taki vergi dairesi oldu, neyse ki uzun sürmedi,  doldurduğum forma IBAN numaramı ekleyerek bıraktım ve Ferminanım kardeşimle birlikte ikinci müracaat mevkimize ulaşmak içir Oran otobüsüne attık kendimizi. Bir durak erken inmişiz, ayazlı bir yürüyüş yaptık ilgili dairenin döner sermaye müdürlüğüne ulaşmak için. Mübarek mekan sanki arayan bulamasın diye en olmayacak yere gizlenmiş. Dağ tepe aştık, patikalardan geçtik, ormanlarda kaybolduk dersem de inanmayın ama bir nevi benzer macera yaşadık. Sonunda ilgili makama ulaştık, yazımızı teslim edip bir IBAN numarası da oraya bırakıp döndük. Umarım paraların ödeme günü olarak çıkmaz ayın son çarşambasını seçmezler.

Günün ilk yarısının özeti böyle, ikinci yarısı da çok farklı değildi, yaptıracağımız işlem eksik fotoğraf yüzünden yarına ertelendi. Her türlü bürokrasiden nefret ediyorum diyerek "Kitap Meydan Okuması"na geçiyorum.

Bugün yarıladık meydan okumayı, 15. günün sorusu şöyle:

15. gün: En sevdiğin erkek karakter:

Bunca yıldır aklımda tutacak kadar sevdiğim bir erkek karakter var mı inan olsun çıkaramadım. İyice gerilere gidince Emily Bronte'nin "Uğultulu Tepeler"i ve onun haşin kahramanı "Heathcliff"geldi aklıma.


Ergen çağımda okuyup hala unutmadığıma göre beğenmişim keratayı, yer etmiş aklımda. Annem bile nerden duyduysa duymuş-ya da filminde izlemiş- "Hiçkılip" diye birinden sitayişle bahsederdi :) Eh annemin aklında bile yer ettiyse o yaşında normaldir benim unutmamam. Ne diyeyim, Allah sevdiğine bağışlasın, okuyanı çok olsun...


28 Eylül 2014 Pazar

KİTAP MEYDAN OKUMASI (14)

Neredeyse yarıladık, aferin bize:

14. gün: Filmi çekilen ve mahvedilen bir kitap:

Mutlaka başkaları da olmuştur ama benim umurumda olmamıştır, lakin sözkonusu olan başucu kitaplarımdan olan "Bizim Büyük Çaresizliğimiz"in filmine "otur sıfır" demesem de sınıf geçecek bir not vermediğim aşikar. "Bizim Büyük Çaresizliğimiz"i Barış Bıçakçı henüz bu kadar popüler değilken almış ve okur okumaz vurulmuştum. Çok az kitaba, o kitabın kahramanlarına  bu kadar büyük bir yakınlık hissetmişimdir. Önüme gelen herkese tavsiye edip aklıma geldikçe karıştırmışımdır. Filminin çekildiğini duyunca sevindim ne yalan söyleyim, sabırsızlıkla bekledim gösterime girmesini ve koşa koşa gittim, salondan çıkarkenki halimse tam bir hayal kırıklığıydı. O abim, kardeşim, çocuğum gibi benimsediğim kahramanlar gitmiş yerine tanımadığım iki adam gelmişti. Ender neyse de Çetin'den neredeyse nefret edecektim. Nihal'in ise ağzının üstüne iki tane geçirmemek için kendimi zor tuttum, halbuki kitapta bayağı sevmiştim kızcağızı. 


Filmi sevmesem de genç yaşta kaybettiğimiz yönetmeni Seyfi Teoman'ı saygıyla anıyor, filmi sevenlerine bağışlıyor, ben kitabımı alıp kaçıyorum...



27 Eylül 2014 Cumartesi

KİTAP MEYDAN OKUMASI (13)

Çok yorgunum be bilog, dünkü koşuşturma, bürokratik faaliyetler ve stres tüm enerjimi sıfırladı. Üstelik daha  geri alacağım paraların mücadelesi var :) Onlar benim canıma okurken ben de kitaplarla meydan okuyayım bari, 13. soru şudur:

13. gün: En sevdiğin yazar:

Bu soruyu izninizle yerli ve yabancı olmak üzere ikiye ayırmak istiyorum ve oyumu hemcinslerimden yana kullanarak pozitif ayrımcılık yapıyorum :)
En sevdiğim yerli yazarı eminim tahmin etmişsinizdir, elbette ki Füruzan...


Daha ilk kitabı "Parasız Yatılı" çıktığında favorim oldu. "Benim Sinemalarım" ve "Kuşatma" ile ilgim arttı, "47'liler" ile zirve yaptı. Alışveriş listesini koysalar önüme onu bile okurum ama ne yazık ki artık yazmıyor. "Gül Mevsimidir" isimli şahane öyküsünü kendim yazabilmiş olmayı ne kadar isterdim. Elbette çok sevdiğim başka yazarlar da var ama Füruzan'a (daha doğrusu yazdıklarına) olan sevgim hiç bitmeyecek. 

En sevdiğim yabancı yazara gelirsek tarz olarak çok benzeyen iki Güney Amerikalı arasında kararsız kalsam da yukarıda belirttiğim gibi oyumu kadın olandan yana kullandım: Şilili yazar Isabel Allende. Diğeri tahmin edeceğiniz üzere Marquez'di.


Birbirine çok benzer pozlar vermiş bu iki kadından biri arkadaşın olacak deseler tüm Füruzan aşkıma rağmen Isabel Allende'yi seçerdim sanırım. Bu kadın büyülü sanki, bu dünyadan değil, kitapları kadar egzotik ve romansı. Anıları bile roman gibi, zaten yazdıklarının ana kaynağı da kendi ve ailesi. "Ruhlar Evi" başta olmak üzere tüm kitapları için bin şükran...


26 Eylül 2014 Cuma

DEVLET DAİRELERİNE DÜŞÜRMESİN ALLAH SEVDİĞİ KULUNU OY OY/KİTAP MEYDAN OKUMASI (12)

Sabahın köründe kalktık, daha kargalar bırak kahvaltı yapmayı, uykudan bile uyanmamışlardı, düştük yollara. Halledilmesi gereken çok da zor olmayan bir başvuru işimiz vardı ve iki gündür bunun için gereken belgeleri temin etmekle uğraşıyorduk. Bir belge üzerinde düzeltme yapılması gerekiyordu ve bu kadar basit bir eylem için 10 kadar evrak, herbirimizin artistik vesikalıkları, nüfus kağıtları, onların fotokopileri olan bir dosyayı yüklenip metroya yerleştik. Tam karşıma iki adam gelip oturdu, biri yol boyunca hiç susmadan konuştu, diğeri "artık sussa da birazcık kestirsem" bakışlarıyla onu izledi. Çok konuşanın dediğine göre çalıştığı yerde çok "sebahatlı" (sebatlı demek istiyor) bir adam varmış. "Sebahatlı adam"a için için gülerken başıma geleceklerin farkında değilmişim, meğerse günün sebahatlisi ben olacakmışım. Vagondaki kalabalıkta kitap okuyan üç kişi vardı, üçü de kadındı. Biri Canan Tan'ın "İz"ini, biri Marquez'in "Yüzyıllık Yalnızlık"ını, bir diğeri de "Aklını Kullan" isimli kişisel gelişim kitabını okuyordu. Onları izlerken ineceğimiz durağa gelmiştik, atladık metrodan ve "sebahatımızın" sınanacağı devlet dairesine geldik, zaten 2 gündür ön hazırlık için gidip geliyorduk, alışkın olduğumuz için otomatik pilota bağladık, ayaklarımız bizi götürdü. Numaratörden sıra numaramızı aldık, koltuklara yerleştik ve numaramızın ışığının yanmasını beklemeye başladık. Başlangıçta her şey iyi gidiyor gibiydi, 15 dakika oldu olmadı çağrıldık, evraklarımızı verdik, ne istediğimizi söyledik, başvurumuz alındı ve işlemimiz tamamlanınca cep telefonumuza mesaj geleceği söylendi. Gidip bir pastaneye oturduk, ayçöreği, su böreği yedik, çay içtik kahvaltımızı yaptık, yetmedi bir de kahve içtik. Baktık vakit geçmiyor yürüyüşe karar verdik, o da yetmedi o semtte oturan bir arkadaşı ziyaret ettik. Öğle tatili bitmek üzereyken telefonuma mesaj geldi, sevinerek açtığım mesajda belgelerimde eksiklik olduğu ve hemen gelmem gerektiği yazıyordu. Akabinde gelende ise eksik belgemin ne olduğu belirtilip resmi mesaj "selamlar" diyerek bitiriliyordu. "Kestane kebap acele cevap" şeklinde bir üçüncü mesaj bekledim ama gelmedi kader utansın. Apar topar düştük yola, gecikmeyelim diye çok da uzak olmayan mesafe için otobüse bindik. Tam öğle tatili bitiminde ilgili birimdeydik. Numaramızı yetkiliye verip derdimizi anlattık, bizimle ilgilenen görevlinin Cuma namazında olduğunu ve beklememiz gerektiğini söyledi. Bekledik, bekledik, bekledik ve yine bekledik. En sonunda görevliye gidip arkadaşın geçmiş bütün namazlarının kazalarını da mı kıldığını sorduk, meğer az önce gelmiş, sormasak daha bekleyecektik. Az sonra teşrif etti ve eksik belgemi tamamlamamı istedi. İstediği belgenin kanun gereği benim durumuma uymadığını ve getirmeyeceğimi, istiyorsa dosyada buna dair şerh bulunduğunu, bakmasını söyledim ama kim dinler. Israrla hemen yandaki acentaya gidip belgeyi alıp gelmemi söyledi (belge para karşılığı alınıyor). Ben ısrar ettim o ısrar etti, sonunda pes ettim, dosyadan o belgeyi almam için gerekli evrakı getirmeye gitti. 15 dakika kadar bekleyip tam avaz avaz bağırmak üzereyken işlemi tamamladığını, belgeyi almama gerek olmadığını söyleyerek geldi. Belli ki bahsettiğim şerhi dosyada görmüştü. İşlem bitince telefonuma mesaj geleceğini ve bankaya belirtilen harcı yatırıp verilen randevu saatinde hazır bulunmamı buyurdu ve gitti. Az bekledik, uz bekledik telefonda tıs yok, bu arada şarjım son nefesini vermek üzere, gelen çağrıları anında engelliyorum. Sıkıldım havasız yerde beklemekten, bahçedeki büfeye çay içmeye çıktık.


Bakmayın bu allı-güllü görünüme o çayı içerken stresten çıldırmak üzereydim. Neyse tam çay bitti, az dolaşalım bari derken mesaj geldi, hediyesi 300 lira civarında bir harcı bankaya yatırmam emredildi. Emir büyük yerden tabii, gidip yatırdık bankamatiğe, çünkü bankalar içerden kabul etmiyorlar. O da epey vakit aldı, bu arada 20 dakika sonrası için randevu mesajı gelmişti. Kardeşim ve oğlumu imza atmaları için çağırıp harıl harıl taksi aramaya başladım geri dönmek için, ilaç için tek bir taksi bulamadık. Derken bir dolmuş geldi, baktık gideceğimiz yerin adı yazıyor üstünde, atladık hemen ama şoför bizi 1 km ötede indirdi. Yokuş yukarı kan ter içinde tırmanıp 5 dakika gecikmeli ulaştık ama ortada ne görevli var ne ilgilenen. Lütfedik telefonla çağırdılar bulunduğu yerden, gelmesi yarım saati geçti ve zafer kazanmış bir edayla evraklarımızı teslim etti. Ve farkettik ki bizim işlemden yasa gereği hiçbir harç ya da benzeri ücret alınmaması gerekiyormuş, yani ben o 300 liraya yakın parayı haybeye yatırmışım bankaya. Müdür, müdür yardımcısı, görevli derken itirazlarımız karşısında elime banka dekontlarının eklendiği bir yazı verip beni parayı geri almam için bankaya geri yolladılar. Tabii ki banka ödeme yapmadı, bizi ilgilendirmez dedi, yetkilinin telefonu üzerine bir şeyler denedilerse de sonuç alınmadı, hasılı yorgunluk+stres+sinir bozukluğu+personel gevşekliği+boşyere ödenmiş 300 lirayı yanıma kâr alarak döndüm eve. Ama yok öyle haftabaşı gidip başlarına ekşiyeceğim, paramı söke söke alacağım geri.

Bu dehşetengiz bürokrasi maceramdan bıkmadıysanız Kitap Meydan Okuması'nın 12. sorusunu da cevaplayıvereyim elim değmişken:

12- Hem sevip, hem nefret ettiğiniz kitap (lar):

Düşündüm önce saçma geldi, sonra hatırladım. Oğlum bebekken oldukça hareketliydi ve çok yoğun bir çalışma hayatım vardı, kendim için özel bir şey yapabilmem mümkün değildi, tek yapabildiğim onu ayağımda sallarken okumaktı. Kitapçıya bile gidecek zamanım olmadığı-zaten o yılların Antalya'sında doğu dürüst bir kitapçı da bulunmadığı-için evdeki kitapları 2. parti elden geçirmiş sonrasında da gazete bayiinden aldığım cep tipi beyaz dizi romanlarına dadanmıştım. Günde iki tane kadar okuyup çöpe atıyordum.


Okurken sakinleşiyor, kafamı dağıtıyordum ama biter bitmez ben bu salak şeyleri niye okuyorum diye hem kitaptan hem kendimden nefret ediyordum. Neyse ki oğlum biraz büyüyüp sakinleşti, çalışma hayatım biraz rahatladı da beyaz dizilere ebediyen veda ettim.

Böyleyken böyle, Pazartesi günü para geri alma meydan savaşında desteğinize ihtiyacım var, haydi hep beraber tekrar edelim: "Leylağın parasını geri ödemeyen kuruyup çalıya dönsün" :)

25 Eylül 2014 Perşembe

BİRTAKIM BÜROKRATİK HADİSELER VE KİTAP MEYDAN OKUMASI (11)

Dün bütün günü devlet dairelerinde, bürokratik işlemler peşinde geçirdim. Uzun zamandır bu tarz işlerden uzak kalmıştım, unutmuşum ne kadar ağır işlediğini, ne çok gereksiz evrak kullanıldığını, ne çok bilgisiz insan olduğunu, ne çok hayatından bezmiş memur bulunduğunu. "Risk" sözcüğünü "riks" diye telaffuz ederek ahkam kesip hava atanından, millet sıradayken önüne çektiği tastan diyet yemeğini kaşıklayana kadar türlü çeşitlisi mevcut. Çilem dolmadı üstelik, yarın daha değişik türleriyle karşılaşmak üzere tekrar kuyruklarda olacağım. Öğle vakti fırsat yakalayınca kendimizi bir İran lokantasına attık kızkardeşle ve safranlı çilav ile beng (umarım doğru hatırlıyorumdur) kebabı yedik, pek enfesti.

 


Zaten günün yegane keyifli anı buydu, sonrası sinir harbi ve koşturma, nefret ettiğim halde vesikalık fotoğraf bile çektirdim. Son 15 yıldır bir sebeple çektirdiğim muhtar teyze kılıklı vesikalıkla idare ediyordum lakin Antalya'daki fotoğrafın Ankara'ya faydası yoktur, el mahkum çektirdim. Üstelik yanımda saçımı tarayacak tarak bile yoktu, parmaklarımı kahkülümden geçirip oturdum makinenin karşısına :)

Kitap meydan okumasına gelince, 11. güne geldik bile, sorumuz şudur:

11. gün: Nefret ettiğin bir kitap:


İlk yayınlandığı zamanlardı, hediye idi ve kapak pek bir huzur verici, pek bir hoş idi. Velakin dışı beni, içi de beni yaktı. Sürekli örgü ören bir takım kadınların abukluklarını okudukça örgü örmekten nefret ettim, şişini bırakan kitap yazmış kardeşim. Üstelik o kadar rağbet gördü ki ardarda devam kitapları çıktı. Ben de mi bir anormallik var acep :)

24 Eylül 2014 Çarşamba

KİTAP MEYDAN OKUMASI (10)

Öyle böyle derken üçte birini tamamladık meydan okumanın, aman da ne güzel yaptık. 10. soru nedir derseniz buyrun:

10. gün: Sana evini, yuvanı hatırlatan bir kitap:

Ev, yuva denince zaten içinde yaşadığım bir yeri bir kitabın hatırlatması gereksiz. Anılarımda yer eden bir evse söz konusu olan o benim için daima Yenimahalle'deki evimizdir ve bu evi en iyi anımsatan kitapsa kendisi de Yenimahalle'de büyümüş olan Şükran Yiğit'in "Ankara, Mon Amour!" isimli kitabıdır. 


Esasında kitaplığımda bizzat yazar tarafından adıma imzalanmış bir kitap mevcut ama şu an kitaplığımdan uzakta olduğum için fotoğrafı bu kitabı benim kadar seven sevgili Zero'nun blogundan aldım. "Ankara, Mon Amour!"un büyük bölümü Yenimahalle'ye, yazarın çocukluk anılarından hareketle kurguladığı olaylara ayrılmış. Gittiğim ilkokulu, dondurma yediğim pastaneyi, piyasaya çıktığım caddeleri, film izlediğim sinemaları okumak beni çocukluk yuvama hem de nasıl ışınlayıvermişti. Yayınlanmış üç kitabını çok sevsem de "Ankara, Mon Amour!"un yeri ayrı oldu Şükran Yiğit'in yazdıkları arasında. Ankara ile, hele de Yenimahalle ile bir bağlantınız varsa ve yaşınız 40+ ise kesinlikle okumalısınız derim...

23 Eylül 2014 Salı

GEZELİM, GÖRELİM, KEŞFEDELİM (ANKARA 9) VE KİTAP MEYDAN OKUMASI (9)

Şunun şurasında Ankara'dan ayrılmama bir hafta kaldı, kalan zamanı toparlanarak ve aklıma koyduğum mekanları görerek değerlendirmeye çalışıyorum. PTT Pul Müzesi geldiğimden beri niyet ettiğim bir yerdi, gezmek bugün kısmet oldu. 



Müze Ulus'ta, Bankalar Caddesi denilen bulvar üzerinde, Ziraat Bankası'nın tam karşısındaki eski Emlak Bankası binasının restore edilmesiyle hizmete açılmış. Eski Emlak ve Eytam Bankası 1926'da kurulmuş, bina ise Clemens Holzmeister tarafından tasarlanmış, erken Cumhuriyet Dönemi'nin en güzel mimari örneklerinden. 2013 yılında restore edilerek Pul Müzesi'ne dönüştürülmüş, pek de iyi edilmiş.


Müze ücretsiz, Pazartesi hariç her gün mesai saatlerinde açık. Girişte ziyaretçileri bu eski posta arabası karşılıyor.


İstiklal Savaşı'nda kullanılmış posta kutuları ve telefon santralleri



Yıllar içinde kullanılan posta kutuları


Telgraf cihazları



Geçmişten günümüze postacı kıyafetleri


Pul baskı makinesi




Çocuk bölümü



Pulları dijital ortamda incelemek ve bilgi almak mümkün






 

Müzenin çeşitli salonlarında Türk ve Dünya pullarını dijital ortamlarda inceleme imkanına sahipsiniz. Filateli meraklıları için sabahtan akşama kadar vakit geçirilebilecek bir mekan.


Çok zarif dekore edilmiş bir de cafesi var müzenin, çay-kahve ve yemek servisi mevcut. Fiyatlar son derece makul. Kahve içerek yorgunluk attık. Ayrıca hatıra eşyası alabileceğiniz küçük bir dükkanı da var.


Filateli meraklılarına önerilir, çok güzel düzenlenmiş, geniş kapsamlı bir müze olmuş. Ankaralılar gezip görün derim. 

Hazır buralara gelmişken bir de Salt Ulus'a uğrayalım dedik. Eski Osmanlı (Şimdiki Garanti) Bankasının yanındaki küçük binada bulunan Salt Ulus'ta "Köklere Dönüş" isimli sergiyi gezdik.


Aşağıdaki kapı detayı eski Osmanlı Bankası binasından:


Vee "Kitap Meydan Okuması"na gelirsek, 9. günün sorusu şöyle:

9. gün: Sevmem sanıp da sonunda sevdiğin bir kitap:

Uzun uzun düşündüm aslında bunun için, kitaplığımdan uzak olmam da işi biraz zorlaştırdı. Sonunda Ayşe Kulin'in anılarını kaleme aldığı "Hayat" ve "Hüzün"de karar kıldım. İlk birkaç kitabından sonra Ayşe Kulin okumayı bırakmıştım. Bu kitaplara da biraz mesafeyle yaklaşmıştım, okumayı düşünmüyordum ama sonunda anı okumanın cazibesine kapılarak başladım. Sonuç edebi yönden pek parlak olmasa da bir devre ışık tutması, eski Ankara hakkında bilgi vermesi ve benim anılara olan düşkünlüğüme karşılık göstermesi açısından olumlu oldu. 


22 Eylül 2014 Pazartesi

KİTAP MEYDAN OKUMASI (8) VE ORDAN BURDAN

Dün;
-Bütün evi süpürdüm, sildim, tozları aldım, tertemiz ettim.
-Oraya, buraya yayılmış bazı gereksiz ıvır zıvırı toparlayıp kapı dışarı ettim.
-Balkondaki artık zamanı geçmiş biberlerin topraklarını bir çuvala boşaltıp gelecek yaz için hazırlayan eşime destek attım. 
-Baklava yufkası, tahin ve cevizle kuru baklava benzeri bir tatlı yaptım.
-Yetmedi damla sakızlı su muhallebisi pişirdim.
-Eric Faye'nin "Nagazaki" isimli romanından 25 sayfa okudum.
-Yemek hazırlayıp bulaşık makinesini çalıştırdım.
-Ve  çay demlenene kadar ertesi gün yayına girmesi için "Kitap Meydan Okuması"nın 8. sorusunu cevapladım.
Siz yorulmayın, ben kendimi tebrik ederim :)

8. gün: En abartılmış bulduğun kitap ("Nesi bu kadar meşhur bu kitabın, anlamıyorum?" gibilerinden)

Blog yazmaya başladığımdan beri en çok karşıma çıkan kitap Sabahattin Ali'den "Kürk Mantolu Madonna". 


Pek çoğunun hayatının kitabı haline gelmiş bu roman benim için Sabahattin Ali'nin belki de en sevemediğim kitabı. "Kuyucaklı Yusuf" ya da "Hanende Melek" dururken Madonna Hanım'dan yana kullanamayacağım oyumu. Bir moda halini almış "Kürk Mantolu Madonna" sevdasını çözebilmiş değilim. Fena halde abartıldığını düşünüyor, bu kitabı ikon olarak kabul edenlerden özür diliyorum :)

21 Eylül 2014 Pazar

ANKARA'YA VEDA TURLARI VE KİTAP MEYDAN OKUMASI (7)

Öyle böyle derken bir haftayı devirdik, 7. soru biraz kazık yerden çıktı:

7. gün: Sana kahkaha attıran bir kitap

Film izlerken ya da kitap okurken kahkaha atma konusunda biraz cimriyim. Sinemada elalem kahkahalarla gülerken ben ya hafifçe tebessüm eder ya da bu insanlar benim anlamadığım neye gülüyorlar diye düşünürüm. Okurken de öyle, pek öyle kahkahalarla güldüğüm bir kitap olmadı, belki bir çizgi bant ve onun kitap haline getirilmiş hali, kısacası Fırat. Uğur Gürsoy'un bu şahane çizgi bantını ve 3 cilt halindeki kitaplarını bilmeyeniniz yoktur herhalde. Salçalı eppek seven bu şapşal bücür beni kahkahalarla güldürebilen kahraman işte :)


Günlük ödevimi yaptığıma göre dünkü yürüyüşümden kareler paylaşabilirim. Ankara'ya veda etmeme az kaldı, görmediğim yer kalmasın hesabıyla dolaşıp duruyoruz şehirde kızkardeşle. Alttaki fotoğraflar İsviçre'den değil Botanik Parkı'ndan:





Pazarınız güzel olsun...

20 Eylül 2014 Cumartesi

KİTAP MEYDAN OKUMASI (6)

İyi gidiyoruz iyi, 6. güne geliverdik bile. Günün sorusu şu:

6. gün: Seni hüzünlendiren bir kitap:

Geçen yıl okumuştum sanırım, Sivas'ta,  Madımak yangınında kaybettiğimiz şair Behçet Aysan'ın kızı Eren Aysan'ın derlediği "Bir Eflatun Ölüm"ü. 


Okurken hüzünlerden hüzün beğeniyorsunuz da, kitabı hazırlarken şairin kızının duyduğu hüznü tasavvur bile edemiyorsunuz.

"Giderken kazağını unutma sakın
Ölüler de üşür, ölüler de
Son konuşmamız bu
Güz geldi, düştü yaprak..."
"kozalak yaktım ben de
sessizlikte-
ömrümün kozalaklarını
küllere sıvanmış
baştan başa dolaşıp
ağrıyan ormanı.
yağmur dindi sevgilim bak dinle
her şey dindi, acıysa dinmemiş halde."

Anısına saygıyla...


19 Eylül 2014 Cuma

KİTAP MEYDAN OKUMASI (5)

Ve 5. güüüün :) Sorumuz şudur:

5. gün: Seni mutlu eden bir kitap

Normalde okumaktan zevk aldığım tüm kitaplar beni mutlu eder ama illa birini seçmem gerekiyorsa çocukluğuma dönmem gerekiyor. Çocukluk dediğime bakmayın, 10 yaşında küçük bir kızken elime aldığım bu kitabı hayatımın çeşitli dönemlerinde dönüp dönüp okumuşluğum vardır, hala da ara ara kitaplıktan çekip karıştırırım. Hangi kitap mı, aşağıda:

Jean Webster'in yazdığı "Leylek Dede"yi ne zaman okusam yüzümde bir gülümseme hasıl olur. Kitabı ailece çıktığımız bir yaz tatilinde bizimle birlikte gelen kuzenim, Amasra çarşısındaki tozlu, küçük bir kitapçıdan alıp hediye etmişti bana. Pansiyona döner dönmez okumaya başlamış ve öyle sevmiştim ki o gün denize girmekten bile vazgeçmiştim. Yetimler yurdunda kalan ve zengin bir adam tarafından vasiliği üstlenildikten sonra koleje gönderilen Judy Abbott'un yaşam öyküsü anlatılır kitapta. Judy'nin ağzından günlükler şeklinde yazılmış roman çok akıcı ve eğlenceli, bilhassa yeni yetme genç kızların seveceği türden bir kitaptır. Okuduğum zaman verdiği mutluluğun yanı sıra bana Amasra'yı anımsatır, denizin kokusunu getirir, o güzel tatile ve çocukluğuma geri götürür. Şu anda evimden ve kitaplığımdan uzak olduğum için fotoğrafı benim gibi "Leylek Dede"yi çok seven ve kahramanın adını kendine blog adı olarak seçen "Hakiki Muhabbet/Judy Abbott"un sayfasından yürüttüm, beni hoşgöreceğinden eminim.

Kitap zaman içinde farklı isimlerle de yayınlanmış, "Örümcek Dede", "Uzun Bacaklı Baba" gibi, ayrıca sinema ve çizgi filmi yapılmış. Bir-iki yıl önce hem "Uzun Bacaklı Baba" isimli yeni bir baskıyı hem de aynı yazarın bir önceki kitabın kahramanı Judy'nin yakın arkadaşı Sally McBride'ın öyküsünü anlattığı "Sevgili Düşmanım" isimli kitabını da edinip okumuş ve kitaplığa konuşlandırmış bulunuyorum.


Peki sizi mutlu eden kitap hangisi?

18 Eylül 2014 Perşembe

AZ BİRAZ HÜZÜN VE KİTAP MEYDAN OKUMASI (4)


Şu yukarıda gördüğünüz blok apartmanın 16 numaralı dairesi ilkokuldan itibaren çocukluğuma, ergenliğime ve ilk gençliğime evsahipliği yapmıştır. Apartmana girip 3. kata çıktığınızda merdivenin hemen başındaki kapı bizimkiydi. Ayrılalı çok yıllar olmuştu ama kalbim hala oradaydı. Önünden her geçişte çocukluğuma bir selam yollar, orada geçirdiğim güzel günleri yadederdim. Bugün bir nedenle gittiğim Yenimahalle'de yıkılmaya başladığını görünce içime bir hüzün gelip oturdu. Yıkılacağını biliyordum ama o kalabalık apartmanı böyle kimsesiz, pencereleri kapıları sökülmüş görünce fena oldum. O duvarların içine, merdiven altlarına, balkonlara, bahçelere ayak izlerim, kahkahalarım, gözyaşlarım, sevinçlerim, acılarım sinmişti, hepsi yerle bir olacak çok yakında. Hani "Gitmesek de, görmesek de o köy bizim köyümüzdür" der ya şarkı, artık içinde yaşamasak da o ev bizim evimizdi, yoldan geçerken görmek bile mutlu ederdi, artık yerinde yeller esecek, kimbilir nasıl bir heyula yükselecek. 

Hafızamda renkli bir film karesi gibi kayıtlıdır. Yaşdaşlarım hatırlarlar, Türk filmlerinin siyah-beyaz olduğu yıllarda Zeki Müren'in başrolde olduğu yapımlarda mutlaka renkli birkaç sahne olurdu. Film siyah-beyaz akarken birden gösterişli, rengarenk bir sahne çıkıverirdi karşımıza. Ben de bu evlerin kurasını çekmek için ailemle geldiğim günü öyle hatırlıyorum. 5 yaşındaydım, anneannemin evi Hatıp çayı taşkınında yıkılmış, o zamanki hükümet evleri sele gidenler için bu evleri yaptırıp düşük faiz ve uzun vadelerle satışa sunmuştu. Bunun gibi 4 blok vardı, anneannemin evi-ki o da yakında yıkılacak-bir başka blokta idi, biz bir süre birlikte oturmuş, sonra yukarıdaki bloğa kiracı olarak taşınmıştık. Kura çekimi için sanırım bu blogun arkasında toplanılmıştı. Etraf göz alabildiğine yemyeşil kırlıktı. İlkbahar olsa gerek, gelincikler, papatyalar deli gibi açmıştı, ben arpa ambarına düşmüş aç tavuk misali o çiçekten o çiçeğe saldırmıştım. Çılgıncasına eğlendiğimi ve çok mutlu olduğumu hatırlıyorum, o günü hiç unutamadım zaten. Çok geçmedi taşındık, anneannemle geçen 1,5 yıl ve arada bir başka sokaktaki minik bir evde geçen bir yıldan sonra fotoğraftaki evimize yerleşmiştik, ilkokul birinci sınıfın yaz tatiliydi. Sitenin etrafı bir cennetti, bomboş arazinin ucu Atatürk Orman Çiftliğine uzanıyordu. Baharda yeni yeşermiş ekin tarlalarının arasından çiftliğe yürür piknik yapardık. Ya da Zehranın teyzenin eteğine yapışır onun önderliğinde yenebilir otları toplardık. 24 daireli bir bloktu ve çocuklar için ideal bir mekandı. Önde, arkada, yanlarda yer alan bahçeler, merdiven altları ve sahanlıkları, upuzun balkonlar, hatta arka bahçede yer alan trafonun önündeki beton çıkma oyun yerimizdi. Oralara sığmazsak blokların gerisinde yer alan şantiyeyi çevreleyen dikenli telleri aralar çekirge avlar, çiçek toplardık. Yandaki arsa yakantop mekanımız, kırlar çift ip atlama alanımızdı. Sonra daha büyük bir eğlence geldi, hemen bloğun yanına bir açık hava sineması açıldı. İlk yıl yanlış hesapla alçak tutulan duvarlar arsaya kilimleri serip çekirdek çitleyerek yaz boyu bedava sinema seyretmemizi sağladı. İkinci yıl işletme sahibi ayılıp branda gerdi ama ne gam, ister içeri girip izledik, olmadı arsaya oturup sesini dinledik. Ne konserler, ne sihirbaz-hokkabaz gösterileri, ne siyasi parti propogandaları izledik o sinemada saymakla bitmez. 24 daireli bu blokta komşuluklar sıcak, dostluklar vefalı, çocukluk sefalı idi. Yazları ortak balkona açılan daire kapıları kapanmaz, kışın mecburen kapatıldığında ise anahtarlar kapının üstünde bırakılırdı. Komşu teyzeler ortak annelerimiz, komşu çocukları ortak evlatlardı.

 

Biraz daha büyüyüp genç kız olmaya yüz tutunca balkonlarda oynanan evcilikler, merdiven sahanlıklarındaki "bir-ki-üç buçuk"lu top oyunları, beton alanlara çizilen seksekler gözden düşmüş girişteki merdivenin çiçekliğine oturup ilk kalp çarpıntılarını paylaşmaya, mahalle dedikoduları yapmaya başlamıştık. Ilık yaz akşamları bahçede istop oynuyor, balkonlarda İl Radyosu'ndan istek programları dinliyor, ikindi üstleri 5. durağa piyasa yapmaya çıkıyorduk. Hayat bize güzeldi, Yenimahalle orada yaşayan herkese.


Çok sürmez, bina tamamen yıkılır, belki Müyesser Teyzenin mahalle çocuklarıyla birlikte diktiği kavak ağacını da keserler. Zaten Müyesser teyze de bu dünyadan gideli çok zaman oldu, yetmedi, oğluyla gelinini, sevgili Şefika ablamla İhsan amcamı da yanına çağırdı. Annem de yok artık zaten. Kimbilir belki orada toplanmış yine apartmandakileri çekiştirip kebapçıdan ısmarladıkları dönerleri yiyorlardır. Zalimsin be hayat, durduğun yerde durmuyorsun, yokolup gidiyor herkes, her şey.

Haydi şu kitap meydan okumasının 4. sorusunu da cevaplayım da gidip biraz daha hüzünleneyim...

4. gün: En sevdiğin serinin en sevdiğin kitabı:

Dün bahsetmiştim en sevdiğim seri Alev Alatlı'nın "Orda Kimse Var mı?" serisi idi, serinin içinde en sevdiğim kitapsa "Valla Kurda Yedirdin Beni" olmuştu. Kitaplığımdan uzaktayım, o nedenle birkaç satır yazamıyorum, merak ediyorsanız okuyun diyorum ve kaçıyorum...