Sayfalar

30 Temmuz 2014 Çarşamba

BARYAM BİR-Kİ-ÜÇ


Geleneksel bayram şekeri fotomuzu koyduktan sonra gelelim sadede. Şekerlerin üç tanesi eksildi, geri kalan olduğu gibi duruyor, bayram bitince balkona çıkıp yoldan geçen ahaliye serpeceğim :) Çocukken annemin iğne deliğine sakladığı şekerleri, çikolataları o iğne deliğine girip çıkardığım ve afiyetle mideye indirdiğim günleri anımsayınca dolu şekerlik bana sadece yaşlandığımı hatırlatıyor.

Bayram her zamanki gibi önce yorucu, sonra telaşlı, daha sonra haşat, ardından sıkıcı ve son gün "ee yetti artık" modunda geçiyor. Çok gelenimiz gidenimiz de olmadı aslında ama ilk günkü geleneksel bayram yemeği hazırlıkları biraz yordu, yine de çoluk-çocuk, kardeş-yiğen toplaşıp güle eğlene yemek yemek güzeldi. Ardından kızkardeşle bir çocukluk fotoğrafı canlandırması yapmaya çalıştık. Şunu:


Tabii kızkardeş bu boyda kalmadığı için verdiğimiz poz Küçük Hüsamettin'le Dilenci Teyze şekline dönüştü. Ardarda denediğimiz 20 çekim de hüsranla sonuçlandı ama biz patlayıncaya kadar güldük, neyse ki kapalı mekandaydık :)

Bayramın ikinci günü o kadar yorulmuşum ve hava o kadar sıcaktı ki gün boyu güneşte kalmış yavru köpek modunda odadan odaya sürünüp bulduğum yere serildim. Gözümün açık kaldığı ender zamanlarda Candy Crush Saga'da günlerdir uğraştığım 377. leveli atladım, bayrama kısmetmiş :) Juli Zeh'in bilimkurgusal romanı "Temize Havale"nin son sayfalarını okuyup bitirdim, Pınar Sönmez'in "Uyku Kaçsa, Rüya Kalsa" isimli öykülerini yarıladım. Sonra mideye gönderdiğim az şekerli limonata ile ayılıp üzerine krema olarak bir de duş alınca kendime geldim. Ben kendime gelir gelmez de misafir geldi. Onları fındıklı güllaç ile ağırlayıp yolcu ettim, şekerlikten eksilen üç şekerin müsebbibi de yine onlar. 

Akşama doğru akraba ziyaretine karar verip yola düştük. Yengemin esintili terasına yerleşip şu manzaraya karşı serin serin yemek yedik:


Hazır terası bulmuşken kuzenle birer de dilek balonu uçurduk, ee bayramda keramet vardır, belli mi olur ya tutarsa:



Benim balon aya doğru yükseldi, şimdi oradaki kraterlerden birinin kıyısında dileğimi gerçekleştirmek için hoplaya zıplaya hazırlık yapıyor.

Ve sonunda son gün geldi, feci sıkıcı. Öğleden sonra ne olur bilmem ama bizim cadde sadece nüfus sayım günlerinde rastlayacağımız bir popülasyon arzediyor. Geceyarısından sabaha kadar bile dinmez bir trafiğe sahip caddenin bu hali şaşırtıcı:


Sessizlik güzel ama ben harekete alışmış büyük şehir insanıyım, sıkılıyorum bu tenhalıktan. Bitsin bayram, normale dönelim. Hee, bir de şu deniz, güneş, plaj, manzara fotolarınızı paylaşıp nisbet yapmasanız. Haydi kalın sağlıcakla, bir dahaki bayramda sıkılmak üzere...

26 Temmuz 2014 Cumartesi

BAYRAM DERKEN...


Geliyor yine, aslında sanki daha dün yolcu etmiş gibiydik. Ne çabuk geçti zaman ya da yaşlanmak böyle bir şey; yatcaz kalkcaz hooop bir daha bayram...

Bayramlara bayılmam, bizim evde tatil modunda geçmedi çünkü hiç, ne zaman düşünsem hummalı bir temizlik faaliyeti belirir gözümün önünde, ardından da peşpeşe sökün eden ve kahvelerini çaylarını hep benim hazırlamam gereken bir konuk kalabalığı. Annem bayram temizliği hastasıydı, ev dip-köşe temizlenir, üstelik bu temizliğin tantanası, söylemi bir ay öncesinden başlardı: "Bayram geliyor, temizlik yapılacak. Bayram geliyor, perde yıkanacak. Bayram geliyor, camlar silinecek." Höff, lafıyla yorulurduk yahu. O yüzdendir ki kendi evim olduğunda bayram hazırlığı da temizliği de hep olağan bir şeymiş gibi yapıldı, ev ahalisine çaktırılmadı. Zaten ailenin küçüğü olarak pek gelenimiz gidenimiz de olmadı, zorunlu ziyaretlerimizi yapıp evde yayılarak geçirdik bayram tatilini. Şimdilerde, yavaş yavaş ailenin büyüğü konumuna geçerken çoluk-çocuk birlikte bir yemek yemenin tadını çıkarmaya çalışıyoruz, onun dışında fazla değişen bir şey yok.

Durup şöyle bir düşündüm, bunca bayram geçirdim aklımda kalanlar nedir diyerek. Kimi komik, kimi saçma, kimi sıkıcı, kimi üzücü yüzlerce anı üşüştü, hepsini gülerek andım. Boşa dememişler "hayat yakın plan dram, uzak plan komedidir" diye. 6 yaşındayken mesela, aile büyüklerinin bile ellerini öpmeyen, biri elini uzattığında annemin arkasına saklanan ben mahalle çocuklarına uymuş, 24 daireli apartmanın tüm dairelerini gezip "bayramınız kutlu olsun" diyerek el öpmüştüm. Kader utansın ki Fikriye teyze dışında herkes şeker tutmuştu, sadece hiç ummadığımız Fikriye teyze 25 er kuruşla ödüllendirmişti bizi, o oldu zaten bir daha da böyle bir şeye ne cüret ne niyet ettim :)

İlkokuldaydım, tam bayram sabahı yüksek ateşle uyanmış ve bayram boyu Penisilin iğneleri yemiştim. Yengemin anneannesi Güliz teyzenin "sana bir mendilcikle çikolatacık getirdim yavrucuğum" diyerek verdiği çikolatayı da ateşim çıkar diye yedirmemişlerdi, hala aklım ondadır :) Aynı yengemin nişanlandıktan sonraki ilk bayramında hediye olarak uzattığı bebekse rüyalarımın bebeğiydi; yumuşacık, mis kokulu, üstelik kel olmasına rağmen saç fırçası ve biberonu bile vardı.

Anneanneme giderdik bayramın ilk günü, yaprak sarardı mutlaka; serçe parmak kalınlığında, hepsi bir boyda ve çok lezzetli. Yalnız götürdüğümüz şeker paketini dolaba kaldırır, bir önceki bayramdan kalma bayatlamışları ikram ederdi. İyice yaşlandığı zamanlardan birinde elimi uzattığım fındıklı akide şekerinden şirin, tombul bir kurt göz kırpmıştı bana :)

Bayramı evde değil de İzmir'deki halamlarda geçirmeye karar verdiğimiz bir yıl bindiğimiz tren rötar üstüne rötar yapmış, durduğu her istasyonda en az birer saat bekleyip yolcu üstüne yolcu almış, trene değil de mesai saatinde belediye otobüsüne binmiş gibi iğne atsan yere düşmez bir kalabalıkla seyahat etmiştik. Uzun süre ayakta yolculuk ettiğinden acıyıp biraz dinlenmesi için kardeşimi kucağımıza alarak onun yerine oturttuğumuz gençse yolculuğun sonuna kadar kalkmamış, biz koskoca bir kız çocuğunu saatlerce terleyerek kucakta taşımış ve 8 saatlik Ankara-İzmir arasını 36 saatte katederek rekor kırmıştık.

Nişanlarla, düğünlerle süslenen bayramlar olduğu gibi bir kaybın acısını yaşayıp duvarların üstümüze üstümüze geldiği bayramlar da oldu elbet. Ömrü olan her şeyi görüyor, dilerim hepinizin her bayramı gerçek bir bayram coşkusuyla geçsin, bayramınız şimdiden kutlu olsun...

23 Temmuz 2014 Çarşamba

GEZELİM, GÖRELİM, KEŞFEDELİM (ANKARA6)

Bugün yine Kale ve At Pazarı civarındaydık sıcağa rağmen. Keşfimiz ise bunca zamandır gözümüzden kaçan Pilavoğlu Han oldu.


Pilavoğlu Han'ın tarihi 16-17. Yüzyıl'a kadar dayanıyor. L tipi bir plana sahip, iki girişindan ana girişi kapatılmış, dehlizli bir girişle avluya ulaşılıyor, dehlizin iki yanında antikacı olarak işletilen dükkanlar ve bir çay ocağı var. Tek avluya ve iki kata sahip, üst kattaki odalar halen yoksullara ev sahipliği yapıyor. 50 yıldır burada kalan sakinler var. İlk adı Ali Paşa olan han Osmanlı'nın son dönemleri ve cumhuriyetin ilk yıllarında civardaki diğer bazı hanlar gibi cezaevi olarak kullanılmış. Pilavoğlu han kadın ve çocuk cezaevi olarak ayrılmış. Aşağıdaki fotoğraflar hanın şimdiki halinden bazı görüntüler:











Yeni keşiflerde buluşmak üzere...

21 Temmuz 2014 Pazartesi

CAM, PERDE, TEMİZLİK FALAN FİLAN


Bugünün etkinliği şahane(!), perde yıkayıp cam silme. Ne zamandır gri gri sırıtıyorlardı yüzüme, görmemezlikten geliyordum. Malum bu ev uzun süre boş kalıyor, ayrıca çok işlek bir cadde üstünde konuşlandığı için de perdelerin halini varın tahayyül edin. Camlar keza, yokluğumda olan çamuru, isi biriktirmişler üstlerinde, görünür yerleri şöyle bir silip bırakmıştım. Her tür domestik faaliyetten nefret ettiğim için bugüne kadar geldik ama baktım önümüz bayram, bir de duvardaki fotoğraftan annem sanki parmak sallıyor. Çaresiz işe koyuldum. O annem ki hipoksi nedeniyle halüsinasyon görüp yoğun bakımda yatarken bile komşumuza "bizim perdeleri yıkayıver" diye tembih etmişti. Bayram günü kirli bırakırsam kesin hisseder öbür taraftan. Sebepler zorlayıcı gördüğünüz gibi, dün gece hiç adetim olmadığı halde erkenden yatıp bir güzel uyuyunca sabahın köründe uyandım, "gün bu gündür Leylak hanım, kalk şu perdeleri, camları hallet" diyerek kalktım yataktan. İlk partiyi çamaşır makinesine atıp cam silmeye girişmiştim ki bilgisayarın güç kaynağından gelen "biiip biiip" sesleriyle irkildim, anladınız siz onu, elektrikler kesilmiş. Yahu kırk yılda bir iştaha gelmişim, yataktan kalkıp işe koyulmuşum elektriğin gideceği tuttu. Makine durdu, güç kaynağı zırıldar, dizim yüzünden çevikliğim kalmamış camların üst taraflarına ulaşamam, hasılı tüm enerjim dibe vurdu. Lakin başladık bir kere devam edeceğiz, muhtelif aralıklarla kesilen elektriğe, uyuşan ellerine, ağrıyan dizime rağmen yılmadım. Camları sildim bitti, perdeler halen yıkanmaya devam ediyor. Tabii ben de bittim.

Bir de bitmek üzere olan var, o da 1038 sayfalık "İri Memeler ve Geniş Kalçalar". Akşama sen sağ ben selamet durumları olacak, 100 sayfadan az kaldı. Ciddi bir okuma maratonu idi ve oldukça güzeldi. Shagguan Jintong'un ağzına zaman zaman terlik vurmak istesem de anasının hatrına kendimi tuttum. Çin Devrimini aşama aşama öğrendik kitap sayesinde ve "devrim kendi çocuklarını yer" sözünün gerçekliği de bir ölçüde ortaya çıkmış oldu. Okunma süreci biraz zorlu ama Marquez tadı veren bir romandı, hiç pişman değilim ve hatta yazarın diğer kitaplarını da okumak gibi bir projem de var. 

Bugün sonbaharımsı bir hava var Ankara'da, ayrıca ben cam sildim ya, yağmurun yağması şart oldu. Güneş gözlüğümün sapı gizemli bir şekilde kırılmış, mutfaktaki bulaşık süngeri kayıp, evde bir hayalet dolaşıyor sanırsam, kişt kişt diyor ve mutfak için-başta sünger olmak üzere-alışveriş yapmaya gidiyorum...

17 Temmuz 2014 Perşembe

GÜNDÖKÜMÜ

Dün blog aracılığıyla tanışıp arkadaş olduğumuz iki dost ta İstanbul'dan kalkıp günübirliğine Ankara'ya ziyaretimize geldiler, aman ne kadar güzel bir gün oldu. Toplam 6 saatlik birlikteliğimizde sohbetlere doyamadık. En çok ben konuştum tabii ki :)

Zaman kısıtlı olunca tüm rotamız Kale civarında döndü dolaştı. Bir cafeden kalkıp diğerine oturduk, bu arada önceden görmediğim bazı ayrıntıları keşfettim, daha doğrusu uzman arkeolog tarafından keşfettirildim :)


Yıllardır şu surun önünden geçer giderim, hatta defalarca fotoğraflamışlığım vardır, ortada görülen parçaların bütün bir lahde ait olduğunu bilmiyordum. Tamam orada aykırı parçalar olduğunun farkındaydım ama alttaki 4 parçanın bir lahdin dört köşesine konmuş heykeller olduğunu hiç farketmemiştim. Kendimi huzurunuzda kınıyorum...


Bu tesbih ağacını Pirinç Han civarında gördüm, sahibinin Galatasaraylı olduğundan kuşkulanıyorum. 


Bir başka keşif de bu oldu. Gramofon Cafe'de otururken gördük, tam karşısındaki dükkanda, kapının önüne oturmuş bu minyatür sandalye ve masaları imal ediyordu dükkan sahibi. 

Ve bunca zamandır her Samanpazarı'na gittiğimde önünden geçtiğim Arslanhane Camii'ne de ilk kez girip cidden etkileyici bir yapı olduğunu gördüm.




Diğer adı "Ahi Şerafettin" olan cami 13. yüzyılın başlarında yapılmış, bu adla anılmasının sebebi de ilk restorasyonun Ahi Şerafettin tarafından gerçekleştirilmiş olması imiş. Kendisi de camiin karşısındaki türbede yatıyor ve camie Arslanhane adının verilme sebebi de türbenin taşlarının arasında bir aslan kabartmasının olmasından kaynaklı imiş. Zaten camiin duvarları arasında Roma ve Bizans döneminden kalma taşlar, sütun parçaları göze çarpmakta. Camiin tavanı ahşap ve olağanüstü güzellikte ahşap sütunlar tarafından taşınıyor. Hasılı gidilip görülesi bir mekan.

Bu güzel günü arkadaşlarımızı havaalanına yolcu ederek bitirdik ama havalanına yolcu etme eylemlerimiz bugün de devam etti, babayı da bugün İzmir'e uğurladık. Sonrasında da çok keyifli bir mekanda kahvelerimizi içtik kızkardeşle: "Pasta Dükkanı". Tunus Caddesi'ndeki bu şirin dükkanda ev yapımı pasta ve kurabiyeler bulabilirsiniz. Daha çok sipariş usulüyle çalışsalar da gelen konuklara da güleryüzle ve samimi bir şekilde hizmet ediyorlar:


Bugünlük de bu kadar, kalın sağlıcakla...

15 Temmuz 2014 Salı

GEZELİM, GÖRELİM, KEŞFEDELİM (ANKARA5)

Aslında ne gezdik, ne fazla bir şey gördük, ne de keşfettik ama olsun, epey uzun bir yol gittik, o da keşiften sayılır :) Bugün babanın isteği üzerine Çubuk turu yaptık. Bunca senenin Ankaralısıyım çocukluğumda Çubuk Barajı'nda yapılan piknikler dışında Çubuğu görmüşlüğüm yoktu. Bu vesileyle önemli eksikliğimizi giderelim dedik ve belediye otobüsüne atlayıp yola düştük. Otobüs klimalı ve rahattı, ilk duraktan binince istediğimiz koltuklara da yerleştik, tıkır mıkır gittik, uzun uzun gittik. Yeni yapılmış yüzlerce bina, siteler, parklar, yapay havuzlar, Uygur çadırı biçiminde dinlenme yerleri, Osmanlı-Selçuklu karışımı kapılar, saat kuleleri, köprüler, tüneller, devasa futbolcu maketleri, kilim ve buket formu verilmiş çiçek tarhları, fabrikalar, havaalanları, uçaklar, bahçeli evler, bahçesiz evler, korular, hastaneler, pastaneler gördük ve bir saatlik gidişin sonunda acemi yolcu olduğumuzu anlayan otobüs şoförünün önerisiyle şehir merkezinde indik. Etrafa bir bakındık, kayda değer değişik bir şey göremedik. Otobüste gözümüze çarpan yeni restore edilmiş ve üzerinde "Çubuk Müzesi" yazan konağı gezelim bari dedik, geldik ki kapılar kilitli, henüz açılmamış. Neyse ki yan taraftaki elektrik direğinde şunu gördük de oraya kadar yürüdüğümüze değdi:



"Çekmeyin ya, yüzüm eskiyor" :)

Henüz açılmamış ve geleceğin müzesi olacak konak da şu:


E buraya kadar geldik, ne yapalım? Bari yemek yiyelim, hem babanın şekeri düştü, tez lokanta buluna. Bulduk neyse, Halil İbrahim'in sofrasını hem de, yedik bir şeyler. Ardında da Çubuğa gelinir de turşu alınmadan gidilir mi dedik ve taksi durağındaki şoför biraderlerimizin tavsiyesiyle "Koçum Turşu"dan Çubuk usulü salatalık turşusu aldık. Aşağıda mevsim nedeniyle kurumuş Çubuk Çayı'nı ve poşetlenmiş Çubuk turşusunu görüyorsunuz:


Bir adet de genel görünüm sunar ve otobüse atlayıp döneriz efenim...


Yarına süpirikli havadislerimiz var, bizi izlemeye devam ediniz...

14 Temmuz 2014 Pazartesi

GEZELİM, GÖRELİM, KEŞFEDELİM (ANKARA4)

Şimdi Ankara'dayız ya, bizde vakit bol. Baba da burada, gezdirmek lazım. O'na ne kadar hitap eder tartışılır ama kaç yıldır adını duyup kendini görmediğimiz bir harikayı artık görme vakti geldi diye düşündük ve yola düştük. Zaten Ankara'da gezilip görülecek kaç mekan var. Önemli olan gittiğin yerde bir şeyler yakalamak. Sözünü ettiğim harika Sincan'daki Harikalar Diyarı Parkı. Ulaşım zorluğundan dolayı hiç niyet etmemiştik ama yeni açılan metro hattıyla işler kolaylaşınca harekete geçtik.

Zor olmasa da uzun bir yolculuk oldu. Önce Ankaray'la Kızılay'a gittik, oradan Metro'ya geçiş yapıp Batıkent'e ulaştık. Batıkent'te bekleyen trenlere aktarma yapıp devam ettik. Aşağı yukarı bir saat sürdü. Yeni açılan metro hatları sanırım sinyalizasyon nedeniyle biraz ağır çalışıyor. Yine de klimalı ortamda oturarak yolculuk ettiğimiz için sorun olmadı. Harikalar Diyarı istasyonunda inip doğrudan parka girdik. Hava hatırı sayılır ölçüde sıcak, park hayli büyük olduğundan "Masal Adası"na ulaşana kadar haliyle biraz yorulduk.


Çimlerin üstünde muhtemelen park içindeki düğün salonunda akşama törenleri olacak sarışın bir gelinle saçları erken ağarmış bir damat fotoğrafçıya terler akıtarak poz vermekte idiler. Yanlarından geçip Cüceler Ülkesi'ne düşmüş Güliver silüetiyle ufukta görünen Masal Adası'na doğru ilerledik.


Güliver amca ön cepheden daha görkemli görünüyordu:


Kapıda bizi Pambık Pirenses'le 7 güççük yavrusu karşıladı. Yalnız bugüne kadar siyah saçlı tanıdığımız prenses hanım modaya uyup saçlarını sarıya boyatmış. Eee yılların Pamuk prensesi, ağarmıştır artık o saçlar, o da hayatında bir değişiklik yapıp sarıya çevirmiştir.


Pamuk hanımın yüzündeki ifade "Ne işiniz var bu sıcakta burada, otursaydınız ya evinizde, bizi de taciz etmeseydiniz, Pazar temizliği yapacaktık" der gibiydi aldırmadık. Ne de olsa yıllarca huysuz üvey ananın yanında yaşadı, huy kapmıştır az da olsa. 


Pamuğu domestikliğiyle başbaşa bırakıp Şirinler'in köyüne yollandık. İnsan evladı dediğin böyle olur, kapıda pastayla karşıladı bizi Aşçı Şirin, Şirine de hemen kalemini çıkarıp not defterine bir imza istedi. Ünlü ziyaretcilerden imza almak huyuymuş övünmek gibi olmasın :)


Aaa o da kim? Eski dostum Sevimli Hayalet Casper. Yıllardır görüşmemiştik, sarıldık, kucaklaştık, pek özleşmişiz. Huyunu suyunu bildiğimden kulübeden gelen homurtular ve arkadaki kötü hayaletlerin yüz ifadesi hiç umurumda olmadı. Eski dost Casper'in himayesindeydim ne de olsa...



Biz Casper'le yumoş yumoş muhabbet ederken yukarılardan bir yerden kılıç şakırtıları ve "Atıl Kurt!" sesleri geldi. Kafayı kaldırdım ki ne göreyim, Tarkan ve köpeğimsi kurdu ya da kurdumsu köpeği kayaların ucundan dost muyuz, düşman mıyız diye bizi gözlüyor. Hemen altında da Karaoğlan kılıcını çekmiş alesta bekliyor. "Selam dünyalı, biz dostuz" dedik ve yolumuza devam ettik. Neme lazım, babamın gözleri biraz çekik, Çin imparatoru falan sanır, durduk yerde başımıza iş almayalım.


Tarkan'dan paçayı kurtarıp biraz ilerledik, baktık Nasreddin Hoca suyun başına oturmuş, elinde yoğurt kabı. "Hayrola Hoca" dedik, "ne yapıyorsun?". "Göle maya çalıyorum" dedi. "Hay çok yaşayasın Hoca, göl maya tutar mı?" dedik. Tuhaf tuhaf yüzümüze baktı, "yahu" dedi, "bunca zamandır bu fıkra anlatılır, hala öğrenemediniz mi cevabımı da rahatsız edip durursunuz, ikileyin." Süklüm püklüm ayrıldık huzurdan. Keloğlan arkamızdan şarkı söylüyordu:

"Ben bir garip Keloğlanım, eşeğimin yok palanı
Varım yoğum doğruluktur, hiç sevmem ben yalanı
Bir kocakarı anam var, üç-beş tavuk bir de inek
Bazı konar kel kafama evsiz barksız birkaç sinek"



Red Kit'le, Daltonlarla, Temel Reis'le, Tenten'le, Pinokyo'yla ve daha bir sürü kahramanla selamlaşıp hasbıhal ederek yürümekten terlemiş ve yorulmuştuk ki Oburiks'i o sıcakta sırtında dikilitaşla görünce halimizden utandık. "Kolay gelsin aga, yardıma ihtiyaç var mı?" dedik. Bırak cevap vermeyi, dönüp bakmadı bile, "Ne diyor bunlar ya?" dercesine kafayı sallayıp nakliyata devam etti. 

Yeterince yorulmuştuk artık dönüş yoluna düşmüştük ki önümüze Barnie ve Betty Moloztaş çıktı. Hal-hatır sorduk, iyilermiş, Bambam boks antrenmanına gitmiş, vaktimiz kısıtlı olduğundan Fred ve Vilma'ya görünmeden sıvıştık. Çakıl oracıkta Dino ile oynuyordu, yanağından bir makas almayı ihmal etmedik tabii ki.



Dönüş yolunda önümüze çıkan eşeğe benzeyen ağaç güldürdü bizi:






Harikalar Diyarı'nın masal kahramanlarına, ağaçlarına, çimenlerine, fıskiyelerine, ördeklerine veda edip ayrıldık sonra. "Bir daha gider misiniz?" derseniz cevabım "Hayır" olur ama çocuklarınızı ve içindeki çocuğu hala koruyanları bir kez, daha serin bir havada ziyaret ettirseniz hoşlarına gidebilir.

Yeni bir mekanda görüşmek dileğiyle...

12 Temmuz 2014 Cumartesi

GEZELİM, GÖRELİM, KEŞFEDELİM (ANKARA3)

Bugün biraz da can sıkıntısından Gençlik Parkı'na doğru uzandık. Ankara'da çocukluğunu ve ilk gençliğini geçiren 40 yaş civarı herkesin Gençlik Parkı ile bir anısı vardır. Yaş sınırı yükseldikçe anıların yoğunluğu da artar. Hayatımıza katılan en büyük renkti çocukken Gençlik Parkı'na yapılan gezmeler. Nevaleler hazırlanır (kimi zaman pide, kimi zaman börek-çörek), akşam serinleyecek hava için yedek hırka alınır, konu komşu birleşilip düşülürdü yola. Kimi zaman parkın içinde bulunan üç gazinodan (Lunapark Gazinosu, Yazar Aile Bahçesi ve Japon Bahçesi) birinin aile matinesi tercih edilir, erken gidilip sahne kenarında yer tutulur, cüzi miktardaki giriş ücretine ilaveten bir semaver ısmarlanır, yenilip içilirken de en meşhur ses sanatçıları-kimi zaman artistler-canlı canlı izlenirdi. Daha sık yapılansa yine nevaleleri yüklenip göl kenarındaki veya Luna Park içindeki çay bahçelerinden birine (tahta sandalyeli, rengarenk masa örtülü Recep Özgen çay bahçeleri) gidip yine semaver eşliğinde felekten bir gün ya da gece çalmaktı. Genellikle yolun sonu Luna Park'a çıkar ve çocuklar da mutlu edilirdi. Arada "Şişman"dan dondurma alınır, kimi zaman kavanoz içindeki bir ceninin sergilendiği, ödümü koparan Sağlık Müzesi ziyaret edilir, gölün ortasına uzanmış gemi şeklindeki Ada Restaurant'ta yemek yiyebilen şanslı azınlığa imrenilir, çok ender olarak da gölde kayık sefası yapılırdı. Gece klübü havasında bir-iki gazino daha vardı, buralara orta halli ailelerin pek yolu düşmezdi. Hiç unutmuyorum, çok küçüktüm, bu klüplerden birinde o zamanlar çok ünlü olan Dario Moreno sahne alıyordu. Biz de ailecek bir Gençlik Parkı turu yapmış dönüyorduk, bu klübün önünden geçerken anneannem aniden yön değiştirip giriş kapısına doğru yöneldi. Kapıda duran görevliye tüm sempatisini kullanarak; "Yavruuum" dedi, "şu Dari Mari'yi pek merak ettim, no'lur izin ver de bi göreyim". Anneannem şeytan tüyüyle doğan şanslı azınlıktandı, ona "hayır" diyecek pek az insan vardı, nitekim görevli de "hayır" diyemedi ve "gel teyze" diyerek kulise götürdü. Az sonra dönen anneannemin yüzünde belirgin bir hayal kırıklığı vardı. "Ne oldu, gördün mü?" diye sorduğumuzda umursamazca şu cevabı verdi: "Amaan bildiğin adammış". Ne sandıysa artık :)

Tabii bunların hiçbirini bulamayacağımızı bilerek gittik birkaç yıl önce elden geçirilip düzenlenen parka, yine de eski halini görmesek de anılarımıza bir dönüş yaşadık.



Göle doğru uzaman bu fıskiyeli su yolu eskiden kaskatlar halinde iner ve geceleri rengarenk ışıklarla aydınlatılırdı. Parkın alamet-i farikası gibiydi. Şimdi çok sıradan olmuş.



Kaskatların sona erdiği alanda sağlı sollu bu iki tunç heykel yer alırdı. Ankara dışından gelip de Gençlik Parkı'nı ziyaret eden hemen herkesin bu heykellerin yanında fotoğrafı vardır. Zaten elinde koca makinesiyle bir fotoğrafçı "Fotoo, fotoo" diye dolaşır dururdu. 


Heykellerin bulunduğu yere bir çerçeve içinde bu damlalıklı fıskiyemsi şey yerleştirilmiş, güzelim heykellerse parkın en görünmeyen yerine, İdare Binası'nın kapısının iki yanına terkedilmiş.


Çardaklı oval yol, parkın en sevdiğim yeri idi, neyse ki formunu bozmadan yenilemişler. Çardağın üstünü mor salkımlar sarmış, bu mevsimde hala çiçekli, mis gibi kokuyorlar. Göl için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim, hayli kirli ve üzerinde kayık yerine çirkin görünümlü kahverengi yosunlar yüzüyor, gölün tabanı da mavi bir muşambayla kaplı. Oval yolun arka tarafında, eskiden mini golf sahalarının, dondurmacıların, Sağlık Müzesi'nin falan olduğu bölümler çimlendirilmiş. Eli boş gönlü hoş ne kadar erkek varsa çimenlerin üstünde yatıyordu. Hemen hepsi ayakkabısını, büyük bir kısmı da çoraplarını çıkarmış, ayaklarının özgürlüğünü ilan etmişti. Arada tek tük çiftler öpüşüyor, çorapsız adamlar da film izler gibi onları izliyordu. Tuhaftır ki daha önce geldiğimde adım başı karşıma çıkan mebzul miktardaki güvenlik görevlilerinden bir tanesine bile rastlamadım.


Oval yoldan hep annemleri arkada bırakıp koşarak giderdim çocukken, çünkü bu yolun sonunda eğimli köprü ve köprüden iner inmez de Luna Park vardı. Favorim Bugi Bugi ve Atlı Karınca idi, bazen babamla çarpışan arabalara ve dönme dolaba da bindiğim olurdu. Hediyeli ip çekmeye de bayılırdım ama şansıma gömlek yakası balinasından başka bir şey çıkmazdı. Ha bir de Fanto Manto vardı, bir nevi korku tüneli, merak edip biner sonra da tünelden çıkana kadar gözlerimi kapatırdım. Tam çıkışta kapıda bekleyen cadı kılığına girmiş iki görevli kafamıza süpürge vururdu. Motorsikletli 2-3 kişinin silindir şeklindeki duvarda sürat yaptığı "Rotor" gösterisini izlerken de nefesimi tutardım. Merkezkaç kuvveti denilen şeyi ilk orada babamdan öğrenmiştim. 


Nikah Salonu ve ünlü köprüsü. İyi havada evlenen her gelin ve damadın bu köprü üstünde mutlaka fotoğrafı vardır. Önceleri Göl Gazinosu olarak hizmet veren mekan 70'li yılların başında nikah salonuna dönüştürülmüştü. Ben de orada evlenenlerdenim ama çok yağmurlu bir gün olduğu için köprü üstü fotoğrafım yok ne yazık ki. Şu anda herhangi bir işleve sahip değil bina, tadilat çalışmaları var, köprü de geçişe kapalı. Umarım tekrar nikah salonu olacaktır ya da kültür merkezi olarak hizmete sunulacaktır. 


Buradan geçerek dönüş için metro istasyonuna ulaştık. Eskiyle alakası kalmasa da yine de beton binaların arasında nefes alınacak bir yeşilliktir diye teselli buluyor insan. Burası artık gençliğimin parkı değil sadece "Gençlik Parkı"...