Sayfalar

31 Aralık 2013 Salı

MUTLU YILLAR




Acısız, kayıpsız, yüz güldüren bir yıl olsun 2014...



29 Aralık 2013 Pazar

YENİ YILA ÜÇ KALA


2013'ü uğurlamaya üç kala yılbaşı telaşlarındayız. İlginç bir şekilde yılın son haftası çok yoğun geçiyor, gitmeden "bunu da bunu da" der gibi. Dün sabah hayli yorgun olmama rağmen elimde kalan son Turkcell Sarı Kutu beleş biletini heba etmemek için sinemaya gittim, "Senin Hikayen" filmine. Normal şartlarda gider miydim emin değilim, para vermeyecek olunca izledim. Eh sıkılmadım da, Oscarlık bir yapım değildi elbette, kimi zaman eğlenceli, kimi zaman hüzünlü bir seyirlikti ama evde oturmaktan iyidir sonuçta. Sinema çıkışı birkaç mağaza dolaşıp yapmam gereken bazı alışverişleri yaptım, elim kolum poşet dolu yağmur altında kendimi bir dolmuşa attım, iki durak önce inip kargo şubesine uğradım, adıma gelen paketi aldım, sonunda eve ulaştığımda çantamdan anahtar çıkaracak halim kalmamıştı. Lakin apartman kapısının camından gördüğüm manzarayla enerjim tavan yaptı. Posta kutusu kartla doluydu. Dumanlı, suratsız postacımız üç haftadır uğramadığının acısını çıkarmak ister gibi Cumartesi günü teşrif edip biriktirdiği onlarca kartı kutuya atmıştı. Derin bir nefes alıp hepsini elimdeki poşetlerin içine fırlattım ve paldır küldür merdivenleri tırmandım.

Sıra işin en keyifli yanına gelmişti, her bir zarfı teker teker açıp kartları okudum, okudukça gülümsemem yanaklarımdan kulaklarıma doğru yayıldı. Kim ne derse desin hatırlanmak, özel bir günde güzel dilekleri ileten bir kart almak kaç yaşında olursan ol iyi geliyor ruha. Buradan şu ana kadar kartları ve armağanları elime ulaşan Lalenin Bahçesi, Atalet, Bilgenin annesi, Fermina Daza, Real Fiesta, Mineflora, Macera Kitabım, Ece, Aylağın Günlüğü, Parpali, Leyl, Şuşu, Akşam Sefası, Mor Kalemlik, 2Kedi1Balık, Buğday Tanesi, Ness'in Kelebekleri, Nazpek, Sanat Notları, Mavi Balon, Fıstıklı Tombi, Yasemen ve Bir Dilim Sohbet bloglarının sahibi sevgili arkadaşlarıma ve blogger olmayan diğer dostlarıma kucak dolusu sevgilerimi ve teşekkürlerimi gönderiyorum. Dilerim nice yılları sağlıkla uğurlayalım, daha güzellerini sağlıkla karşılayalım.

Böyle güzel başlayan ve güzel devam eden gün akşam üstü biraz tatsızlaştı, biliyorsunuz Antalya'da 6 şiddetinde bir deprem oldu. Salondan gelen tabak şıngırtısı üzerine "ne oluyor" diye bakmaya gittiğimde sallanan avizeler ve şıngırdayan bir vitrinle karşılaştım. Böyle durumlarda bana aptallık mı desem, soğukkanlılık mı desem, şok hali mi desen bir sakinlik geliyor. Ellerimi vitrine dayayıp neredeyse 1 dakika süren deprem bitene kadar o şekilde bekledim. Peki ya daha şiddetli birşey olup o vitrin üstüme yıkılsaydı? İnsan bazı şeyleri ne kadar bilirse bilsin uygulayamıyor. Sonuçta kazasız-belasız, hasarsız atlattı Antalya bu sarsıntıyı. Umarım bununla sona ermiştir. Korkunun ecele faydası yok, olacak şeylerin önüne de geçemeyeceğimize göre itidalli olup normal yaşantıya devam etmek gerek. Doğa bu, kimi zaman sever, kimi zaman döver. Ona yaptıklarımıza karşılık hâlâ bize iyi davrandığını da unutmamak lazım. 

Yeni yıla üç kala Pazar'ınız güzel ola arkadaşlar...


28 Aralık 2013 Cumartesi

EN EN EN ENNNNNN!..

Eh madem geldik yılın sonuna geleneksel olarak "En"leri belirlemek lazım değil mi? Kitaplardan başlayalım o zaman:
-80 kitap okumuşum bu yıl, en beğendiklerimi şöyle sıralayabilirim, ilk sırayı Mehmet Eroğlu'nun "Fay Kırığı" üçlemesinin 3. kitabı olan "Rojin"e vereceğim:


Ayrıca yerli yazarlardan Sezgin Kaymaz'ın "Kün"ü, Hakan Günday'ın "Daha"sı, Engin Ergönültaş'ın "Minare Gölgesi" üst sıralarda kendilerine yer bulurlar. Yabancı yazarlara gelirsek tabii ki Isabel Allende'den "Maya'nın Günlüğü"ne birazcık torpil yapacağım. 


Bunun yanısıra Juli Zeh'in "Sessizliğin Gürültüsü" ve Gerbrand Bakker'in "Dolambaç"ı da aklımda kalan kitaplar arasında yer aldı. Polisiyeyi ayrı bir kategori olarak ele alırsam Esra Türkekul'un "Kapalıçarşı Cinayeti" yılın sonuna doğru bana en keyif veren polisiye olma ayrıcalığını kazandı. 

İzlediğim filmlere gelirsek; gerek sinemada gerekse DVD aracılığı ile 70 film izlemişim. Yerli filmler arasında favorim festival sırasında izlediği Atıl İnaç'ın "Daire"si oldu:


Yabancı filmlerin en "en"i ise İranlı yönetmen Asghar Farhadi'nin "Geçmiş/Le Passe" filmi idi.


İkinci sırayı ise bir Filistin filmine, "Omar"a vereceğim. 2013'ün en nefret ettiğim filmi ise sırf Antalya'da çekilmiş olmasın aldanarak gittiğim "Her Şey Yolunda" idi. En etkilendiğim belgesel ise ağlayarak izlediğim "Menekşe'den Önce" oldu.

Gelelim konserlere, izlediğim en güzel konser tartışmasız Leman Sam konseri idi:



Ardından Ferhan-Ferzan Önder kardeşlerin piyano dinletisi ve Cem Karaca'yı Anma Konseri gelmekte.

Yıl içinde izlediğim üç balede "en" nitelemesini "Aspendos Yüzyılların Aşkı"na, tiyatro oyununda ise "Bir Daha Çal Sam"a yakıştırıyorum.

2013'de Marmaris, Datça, İzmir ve Ulukışla'ya 4 seyahat yaptım, Ankara'yı saymıyorum doğal olarak. Elbette ki en güzeli Datça gezisi idi. 

Yılın en hoş anılarından biri TRT Radyo 1'de "Canlı Okumalar" programına konuk olarak katılmam, en tatsız olayı halamı kaybetmem, ülke çapında en etkileyici olanı ise Gezi Olayları idi.

2014'e 3 kala dileğim kişisel ve toplumsal anlamda daha güzel daha huzurlu günlere kavuşabilmek. Barış içinde, sağlıkla, bol kitaplı, sanatsal faaliyetli, gezmeli tozmalı zamanları sevdiklerimizle geçirebilmek, görüşmeyi bir türlü beceremediğim arkadaşlarla buluşabilmek ve belli mi olur belki şu sürekli geciktirdiğim kitabımı yazıp bitirebilmek. Ya kısmet diyelim...


26 Aralık 2013 Perşembe

KOKİNA


Güçbela iki demet kokina buldum yakınlardaki bir çiçekçiden, bulunmuyor bu şehirde bu meret niyeyse. Çiçekçinin bile bunun yılbaşına has bir bitki olduğundan haberi yoktu, topçukları hafiften buruşmaya başlamış demet için söylediği parayı çok bulduğumda: "Abla valla maliyeti kurtarmaz, zaten ben almayacaktım hadi bulunsun diye 3-4 tane aldım" dedi, bunu söyleyen de "Interflora" üyesi, hayli büyük ve tanınmış bir çiçekçi. Beni kokinasız koymaya ahdetmiş bu şehir, geçen yıl da Lalem göndermişti sağolsun ta İstanbullardan. Şimdi diyeceksiniz ki kokinasız kalsan ne olur, kalmasan ne olur. Bir şey olmaz tabii ki ama ben yılın bu zamanlarında vazoma bu neşeli, kırmızı topçukları koymazsam eksik hissediyorum kendimi. Bendeki de böyle bir yeni yıl ruhu. Büyüklerinden umudu keseli çok olduğu için kücük mutluluklarla avutmaya çalışıyorum yorgun ruhumu. Artık çoğunuzun gözünde benimle özdeşleşen yazar Füruzan'ın "Gecenin Öteki Yüzü" öyküsünü okumuştum yıllar önce. Sonra tek kanallı TV döneminde TRT dizisini yapmıştı. Türkiye'ye yeni dönen Haluk Bilginer ve o zamanlar botokssuz mahzun yüzüyle Zuhal Olcay oynamıştı ana rolleri. Zengin ve soylu bir ailenin sınıf farkı ve yoksulluk yüzünden istemediği bir gençle evlenip dışlanan ve eşinin iş kazasında ölümünden sonra küçük kızıyla yalnız, parasız ve desteksiz kalan kızını başarıyla canlandırmıştı Zuhal Olcay. Yüzündeki o hüzünlü anlama çok yakışmıştı oynadığı rol. Küçük kızıyla sığındığı eski bir apartmanın bir odasında hayatını sürdürmeye çalışan, içine kapanmış bu gururlu ve görmüş geçirmiş genç kadını saklandığı kabuktan aynı binanın bir başka odasında yaşayan iki kardeş çıkaracaktır. Soğuk bir Doğu ilinden İstanbul'a gelip herşeye rağmen güler yüzle sırtlanmışlardır büyük şehrin onları yoran yükünü. Kardeşlerden kız olanı çekinerek çalar genç kadının kapısını ve  küçük kızıyla birlikte yılbaşı gecesini geçirmek için mütevazı odalarına davet eder. Önce tereddütle karşılar bu daveti kadın, sonra gitmeye karar verir. Ve bir demet kokina alır hediye olarak götürmek için. Gittikleri evin sobayla yayılan sıcaklığı, semaverdeki çayın fıkırtısı, yağmaya başlayan kar, genç kızın ikram ettiği üzeri çörekotuyla süslenmiş peynir, radyoda çalmaya başlayan tango ve genç erkekle yapılan dans genç kadının yıllardır buz tutmuş kalbini yavaş yavaş eritmeye başlayacaktır.
Tanrım, nasıl güzel bir öyküdür bu ve nasıl bir oya gibi ince ince dokunmuştur kelimelerle. Belki o yüzdendir kokinaların ruhuma saldığı mutluluk. Derim ki yeni bir yılı karşılamaya hazırlanırken-hele ki eskisi berbat gündemiyle bizi perişan etmişken-biraz renk, biraz ışıltı ve okunacak bir Füruzan öyküsüyle umut yükleyelim bünyeye...


21 Aralık 2013 Cumartesi

LEYLAĞIN HASTASIYIM, MİMLERİN USTASIYIM

Yav ne oldu bana anlamadım, mim cevaplamayı falan pek sevmezdim, bir haftada ikincisini cevaplamaya başladım. Yaşlanıyorum azizim, ondandır sebep...dersem de inanmayım, Fermina adımı zikreder de ben yapmam mı istediğini, cümle mimler köpeği olsun onun da evdeki köpek sayısı üçe çıksın. Yalnız ricam Koko ve Kudi'yle uyumlu olması bâbında "Mim" ismini "Kim" olarak değiştirmesi şeklindedir. Şimdi gelelim sınav sorularına:

1- Hayatında deliler gibi mutlu olmana sebep olan bir an var mı?
Deliler gibi olmasa da mutluluğun anlık olduğuna inanan biri olarak epeyce var olduğunu düşünüyorum. Düşünüyorum düşünmesine de şak diye aklıma gelmiyor işte. En iyisi Fermina'dan kopya çekeyim. 7-8 yıl önceydi, annemi yeni kaybetmiştim, ruh halim dibe vurmuştu, infilak etmek üzereydim ki kuzenim İstanbul'a davet etti. O kadar uzun süredir gitmemiştim ki hiç görmemiş gibiydim (şöyle diyeyim en son gittiğimde henüz ilk köprü bile yoktu), işte otobüsle İstanbul'a girerken Köprü'dan gördüğüm Boğaz manzarası zihnime film karesi gibi çakıldı, salakça bir mutluluk kapladı her yanımı uzun zamandan sonra ilk kez. Şimdi ne zaman İstanbul deseler gözümün önüne ilk gelen budur:


Sanırım İstanbul, Boğaz, manzara bahane ortamdan ayrılıp kafayı değiştirme şahane idi...

2- Şimdi oralarda olmak vardı dediğin bir yer? Bir mekan? Bir şehir?
Artık oralarda olmak imkansız olsa da-çünkü artık yok-Niğde'de, büyük teyzemin muhteşem bahçesindeki minik yazlık evde, kuzenlerimle birlikte olmak isterdim.

3- Bugünlerde en çok dinlediğin şarkı?
Fazıl Say'ın "İlk Şarkılar" isimli son albümünden "İnsan İnsan" isimli parça. Fazıl Say çalmış, Güvenç Dağüstün, Selva Erdener, Burcu Uyar ve Cem Adrian ses vermiş. Şu anda da o çalıyor zaten...

4- Giymekten keyif aldığın ayakkabı hangisi, ne tür? Peki ayakkabı numaran kaç?
Off of, en derin yarama parmak basıldı. Ne yazık ki giymekten keyif aldığım ayakkabıyı giyebilme lüksüm yok. 36 ile hayata atılan ayaklarım şu an 38 i görmüş 39'a göz kırpıyor durumda. Ayrıca sağ tekine şık bir kemik ve her ikisine de muhtelif nasırlar eklenmiş olduğu için keyif almasam da rahat ettiğim ayakkabı türü spor ayakkabılar ve Berkemann sandaletlere dönüştü. Oysa sivri burunlu orta boy ince topuklu ayakkabı türünden nasıl keyif alabilirdim, kader utansın...

5- Bana giyim tarzını anlatır mısın?
Yıllarca öğretmen olarak görev yaptığım ve o yıllarda pantolon yasak olduğu için elbise ve etekten bıktım. Emekli olduğumdan beri kot ya da kanvas pantolon üstü tişört, V yaka kazak en favori giysilerim, fular çok kullanırım. Biraz şık giyinmem şartsa siyah etek üstü uzun gömlek ya da siyah ağırlıklı dökümlü bir bluz yeterli olur. 

6- Uğurlu bir eşyan var mı?
Uğur atfetmesem de mavi taşlı gümüş bir yüzüğüm var, her an takmam ama şehir dışında gittiğim her yere yanımda götürürüm.

7- Tahammül bile edemediğin yemek ya da lezzet?
Kelle-paça, mumbar dolması, kokoreç. Asla...

8- En çok sevdiğin film sahnesi?
"Muhsin Bey" filminde Şener Şen'in çiçeklerine su verirken onlarla konuştuğu sahne. Bir de "Şaka ile Karışık" filminde Ofsayt Osman'ı canlandıran Sadri Alışık'ın final sahnesi:


9- Şiir, öykü vs. içinde geçen en sevdiğin kitap cümlesi?
"Mutfaktan akşam yemeği hazırlıklarının sesleri geliyor. Tabak çatal çınlamaları.
Hemen bir kekik kokusu uydurdum uzaktan gelen.
Sonra da ağlayacağım."
Füruzan/Parasız Yatılı-Taşralı öyküsünden

10- Türkçe haricinde hangi dile ilgi duyuyorsun, ya da hangisini konuşmak isterdin?
Yabancı dillere ne kadar meraklıysam o kadar az konuşabiliyorum. Almancam kayboldu gitti, oysa Alman Kültür'ün ileri kuruna kadar çıkmıştım çetin ceviz bir sınavla. İngilizce'yi şakır şakır konuşmak isterdim, keyfim için İspanyolca ve İtalyanca. Bir de şair Prevert'i ana dilinden okumak için Fransızca. Estetik olarak çok güzel olduğundan Japonca da öğrensem fena olmazdı yani. Neyse ben Türkçe'yi unutmayım da gerisinden vazgeçtim :)

11- Gözlük ya da lens kullanıyor musun?
İlkokul sondan beri miyobum, liseyi bitirene kadar gözlük kullandım, kullandıkça numarası ilerledi. Son sınıfta çıkarıp attım, gerilemeye durdu. Şimdi sadece sinema, tiyatro gibi mekanlarda sahneyi, perdeyi görmek için kullanıyorum ama ben de Fermina gibi uzağı görmek için gözlerimi kısıyorum, erkenden kazayağı sahibi oldum o sayede :) Sürekli taksam yakını görmem zorlaşıyor. Küçük yaşta uzun süre gözlük takmanın ödülü olarak da yaş icabı kullanmam gereken yakın gözlüğüne ihtiyaç duymuyorum.

12- Alışverişini yapmaktan en çok hoşlandığın şey nedir?
Kitap, kırtasiye ve hür türlü ıvır zıvır...

13- İnternet hiç yokken hayatımda .......... vardı.
İnternet yokken hayatımda olanlar yine var, sadece okuduğum kitap sayısı biraz düştü ama yine de normal bir insana göre çok fazla sayıda okuyorum.  İnternet hayatımda olan hiçbir şeyi yoketmedi aksine zenginleştirdi.

14- Şans mı? Tesadüf mü? Kader mi?
İnanmak istemesem de üçüne de inanıyorum, denendi çünkü...

15- Ekşi mi? Tatlı mı? Acı mı? Sade mi? Şu anki hayatını tamlayacak en yakın lezzet hangisi?
Ortaya karışık, hep de öyle oldu zaten. 

16- İkinci bir şansın olsa kim olarak dünyaya gelmek isterdin?
Kim? Yerinde olmaya özendiğim biri yok ama yazar olmak isterdim veya çok iyi kanun çalan bir virtüoz.

17- Başka bir mesleği seçecek olsaydın bu ne olurdu?
Böyle bir imkan gerçekleşecek olsaydı işte o deliler gibi mutlu olduğum an olurdu. Mesleğimi hiç sevmedim, şu anda en çok emekliliğimi seviyorum ama başka bir meslek seçmem mümkün olsaydı kesinlikle sanatla ilgili olurdu ya da müzikle. Yukarıda da yazdım ya kanun sanatçısı olmak isterdim ya da ud. Ressam, tiyatro oyuncusu, yazar, mimar, hatta sanat tarihçisi olabilirdim. Ola ola en sevmediğim branşın öğretmeni oldum. Gel de kader deme...

18- Birgün mutlaka bu duyguyu tatmalıyım dediğin bir olay var mı?
Yazarının yalnızca ben olduğum bir kitabın çıkması hoş olurdu.

19- Hayatın boyunca en nefret ettiğin insan özelliği?
Fesat, iki yüzlü ve demagog insanlardan kesinlikle nefret ederim. Kendiyle dalga geçemeyen egosu şişkin insanlara tahammülüm yok. İnatçı ve sabit fikirliler de uzak dursun mümkünse benden...

20- Rüyaların gerçekliğine inanır mısın? Rüyalarını dikkate alır, hatırlar mısın?
 Rüya görmekten hiç hoşlanmıyorum, keşke bir imkan olsa rüyaları ameliyatla aldırsak :) Aynı kötü rüyayı 22 yıl arayla gördüm ve rüyaya konu olan kişi-ki o dayımdı-birinde ağır yaralandı, diğerinde öldü. Her akşam benzer bir rüya görürüm korkusuyla giriyorum yatağa. O yüzden rüyalar olmasa hayatımda hiçbir şey eksilmez.

Oy pek uzunmuş yahu, yazdım da yazdım. Haydi blog dostlarım hiçbirinizi zorlamıyorum ama gönüllüyseniz buyurun buradan yakın :)



20 Aralık 2013 Cuma

ÖZETLE


-Vakit öğlen oldu ve evden sadece posta kutusuna bakmak için çıktım, o da boştu zaten. Postacı yine isyanlarda, işi yavaşlatma eylemine girdi kesin.
-Ve posta kutusuna bakarken apartman kapısından günün en ilginç görüntüsünü yakaladım: Bit kadar bir köpek, hani şu bacakları incecik, kısacık, gövdesi uzun süs köpeciklerinden. Tüylerini traş ettirmişler ve üzerine leopar desenli birşey giydirmişler. Garibim ne duruma düşürüldüğünü bilse sahibini en nazik yerinden ısırırdı eminim.
-Sonra balkondan bakarken sırt çantası omuzunda, okuldan dönen 9-10 yaşlarında bir oğlan çocuğu gördüm, keyfi yerinde, yüksek sesle şarkı söyleyerek gidiyordu. Evlerinin bulunduğu apartmanın kapısına yaklaşınca leopar postuna bürünmüş minnak köpeği gördü ve "Selamünaleyküüüüm" dedi neşeyle. Köpek öyle şiddetle havlayarak çocuğun üstüne atıldı ki zavallıcık ayakları poposuna vurarak koşup uzaklaştı. Bizim apartmanın etrafında bir tur dönüp tekrar evine girmeyi deniyordu ki köpek 2. kez saldırıya geçti, oğlancık yine dörtnal. Eee, giydirirsen leopar postunu o da kostümüne uygun davranır.
-2 gün önce Turkcell Sarı Kutu'dan beleş düşürdüğüm ve yıl sonunda hükmünü kaybedecek sinema biletlerini değerlendirmek için "Düğün Dernek" filmine gittim. Beğenenlerden özür diliyorum, müthiş saçma buldum. Bu derece abartılı oyunculuklar beni değil filmden hayattan soğutuyor. Salonda bulunan 10 kadar izleyici kahkahadan kırıldı, o ayrı konu. Ben ikinci yarıda filmin bitmesine az kala bir repliğe birazcık gülümsedim. O derece işte, ne kadar suratsız, sevimsiz olduğumu siz anlayın.
-Sonra zencefilli, tarçınlı yılbaşı kurabiyeleri yaptım, çoluk çocuğa, kızkardeşe yılbaşı hediyesi eşlikçisi olarak yolladım, afiyetle yerler umarım.
-Yılın sondan bir evvelki kitabı olarak "Hürrem Sultan'ın Torunları"nı okuyorum. Hanedandan geriye kalan kadın üyelerle söyleşiler yapılmış. Hepsi yoksulluk çektiklerinden bahsediyor ama maşallah fotoğraflarına fon olan eşyaların bir tanesini benim evdekilerin tümünü toplasan satın alamazsın. Haliyle üzüldüm biraz durumlarına (!)
-Onun dışında başım ağrıyor ve vertigom hafiften sinyal gönderiyor, duymamazlıktan geliyorum.  Önümüzdeki hafta yoğun geçecek gibi, hastalık istemiyorum. 
-Öyleyse kalın sağlıcakla...

Not: Fotodakiler ikinci posta açan liliumlarım, öyle güzeller ki kahvemin lezzetini arttırıyorlar...

17 Aralık 2013 Salı

ORTAYA KARIŞIK


Bir garip haller içindeyim bu aralar, gündemden bunalan ruhumu yaklaşan yılbaşı havasıyla dinlendirmeye çalışıyorum. Ağaçta yanıp sönen ışıklar, kırmızı bir mum, posta kutusunda bulduğum kart, kargonun bir dosttan ulaştırdığı  armağan, vitrinlerdeki yeni yıl ışıltısı gönlümü şenlendiriyor. Bizimkisi züğürt tesellisi, büyük yaraları onarmaya güç yetmeyince küçük mutluluklarla idare etmek kalıyor ancak. Her neyse uzun zamandır mimlerle falan uğraşmıyordum, esasen bunca yıllık blogger olarak iyi kötü herkes hakkımda birşeyler öğrendi ama Ferminam ister de ben cevaplamaz mıyım o mimi, maksat eğlence olsun:

1- En sevdiğin renk:
Ben başta yeşil olmak üzere her rengi severim ama söz konusu tercih olunca siyaha gider elim, malum zayıf gösteriyor :)

2- En sevdiğin çiçek:
Görünen köy kılavuz istemez demek istiyorum, anladınız siz onu :)

3- En sevdiğin yemek/sebze/içecek:
Patlıcanlı tüm yemekler ve sarma çeşitleri favorimdir. Haliyle bu durumda en sevdiğim sebze badılcan oluyor. İçecek sıcaksa kahve, soğuksa soda, alkollü ise bir dost sofrasındaysak rakı. Tek başıma alkollü içki asla içemem, biradan nefret ederim ama uzun muhabbetli rakı sofralarına bayılırım. Arada öylesine bir içki içmem gerekirse beyaz şarap tercihimdir.

4- En sevdiğin yerli/yabancı şarkı:
Yabancı şarkı konusu biraz düşündürücü, yenileri hiç bilmiyorum desem yeridir ama yıllar ötesinden Sandy Posey'den "All Hung Up In Your Green Eyes" diyebilirim. Yerlilerden ise Selda'dan "Gün Biter Gülüşün Kalır Bende" ve Türk Sanat Müziği'nde tek geçtiğim Saadettin Kaynak bestesi "Dertliyim Ruhuma Hicranımı Sardım da Yine" favorilerimdir.

5- En sevdiğin komedyen:
Ben güldüren o kadar az komedyen vardır ki. Gündelik hayatta çok neşeli bir insan olmama rağmen komedyenlere çok az gülüyorum. Çok eskiden Zeki Alasya-Metin Akpınar'a gülerdim, artık gülmüyorum. Belki eski Şener Şen filmleri, o adamda beni çeken bir şey var çünkü...

6- En sevdiğin kız/erkek isimleri:
Hiç özel bir şey düşünmedim, ismi taşıyan insanın güzelleştirdiğini düşünürüm. Ama sevmediğim isim kendi ismim olabilir, çok sert sessiz var, telaffuzu zor ve hep yanlış söylenir.

7- En sevdiğin kitap:
Bir tanesini seçebilmem mümkün mü? Belki yüzlerce isim sayabilirim ama illa bir tane diyorsanız Isabel Allende "Ruhlar Evi", yerlilerden de Barış Bıçakçı "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" diyebilirim.

8- En sevdiğin yerli/yabancı oyuncu:
Uğur Polat'ı tek geçerim yerlilerde.  Yabancılarda Juliette Binoche favorim, erkek oyunculardansa nefret ettiklerim var: George Clooney, Brad Pitt, Leonardo di Capprio :)

9- En sevdiğin yerli/yabancı film:
Oyy akşam yediğimi unutmuşken :) Il Postino'yu sevmiştim yabancılardan, sonra bir İran filmi: Serçelerin Şarkısı. Var öyle bir kaç tane. Yerlilerden mi, valla şu an hiç aklıma gelmiyor ama muhtemelen yine bir Şener Şen filmidir.

10- En sevdiğin yerli/yabancı dizi:
Yine gerilere gideceğim çünkü şu anda severek izlediğim bir dizi yok ama eskilerden "Yeditepe İstanbul" bence şahane bir şeydi, yine "İkinci Bahar" ve izlemelere doyamadığım "Şaşıfelek Çıkmazı" benim için efsane yerli dizilerdir. Yabancı dizi olarak "Savaş ve Anılar" isimli bir 2. Dünya Savaşı dizisini unutamam. 

11- En sevdiğin yerli/yabancı şehir:
Herşeye rağmen İstanbul diyeceğim, üstüne Muğla ve kazalarını ekleyeceğim. Antalya'yı kategori dışı bırakıyorum, o mütemmim cüzüm :) Yabancı şehir tecrübem henüz yok itiraf edeyim ama Floransa olabilirdi gibi geliyor.

12- En sevdiğin gazete-gazeteci:
Yok, daha doğrusu artık yok :)

13- En sevdiğin mevsim/gün/ay:
İlkbahar tabii ki, gün Çarşamba, ay ise Mayıs ve Eylül.

14- En sevdiğin kıyafet, kıyafet tamamlayıcısı/takı:
Kot pantolon üstü tişört. Kıyafet tamamlayıcısı fular, takı ise küpe. Küpesiz asla çıkmam, unuttuysam geri döner takarım, evden uzaklaştıysam en yakın aksesuarcıya girip bir küpe alırım. 

15- En sevdiğin makyaj malzemesi/bakım ürünü:
Göz kalemi, olmazsa olmazımdır. Sürmedim mi hasta mısın diye sorarlar. Bakım ürünü konusunda çok tembelim. El kremi dışında hiçbirşey diyeceğim, alır, bekletir, sonra çöpe atarım.

16- En sevdiğin çizgi karakter:
Snoopy, üstteki resimle kendini belli ediyor zaten :)

17- En sevdiğin anı:
Denizli'de ilk öğretmenliğe başladığım okuldan tayinim Antalya'ya çıkmıştı. Çok sevdiğim sınıflardan birine (lise 2'ydi sanırım) son kez derse girdim. Zilin çalmasına yakın sıralar arasında dolaşarak veda niyetine bir şeyler söylüyordum. Öne yürüyüp öğretmen kürsüsüne geldiğimde gördüğüm manzarayı asla unutamam. Sınıftaki çocukların hepsi ağlıyordu. Bir daha beni bu kadar seven bir sınıfım oldu mu emin değilim.

18- En sevdiğin özelliğin:
Neşeli olmam, ufak şeylerle mutlu olup kendimle dalga geçebilmem. Bazen bu özelliklerimin zararını görmüyor değilim. Kendimle geçtiğim dalgaları sahi sananlar çıkabiliyor :)

19- En sevdiğin his:
Seyahatlerde hissettiğim kafayı boşaltma, başka biri olma duygusu...

20- En sevdiğin canlı:
Çocuklarım diyeceğim :)

Ay ne uzunmuş be yav, yaz yaz bitmedi. E hadi bakalım kim isterse cevaplasın. Kestane kebap acele cevap...

16 Aralık 2013 Pazartesi

MİNİBÜS DİYALOGLARI


Geçen hafta bizi evlere kapatan soğuk bugün biraz yumuşayınca kendimi dışarı attım. Yapmam gereken alışverişler, uğramam gereken yerler vardı. Ben Ankara'da iken açılan bir AVM ile başladım tura, fotoğraftaki şirin kardan adam da oranın yeni yıl süslemelerinden. Yürümeyi gözüm kesmeyince dolmuşa binmiştim, iyi ki de binmişim, hayatımın en ilginç dolmuş diyaloglarını işiterek ulaştım alışveriş merkezine.

Şoför zaten bıçkın bir tipti, Yeşilçam'ın kötü adam tiplemelerine benzer, iri kıyım, pos bıyıklı. Hemen arkasında oturan adam ve yan koltukta oturan kadınla sıkı bir muhabbete girmişlerdi tenha minibüste. Şoförümüz-bundan sonra Ş. olarak söz edeceğim ondan-çoluğu çocuğu beslemek için çalışmaktan emekli olmaya fırsat bulamadığından yakınıyordu. İşi bıraksa, evde yatsa, garı buna çay-kahve, yemek getirse, arada garıyı koluna takıp parka, deniz kenarına falan gitse ne güzel olurmuş halbuuusi. Sözün burasında yanda oturan kadın söze karışıyor, askere gidip çavuş olsa rahatlıkla erlerin canına okurdu, öyle bilmiş, öyle iş bitirici bir tip. Bundan sonra ondan çavuş olarak bahsedeceğim. İşte Çavuş dedi ki: "Annah, ne çalışıp duruun, git evine yan gel yat, çocuklar ne ederse etsin. Şimdi yemezsen yaşlanınca hiç yiyemezsin. Bak bende golusturul var, her şeye recim ediyom".
Ş: "Golusturulun mu var, yağlı yimeyecen o vakit."
Çavuş: "He, hem de üç çeşit golusturul var bende, ilaç içiyodum ama sonra raporumun zamanı geçti, şindi içmiyom:"
Ş: "Ene, golusturulun çeşidi de mi varmış?"
Çavuş: "Var tabi, HDL, LDL, bir de tringiliz"
Ben burada kopma noktasındayım, kahkahamı tutmaktan mosmor, tiringilizin "trigliserid" olduğunu kavrıyorum.
Bu arada Ş'nin arkasında oturan adam-ki ona da A diyelim-lafa karışıyor:
A: "En kötüsü HDL"
Ç, atlıyor: "Hayır, hepsi kötü ama en kötüsü LDL, bi de tiringiliz"
O sırada minibüs kırmızı ışıkta duruyor ve Çavuş hanım nereye geldiğimizi aniden farkedip benim solumda oturan iki adama bağırmaya başlıyor:
"İreceep, İreceeep ne oturup durursunuz, burada inin siz, inin"
Adamlar hiç oralı değil, oturmaya devam ediyorlar. Ç yine avaz avaz:
"İreceep kime diyom, inin laaan"
Ve sonunda kalkıp İrecep'le yanındakini kolundan tutup zorla indiriyor, arkalarından da bağırıyor: "Acele edin haa, bak kime diyom hiç kendini yorar mı?"
Şoföre dönüp izahat veriyor sonra:
"Dayımın oğlu olur da, doktora gidiyor, çökelek götürüyor. Geçen ameliyat olduydu"

Ne yazık ki ineceğim durağa geliyor ve bu şahane muhabbetin devamını kaçırıyorum. Tringilizimi bir ölçtürsem mi acaba?

15 Aralık 2013 Pazar

IŞILTI

Biraz ışıldadık, biraz parıldadık. Hem ruhumdaki çocuğa, hem bedenimdeki büyüğe iyi geldi...




Hem dallarında dostların baktıkça gülümseten anıları var, daha ne olsun...


13 Aralık 2013 Cuma

EVDE KİM VAR? (BİR DE YEMEK FIRTINASI 6)


Kadın sabah gözlerini açtığında her bir kas ve kemiği soğuk ve nem yüzünden sinyal vermeye başlamıştı bile. "Antenlerim çekmiyor, sizi duyamıyorum, şımarmanıza izin vermeyeceğim" diyerek terliklerini giydi ve banyoya yöneldi. Sonra da sabah rutini olarak balkona çıktı. Dışarıda parlak bir güneş ve hatırı sayılır bir ayaz vardı. Hemen karşı apartmanın altındaki soğuk hava deposunun kapı önüne parketmiş kamyonetleri de üzerlerindeki "Buzz" yazısıyla algıyı güçlendiriyorlardı. Fazla oyalanmadan içeri kaçtı kadın. Gözü mutfak tezgahındaki akşamdan yıkanıp hazırlanmış turunçlara takıldı. "Önce kahvaltı mı yapsam, bunları mı sıkıp kaynatsam?" diye bir ikirciklenme yaşadı. Sonra kahvaltı üstü gireceği rehaveti hesaplayarak önceliği turunçlara verdi. Üst dolaptaki elektrikli narenciye sıkacağını almak üzere sandalyeye çıkarken dizi "Heyy no'luyoruz?" diye seslendi. Duymamazlıktan geldi kadın, sıkacağı alıp tezgaha koydu, sakınarak indi sandalyeden. Büyük boy kesme tahtasını çıkarıp turunçları ortadan kesmeye başladı. Sonra sessizlikten sıkıldı, gidip radyoyu açtı. Mutfağı kadın spikerin güzel sesi doldurdu; "Nar Tanesi" ismi verilmiş bir sosyal sorumluluk projesi üstüne proje sorumlusuyla sohbet ediyorlardı. Kestiği turunçları sıkmaya başladığında sohbete ara verildi, Kayahan girdi devreye: "Öp Beni Büyük Aşkım". Kadın suratını buruşturdu, oldum olası sevmezdi Kayahan'ı, lakin elleri turunç suyuna bulanmış olduğundan kanal değiştiremedi, çaresiz sonuna kadar dinledi Böyyük Usta'yı. Elleri ve ayakları fena halde üşümüştü, "bu nasıl Akdeniz iklimi" diye söylendi, Antalya'da evlere kalorifer sistemi yerleştirmeyen zihniyete saygılarını gönderdi. Üç gün sonra soğuklar yerini ılıman havaya bırakınca fikrini değiştireceğinden emin turunçları yarıya indirdiğinde mikrofonu Seçil Heper devralmıştı. İşte bu güzeldi, zevkle dinledi, ardından ergenlik sorunlarıyla ilgili bir sohbet başladı uzman psikologla. Turunçlar bitmek bilmiyordu; kes, sık, süz, kes, sık, süz. Ellerini yıkayıp bir kahve yaptı kendine, tezgaha dayanıp kahvesini içerken radyodan kime ait olduğunu çıkaramadığı bir sesten bir zamanlar Selçuk Ural'ın söylediği "Kumsaldaki İzler" şarkısını değişik sözlerle dinledi. Şarkı bittiğinde kahve de bitmişti, son bir gayretle kalan turunçları halletti, koca bir tencere dolusu turunç suyu olmuştu. Ocağı yaktı, tencereyi ateşe koydu ve kendine kahvaltı hazırlamaya başladı...

Ve #yemekfirtinası6 :

Bugünün ödevi en çok yaptığımız kek ve tarifi. Çok gençken kek yapmayı hiç beceremezdim. Sonradan anladım ki bütangazıyla çalışan fırınıma aitti kabahatin çoğu. Sonra çok yakın bir arkadaşım pasta tenceresinde pişen bir kek tarifi verdi, uzun zaman tencerede pişirdiğim o keki, fırınımı değiştirdikten sonra fırında da pişirmeye başladım. O zamandan bu yana belki yüzlerce kez yaptım, bir kez bile yüzümü kara çıkarmadı. Son derece kolay, aşırı çırpma gerektirmeyen, değişik malzemelerle zenginleştirilebilen bir ana tarifti bu. Aşağıda malzemeleri paylaşıyorum, eminim ki pek çoğunuzun kek tarifi de benzer şekildedir:

-Yumurtaların boyutuna göre 3 ya da 2 yumurta
-1 bardak şeker
-1/2 bardak sıvı yağ
-1 bardak süt veya yoğurt (ben genellikle yarım süt yarım yoğurt karışımı yaparım)
-1 paket kabartma tozu
-Aldığı kadar un 
-İsteğe göre üzüm, ceviz, fındık vs

Yumurta, şeker, yağ ve yoğurt çatalla iyice karıştırılır. Un ve kab.tozu birlikte elenir ve hamur bozamsı bir kıvam alana kadar ağır ağır eklenir. İçine konacak malzeme una bulanarak ilave edilir. 180 derecelik fırında pişirilir. Bu kadar basit...


 Fotoğraftaki kek aynı tarifle yapıldı. Kalıba döküldükten sonra üzerine dilimlenmiş elmalar yerleştirilip tarçın serpildi ve fırına verildi.

12 Aralık 2013 Perşembe

GÜNDELİK

Bugünlük geçici olarak üstlendiğim yemek blogu hallerine ve #yemekfirtinasi'na ara verdim. Biraz buralarda ne var ne yok ondan bahsedeyim. En başta soğuk var, rüzgar var. Başka yerlere yağan karın etkisi bizde ayaz olarak ortaya çıkıyor, Antalya ayazı fenadır, hele de eviniz kuzeye bakıyorsa hapı yuttunuz. Yıllarca kuzeye bakan ısıtılmamış sınıflarda ders vererek halen sahip olduğum kronik bronşiti edindim. Neyse ki evim güneye bakıyor da dışarda buz gibi ayaz varken pencereden giren güneşle soba yanıyor gibi ısınan odanın tadını çıkarıyorum. Bugün evdeyim, tembellik yapacağım. Dün sabahtan alışveriş, öğleden sonra arkadaş toplantısı nedeniyle yorucu ve üşütücü bir gün olmuştu. 

Bizim ev bu ara arka arkaya çiçek açıyor, ikinci kez açan liliumdan sonra sımsıkı kapalı tomurcuklarla gelip vazoda üç gündür süzülen kesme çiçeklerim bu sabah şahane biçimde uyandılar:


Bu da bir zambak türü olsa gerek, yoksa orkide mi bilemedim doğrusu, Beste bilir herhalde...

 

Soğuk havayı ısıtan bir başka hoşluk geç de olsa posta kutuma yerleşen yeni yıl kartlarım. Çocuk gibi seviniyorum her birine baktıkça. Noel Babam Datçalı, yeni yıl için süslenmiş o güzel cafe ise Belçikalı. Kartlar kadar güzel yollayıcılarına bir kez daha teşekkürler...


Ve dünkü alışverişten payıma düşen bu, kendime aldığım yeni yıl hediyesi polisiye. Şu isminin ve kapağının hoşluğuna bakar mısınız? Umarım içeriği de ismi ve kapağı kadar eğlencelidir...

Evet bizim cepheden havadisler böyle, henüz ağacımız süslenmedi, 15'inden sonra yaparım o işi ben. Likör uykuda, portakal reçeli yavaş yavaş tükeniyor, sıkılmayı ve kaynatılmayı bekleyen turunçlar var ve pek yakında yeni yıl kurabiyeleri yapmaya başlayacağım. Seviyorum bu  hazırlıkları ben, içimdeki çocuğa çok iyi geliyor. Haydi kalın sağlıcakla...

11 Aralık 2013 Çarşamba

YEMEK FIRTINASI 4 (EV AHALİSİNİ MUTLU ETME ZAMANI)

Her şey birkaç yıl önce bir arkadaşımınn bir dizi kuru patlıcan ve bir torba tane sumakla çıkıp gelmesi ve "sen yöresel yemekleri seversin, bunlar Urfa'dan geldi, belki pişirirsin" diyerek elime tutuşturması ile başladı. İtiraf edeyim o güne kadar kuru patlıcanlı bir yemek pişirmemiştim. Ama bulduğum yerde yemeyi severdim. Annem meraklıydı sebze kurutmaya; yaz geldi mi biber, patlıcan hevenklerini balkon demirlerine asar, birkaç tepsi dolusu da yeşil fasulye kuruturdu. Hiç sevmezdim, hele pişerken çıkardığı kokudan nefret ederdim o kurutulmuş fasulyenin. Arada kıymalı yaptığı kuru patlıcan dolmasına ise itirazım olmazdı. Evlenip ilk çalışma yerim Denizli'ye gittiğimde dikkatimi çeken şey beni çok şaşırtmıştı. Özellikle hâl içinde yer alan dükkanların hemen hepsinde kara hevenkler halinde kuru patlıcanlar asılıydı. Zar inceliğinde oyulmuş ve şerit şeklinde soyulmamış simsiyah patlıcan kurularıydı bunlar. Muhtemelen o yörede çok pişen bir yemekti ama iki yıla yakın kaldığım şehirde ne pişirdim ne de herhangi birinin evinde yedim.

Bana verilen kuru patlıcanlarla sumağa gelince epeyce bir zaman bekledi mutfakta. Hiç pişirmemiştim ama nasıl pişeceği konusunda aşağı yukarı bir fikrim vardı. Bir sabah gözümü açar açmaz ilk aklıma gelen kuru patlıcan dolması yapmak oldu. Cesarete bakın ki telefon açıp bir arkadaşımı da yemesi için davet ettim. Beni gören bin yıldır kuru patlıcan dolması pişiriyor sanırdı. Ahizeyi yerine koyar koymaz mutfağa dalıp patlıcanları haşlamaya koyuldum. Tane sumağın ne şekilde ilave edileceği konusunda  bir bilgim yoktu, tamamen tahmine dayanarak kocaman bir bardağın yarısını sumakla doldurup üstüne sıcak su ekledim. Sıra iç hazırlamaya gelmişti. Genelde her şeyi göz kararı ile yaparım, yine aynı yönteme başvurdum. Yıkadığım pirinçlerin içine bir bardak kadar ince bulgur ilave ettim. 3-4 iri soğan ve bir baş sarmısağı bızztladım, acı ve tatlı biber salçalarına biraz da domates salçası ekleyip pirinçlere karıştırdım. Bol nane, çam fıstığı, öğütülmüş sumak işin baharat kısmını oluşturdu. Harmanladığım karışıma bolca sızma zeytinyağı döküp patlıcanlara fazla sıkıştırmadan doldurdum. Tencereye sıralayıp üstüne ekşisini iyice salmış sumak suyunu süzgeçten geçirerek döktüm, üstüne bir kapak yerleştirip ocağa koydum. Ağır ağır pişti. O kadar merak içindeydim ki daha soğumadan bir  patlıcanı ağzım yanarak yuttum, sonuç şahaneydi. İlk geçer notu misafirimden, ikincisi aile efradından aldım. 


Şu anda bu dolmayla özdeşleşmiş durumdayım. Başta oğlum olmak üzere herkesten özel istek hep bu yönde oluyor. Eh, onlar ister de ben yapmaz mıyım...


10 Aralık 2013 Salı

YEMEK FIRTINASI 3 (TURUNÇ EKŞİLİ SICAK İÇECEK)

2 yıl önceydi, dışarıda olduğum bir sonbahar günü bir arkadaşımızın dükkanının önünden geçerken bahçesindeki turunç ağacı dikkatimi çekti. Dalından kopan turunçlar yerlere düşüp patlamış, oraya buraya saçılmıştı. Kendi kendime "Neden kimse toplamaz ki, oysa ne güzel ekşi yapılır" diye düşündüm. Bilenler bilir Antalya'da kaldırımlarda çoğunlukla turunç ağacı dikilidir, baharda çiçek açınca mis gibi kokutur sokakları. Sonbahar sonu ve kışın da meyve verir ama kimse bu meyvelere yüz vermez. Ağaçta kalanı kurur, yerlere düşeni ziyan olur gider. Turunçla ilgili fikirlerimi eşime aktarınca iki gün sonra bir koca poşet dolusu turunçla çıktı geldi, yukarıda bahsettiğim arkadaşın ağacındaki turunçları benim için toplayıvermişler sağolsunlar. Hemen işe giriştim, önce güzelce yıkadım, sonra elektrikli narenciye sıkacağında iyice sıktım. Sıktığım suları süzerek koca bir tencereye aktardım ve uzun süre kaynattım. Soğuyunca da şişelere aktarıp buzdolabına kaldırdım.


Sonra mı, bütün bir kış limonun kullanılacağı her yerde kullandım, şahane bir tadı ve olağanüstü bir kokusu vardı. Bugüne kadar turunç ekşisi yapmadan geçirdiğim kışlara yandım.

Yine bir kış günü ağrıyan ve yanan boğazıma iyi gelecek bir içecek arıyordum. Ihlamurdan bıkmış, ada çayından oldum olası hoşlanmamış, çaydan çözüm bulamamış aranıp dururdum ki turunç ekşisi aklıma geldi. Hemen bir fincana kaynar suyu boşalttım, üstüne de göz kararınca turunç ekşisi ekledim. Şeker eklemedim, o kadar tatlı bir kadınım ki onun yerine parmağımı batırdım tatlansın diye-dersem inanmayın-ben şeker kullanmam sıcak içeceklerde ama arzu eden şeker atabilir. İlk yudumu aldığımda burnuma dolan koku ağzımdaki tadı unutturdu. Müthiş bir aromaydı, sanki sıcak bir içecek değil de turunç çiçekleri içiyordunuz, öyle güzel. O günden beri kış içeceklerimin başında gelir turunçlu sıcak su:

 

Fotoğraftakine taze turunç sıktım zira henüz ekşimi kaynatamadım. Turunç ekşisiyle çok daha güzel olduğunu da belirtip imkanı olanlara yapmalarını tavsiye ederek kaçayım huzurdan...

9 Aralık 2013 Pazartesi

YEMEK FIRTINASI 2

Kış geldi, geldi evet. Antalya'ya bile geldi valla. Dışarıda öyle bir rüzgar ve Beydağları'nın tepelerine birikmiş karların yanından kopup gelmiş öyle bir ayaz var ki Antalya'nın Akdeniz iklimli olduğuna bin şahit ister. Yapar böyle, her kış birkaç gün, iliğinizi kemiğinizi dondurur, sonra çekip gider. Unutursunuz üşüdüğünüzü falan. Ha bir de deli yağmurları vardır, aman da aman. Yağmur değil afet, bardakla değil kovayla boşanır sular. Bazen bir hafta sürer, bazen bir saat. Sonra güneş olgun, kocaman bir portakal gibi bulutların arasından sıyrılır ve anında kupkuru eder göle dönmüş sokakları, bahçeleri. 

Bugün yağmur yok, fena ayaz var. Yapılacak en güzel şey güneş giren pencerenin önündeki kanepeye yayılıp kitabı kucağa, çayı sehpaya yerleştirip keyfe dalmak. Ama dur, çay öyle tek başına gider mi? Önce bir eşlikçi bulmalı her lokma yol, su, elektrik olarak bünyeye geri dönecekse de. Arada kaytarmak hoş olur. Hem hava da soğuk, şöyle baharatlı birşeyler yapmalı ki içimiz ısınsın. Öyleyse iş başına, doğru mutfağa:


-Zamanında teyzesinin anneye hediye ettiği, ondan da bana miras tunç havanı çıkaralım uzun zamandır çileye yattığı hücreden. Birkaç karanfil atalım içine, mis kokusu iyice çıksın diye döverken başka bir alemdeki anneye ve büyük teyzeye hüzünlü bir selam yollayalım.


-Hüzünlendik ama değil mi? E o zaman biraz mutluluk gerek, işte çikolata. Parçalayalım ufak ufak, bir de türkü tutturalım hatta: "Esmerim biçim biçim, ölürüm esmer için"


-Sırada fındık var, türküyü değiştirelim ve fındık kırmaya başlayalım: "Bir finduğun içünu/Yar senden ayri yemem"


-Yemek bu, ciddi iş, biraz felsefe katmak lazım. O zaman ekleyelim bir kaşık zencefil, yaşamın acı-tatlı yönlerini anımsatsın bize.

 

-Ve kar gibi yağdıralım hindistan cevizini tarçınla vanilyanın üstüne, yakışsın kış mevsimine.


-Hamuruna unla birlikte anıları da katıp karıştıralım.

 

-İçine bir tutam da sevgi ekleyip kalıba dökelim, verelim fırına içi ısınsın.



-Aaa, pişti bile. Boşverelim kaloriyi, keselim irice bir dilim, koyalım anneanneden kalma tabağa, kitap elde, çay fincanda, mutluluğun resmini yapalım...

Tarif:

Malzemeler:
Kek için:
3 yumurta
1 su bardağı yoğurt-süt karışımı
Yarım su bardağı sıvı yağ
1,5 su bardağı toz şeker (Ben 1 su bardağı üzüm reçeli ve 1 parmak şeker kullandım)
Aldığı kadar un
1 paket kabartma tozu

Baharatlar:
1 tatlı kaşığı dövülmüş karanfil
1 tatlı kaşığı zencefil
1 tatlı kaşığı tarçın
1-2 yemek kaşığı hindistan cevizi
8-10 adet parçalanmış bitter madlen çikolata
Fındık ya da ceviz (döğülmüş)
Kuru üzüm (ben üzüm reçeli kullandığım için üzüm koymadım)

Tüm baharatlar yarım bardak unla karıştırılıp harmanlanır. Kek malzemesi çatalla çırpılarak karıştırılır, aldığı kadar un, vanilya, kabartma tozu eklenip boza kıvamında bir hamur yapılır. Baharatlı karışımın dörtte üçü eklenip karıştırılır. Kalıba dökülüp kalan baharatlı karışım üzerine serpilir. 180 derecelik fırında 40 dakika kadar pişirilir. Afiyet olsuuun...
Not: Tarifinden esinlendiğim Sibel'in Kahvesi'ne teşekkürlerimle...



8 Aralık 2013 Pazar

İLK YEMEĞİM


Güzel tariflerini zaman zaman denediğim Missgibi bir etkinlik başlattı "Yemek Fırtınası" adıyla. Son zamanlarda bloglardaki durgunluktan ben de şikayetçiyim, belki bu vesileyle biraz canlanır diye düşünüyorum. Yemek blogu olmadığım için etkinliğin tamamına katılmam mümkün değil ama bana uygun olan bazı günlerde ben de blogumda bu etkinliğe yer vereceğim. Daha fazla bilgi almak istiyorsanız bağlantıyı tıklayıp öğrenebilirsiniz.

Bugün başlayan ilk günün ödev konusu "İlk Yemeğim". Benimki yemek değil bir tatlıydı, eğlenceli bir öyküsü var. Yeni yetmeliğimde moda mecmualarının, magazin dergilerinin yemek sayfalarına pek meraklıydım.  Komşumuz düzenli Burda dergisi alırdı, bilenler bilir onun arka sayfası yemek tariflerine ayrılmıştır. Tabii o yıllara göre Türkiye'de bulunmayan malzemelerle yapılmış yemek ve tatlılar olurdu bunlar ama sunumları çok şıktı ve bakarken içim gider, "Annem niye böyle yemekler pişirmiyor ki" diye düşünürdüm. Tarifler Almanca'ydı, hiç üşenmez, lise Almanca bilgimle sözlük yardımıyla tarifleri çevirmeye çalışırdım. En çok jöleli tatlılara imrenirdim. Hatta portakallı bir jöle tarifini Türkçe'ye çevirmiş, belki bir gün yaparım diye özenle saklıyordum. Lakin baş malzeme jelatindi ve ben onu nereden temin edeceğimi  bilmiyordum. Sonunda bir akşam sızlanırken babamın ilgisini çekti. "Ne yapacaksın jelatini?" dedi, "Tatlı yapacağım, portakallı jöle" dedim. Babam boğazına düşkündü, konu tatlı olunca harekete geçti. "Ben sana bulurum" dedi, kulaklarıma inanamadım, "Nereden?" diye sordum. Çalıştığı sağlık kuruluşunda bulunduğunu birkaç tabaka getireceğini söyledi. Gerçekten ertesi gün birkaç tane şeffaf, üzerinde baklava gibi dilimler olan, oldukça kalın ve sert jelatinlerle geldi eve. Tabii sofralık jelatin nasıl olur bilmiyorum ama buldum ya bu da yeter bana diye düşündüm. Hafta sonu sınıf arkadaşlarımı çaya davet ettim ve portakallı jöle yapacağımı söyledim. Onlar da en az benim kadar hevesliydiler portakallı jöleyi tatmaya. Davetten bir gün önce mutfağa girdim, tarifi önüme yerleştirdim, jelatinleri ıslattım, portakalları sıktım, jelatinle karıştırdım.Şeker ekledim. Yuvarlak yuvarlak kestiğim portakal dilimlerini kalıba dizdim, jelatinli portakal suyunu üstüne döküp buzdolabına yerleştirdim. Ertesi gün heyecanla ters çevirdim. Bayağı bayağı tariftekilere benzemişti, pek mutlu oldum. Sonra kızlar geldi, hapur şupur yediler, pek beğendiler. Ben de yüzümün akıyla bu işi başardığım için pek mutlu oldum. Zaten birkaç yıl sonra hazır jöleler de, jelatinler de bollaştı, sıradan birşey haline dönüştü.

Aradan yıllar, yıllar geçti. Ben bu jöle ikram ettiğim arkadaşlarımdan biriyle üniversiteyi aynı sınıfta okumakla kalmayıp, ilk öğretmenlik yıllarımı da aynı şehirde, aynı okulda geçirdim ve sonra  2. çalışma yerimiz olan Antalya'da yine beraber çalıştım. Hala da çok iyi görüşürüz. Birgün bende oturup çay içerken birden elindeki bardağı bıraktı ve şöyle dedi: "Bir şey itiraf etmek istiyorum". Ben şaşkınlıkla yüzüne bakarken o devam etti: "Hani lisedeyken sen jöle yapıp bizleri davet etmiştin ya", hatırladım tabii, unutmam mümkün değildi çünkü. "Eee" dedim. "Ben o gün o jöleden nefret etmiştim, öbürleri o kadar hevesle yiyor ve sen o kadar iyi niyetle ikram ediyordun ki geri çeviremedim. Ama lokmalar ağzımda büyüdü, zorla yuttum ve uzun süre de ağzımdaki kötü tat gitmedi". Şaşkınlığım az sonra kahkahaya dönüştü ve neredeyse yıllar sonra ilk mutfak tecrübem olan jölemin beğenilmediği itirafıyla biz bir kez daha arkadaşlığımızı pekiştirmiş olduk...

7 Aralık 2013 Cumartesi

ÇİÇEKLİ SABAH

 

Uyanır uyanmaz bu güzelliği gördüm. Bir aydır hergün kontrol edip sabırsızlıkla açmasını beklediğim lilium sonunda çiçeğe durmuştu, hem de nasıl bir çiçek, sanırsın yapma. Öyle güzel, öyle zarif bir sarışın. Hemen oracıkta adını "Marilyn" koyup bir öpücük gönderdim ve balkona çıktım. Güneşli ve taze bir hava vardı dışarda. Balkon korkuluğuna dayanıp derin bir nefes aldım ve sakin sokağı seyretmeye başladım. Cumartesi rehavetiyle ıssızdı ortalık, demeye kalmadan alt komşu bisikletinin gidonuna ekmek poşetini takmış olarak marketten döndü ve aşağıdan el salladı, günaydınlaştık. Sokağın köşesinde yeni açılan çay ocağının sahibi kendi görünüşünden beklenmeyen şirinlikte masa ve sandalyeler atmış kapı önüne; turuncu, mor ve sarı. Gayretli bir şekilde yerleri paspaslıyordu. Karşı kaldırımdan açık duran montlarının içinden göbekleri fışkırmış iki adam geçti, arkadakinin elinde cep telefonu bağıra bağıra konuşurken sigarasından son bir nefes çekip izmariti rastgele yere fırlattı. Fırlatma kapasitesini doldurmamış olacak ki ardından bir de tükürük patlattı kaldırım taşlarına. O an tükürüğün yer çekimine aykırı olarak havalanmasını ve adamın yüzüne yapışmasını diledim, olmadı tabii. Yaylana yaylana  yürüdüler ve çay ocağının turuncu sandalyelerine çöktüler.

Karşı apartmanın hamama yakışır seramiklerle kaplı balkonuna bir yenilik daha eklenmiş, beyaz renkli diğer katların aksine parlak bir yavruağzına boyanmış duvarları. 5 katın içinde ayrıksılığıyla ilk anda göze batıyor. Orta katın başka bir şehirde yaşıyan genç kızı hafta sonu nedeniyle eve dönmüş, pencereden başını uzatınca farkettim. Kısa bir an çevreye bakıp içeri girdi. Buzlu camla kaplı kapıdan kendisine yaklaşan annesine sarıldığını ve bir süre kucaklaşmış vaziyette durduklarını gölgelerinden anladım, içim ısındı Beydağlarının zirvelerini artık iyiden iyiye örtmüş kara rağmen. Yükseklerden bir uçak geçti, hafif bir is kokusu doldu burnuma. Midemden gelen uyarıya kulak verdim ve kahvaltı yapmak için içeri girerken Marilyn'e göz kırptım...



5 Aralık 2013 Perşembe

NERGİS


Minicik demetleri kocaman plastik bir kovaya doldurmuş pazardaki her zaman alışveriş ettiğim çiçekçim. Kaça dedim, demetin boyutuyla ters orantılı bir fiyat söyledi, azıcık pazarlık ettim azıcık kırdı fiyatı. Hepi topu 5 dal nergisle sevine sevine geldim eve. Vazoya koyarken derin bir nefes çektim içime. Ve anladım ki koku hafızası denen birşey var, hiç değişmiyor. Koku burnumdan girerken beynimde oluşan imge Denizli'ye aitti. Ve nergisin kokusu hâlâ özlemle karışık hüzündü...



4 Aralık 2013 Çarşamba

GÜNDÖKÜMÜ

Dün yaptığım planlar uyarınca bugün "Tamam mıyız?" filmini izlemek üzere sinemaya gidecektim. Sabah bir kalktım ki gökyüzü gri, yağmur yerleri dövüyor, sel suya karışmış. Varan 1 dedim, arkasından planı beraberce yaptığımız arkadaşların mazereti çıktı, Varan 2 oldu. Asıl önemli Varan 3 ise benim kısılmış sesim ve tamamı ağrıyan eklem yerlerimdi. Lakin yılmadım, ne yağmur, ne tek başına kalmak, ne de hastalık halim yaptığım planı bozamadı, giyindim, şemsiyemi kuşandım, çantama yazdığım yeni yıl kartlarının bir kısmını attım ve kendimi sokağın serin ve ıslak havasına bıraktım. Evet henüz ayın 4'ü ama ben bugün 20 kadar yeni yıl kartını postaya verdim bile. PTT'ye hiç güvenim yok, bu kartlar yürüyerek gidecekler eminim, o yüzden bari erken çıksınlar yola da zamanında varsınlar varacakları yere dedim. Sokağın köşesinde yeni açılan PTT şubesine girdim. Görevli kadın memur damga makinesi olmadığı için önüme 40 adet pul koyup yapıştırmamı söyledi. Ben pulların tadına bakarken o da elektrik-su parası yatırmaya gelenleri inceden haşlayıp her birine yılbaşı bileti almaları yönünde teklif yaptı, ardından da bana bir getirisi yok ha, görevimi yapıyorum sadece dedi, kimse de tek bir bilet bile almadı. Hele biri enim konum kızdı, "ben kiramı zor ödüyorum, bilet parasını nerden bulayım, sormayın kimseye böyle bir şey" dedi. Tüm bunlar olup biterken ben dilim dudağıma yapışmış olarak 40 pulu yalamış ve damgalaması için görevliye teslim etmiştim. İstikamet sinema...


Ohoo, sinemanın olduğu AVM yılbaşı giysilerine bürünmüş bile, yalnız aile sanırım fakir, her yılbaşı aynı giysileri giydiriyorlar çocuğa :) Gişeye gidip biletimi aldığımda salonda sadece ben görünüyordum. Kasıldım biraz, "Oh oh" dedim, "pamuk ürününü kaldırıp İstanbul'a hovardalığa gelmiş hacıağalar gibiyim, koca sinema salonunu kapattım kendim için". Velakin bitişikteki D&R'a bakıp çıkana kadar 4 kişi daha eklenmişti sayıya. Süksem söndü balon gibi :) 5 kişi izlediğimiz filme gelince:


Kişisel görüşüme göre izlediğim en kötü Çağan Irmak filmiydi. Tamam toplumsal bir soruna el atıp değişik şekilde işlemiş ama beni etkileyemedi. Boş boş baktım sadece, perdeden bana geçen hiç bir duygu olmadı. Oyunculuklar bile acemiceydi sanki, oysa S.umru Y.avrucuk'un oyunculuğunu pek beğenirim, yüzüne yaptırdığı estetikler mi rahatsız etti beni bilemedim, doğal gelmedi. Hasılı izlemesem bir şey kaybetmeyecekmişim. Bu aralar pek zor beğenir oldum, filmi sevenlerin affına sığınıyorum. 

Sinema çıkışı biraz alışveriş yaptım, biraz mağazaların satışa sunduğu yeni yıl objelerini seyrettim, daha fazla gecikmeden hızını arttıran yağmurun altında kendimi bir minibüse atıp eve geldim. İlk işim salep içmek oldu. Afiyet olsun mu?

1 Aralık 2013 Pazar

BİR ARALIK

Yılın zannımca en hareketli, en eğlenceli ayı geldi. Kendi şahsıma yılbaşı zamanlarına, yapılan hazırlıklara, ışıl ışıl vitrinlere, eşe dosta hediye alma telaşına, yeni yıl ritüellerine bayılırım. Ben zaten özel günlere bayılırım; hayata anlam katmak, gündelik yaşamın rutininden kurtulmak için bir sebep olduğunu düşünürüm. Öyleyse hoşgeldi Aralık, 2013'ü pek sevmedik doğrusu, gidişine üzülmeyeceğiz, umarım 2014 güzellikle, hoşgörüyle, barışla gelir.

Bugün dün akşam 3. aşamasını tamamlayıp kaynattığım portakal reçelini kavanozlara yerleştirdikten, likörü şekeri erisin diye bir-iki çalkaladıktan ve ortalığı lalettayın toparladıktan sonra epeydir ihmal ettiğimiz park yürüyüşünü yapmak  için yola düştük. Hava bulutlu ama ılıktı. Beydağlarının zirvelerine ilk kar düşmüş ki bu Antalya için artık kışın başlayacağının göstergesidir.



Uzun uzun yürüdük, bize kimi zaman Aloe Vera çiçekleri eşlik etti, kimi zaman tespih böceği gibi kıvrılıp yatmış bir köpek.



Dalgaların hışırtısını dinledik, kızarıp dökülen Amerikan asmalarının yapraklarına basıp çıtırdattık.



Birbirine sokulmuş kayaları gözledik.


Yorulunca bir cafeye oturduk. Çay içerken yanaşan Milli Piyangocu'dan bir çeyrek yılbaşı bileti kaptık. Haydi bakalım ya kısmet:


Bu arada unutmadan not düşeyim, eh burası da benim günlüğüm sayılır, eklemem lazım. Dün Opera Sahnesi'nde "Tangopera" isimli hoş bir müzikal izledik. Keşke duman efektini daha az kullansalardı, hala öksürüyorum.


Der ve giderim, yeni haftanız güzel gelsin...


30 Kasım 2013 Cumartesi

HAZIRLIKLAR BAŞLASIN

Bugün Kasım bitiyor ve Aralık'la birlikte yılbaşı havasına giriyoruz. Her yıl tekrarlanan portakallı-kahveli içecek ritüeli için bugün kolları sıvadım ki yılbaşına kadar içilecek kıvama gelsin. Önce hazırlıklar başladı, geçen yıldan kalan kahve çekirdekleri tazelenmesi için şöyle bir kavruldu, sonra portakalların üstüne sivri uçlu bir bıçakla 40 ar tane delik açılıp kahve taneleri o deliklere yerleştirildi. 


Sonra ağzına portakal sığabilen ve kapağı sıkı sıkı kapanan bir kavanoz alıp dibine önce beyaz sonra esmer şeker serpildi. Geçen yıllarda yaptıklarım damağıma fazla tatlı geldiğinden bu yıl şeker miktarını esmer ve beyaz için birer buçuk kaşıkla sınırlı tuttum. Ardından portakallar şeker yatağının üstünde uykuya yatırıldı, üstlerine de yorgan olarak 70 cl votka döküldü. Ninni niyetine de 2 kaşık daha kahve tanesi eklendi. Uyanmasınlar diye karanlık bir köşeye terkedildi.


Yılbaşına yakın açılıp süzülecek ve kadehler yine aynı anda dünyanın ve Türkiye'nin çeşitli yerlerindeki blogger dostların sağlığına kalkacak. Haydi ne duruyorsunuz, geç kalmadan siz de deneyin...

Öyküsü ve tarifi için buraya TIK


29 Kasım 2013 Cuma

PAPATYALI GÜNLÜK


"Bahar olsun da seyredin
Nasıl süsler bayırları
Zümrüt rengi çayırları
Yüze güler o incecik
Gelin yüzlü papatyalar
Altın gözlü papatyalar"

Tevfik Fikret'in bu ünlü şiirini bilmeyen ve papatya sevmeyen çok az kişi vardır sanırım. Ben bayılırım mesela, şiirinden ziyade papatyaya. Şiiri babam söyler sık sık, bana onu hatırlatır sadece.  İlk dizesindeki gibi baharda gördüğüm her papatyanın peşinden koşarım ama bu hafta bizim semt pazarında bunları görünce şaşıp kaldım. Bu mevsimde kır papatyası, tıp çok ilerledi arkadaş:) Hemen kaptım tabii bir demet, şimdi mutfak masasının üstünde gelin gibi süzülüyorlar.

Sadece papatya değil, dün bizim pazar çiçek cenneti gibiydi, elimde sebze-meyveden çok çiçekle döndüm eve. Sarı ve mor kasımpatları, alacalı karanfiller, gerberalar, dört bir yanı süslüyorlar şimdi.

Aralık yaklaştı ya, benim mutfak cini ufaktan kapıyı tıklatmaya başladı. Dün Beste usulü portakal reçeli yapmak için ilk aşamayı tamamladım. Portakalları iyice yıkayıp halka halka kestim ve üzerini örtecek kadar suya koyup buzdolabına yerleştirdim. Bu akşam 2. aşamayı gerçekleştireceğim, o suyun içinde yarım saat kaynayıp soyunca tekrar buzdolabına girecekler.  Yarın onlar reçele, ayırdığım 2 portakal da kahveli liköre dönüşecekler. 3-4 hafta sonra da yılbaşı ritüelimizi gerçekleştirip uzak-yakın blogger dostlarımızın sağlığına içeceğiz. Artık bu olay gelenekselleşti, öyle ki sevgili Tijen'in "Her Güne Bir Yemek" isimli kitabının Aralık ayı bölümünde, 368. sayfada kayda bile geçti :) Reçelin tarifini merak ediyorsanız öyküsüyle birlikte şurada, bir TIK lütfen.

Erendiz Atasü'nün "Dün ve Ferda"sı beni hoşnut ederek bitti. Şimdi elimde ta Azerbeycan'dan, blog arkadaşım Leylək Xəlifə'dan hediye olarak gelen "Ve Dağlar Yankılandı" var. Azeri diline çevirisini de kendisi yapmış. Buradan bir kez daha teşekkür ediyorum. Yazarın daha önce  iki kitabını da okumuştum, bakalım bunu nasıl bulacağım.

Bizim buralar böyle, sizlerde ne var ne yok?