Bahar doludizgin sürmekte atını Antalya'da. Narenciye ağaçları çiçeklendi, sokaklar mis kokuyor. Bir ağacın saltanatı biterken öbürününkü başlıyor. Hafta sonu yağan yağmur Kıbrıs akasyalarının ponponlarını yıkayıp yerlerde sarı su birikintileri oluştururken süslenme sırası alev ağaçlarına, fırça çalılarına geldi. Çok geçmez gülibrişimler de başlar. Yalancı orkidelerin şenliğini kaçırmışım bile, dün sokağın birinde üzerinde tek-tük kalmış çiçekleriyle bolca yapraklanmış bir tane gördüm ki bu zamanının geçtiğine işarettir. Eh ne yapalım solan solar, kalan çiçekler bizimdir.
Sadece ağaçlara gelmez ki bahar, pazarlara, manavlara da gelir. Dün girdiğim markette küçük bir kasanın içinde yeni gelin edasıyla süzülen yemyeşil erikler göz kırptılar bana, lakin öyle kocaman bir yüzgörümlüğü istediler ki "Uğurlar olsun canım" dedim, "yarın üç kuruşa pazarlara düşersin, yüzüne bakan olmaz, kasıl dur orada, aşeren hamileler dışında sana yüz veren olmaz nasılsa bu fiyata".
Erik dedim de aklıma geldi, yıllar öncesinden çok komik bir canerikli anım vardır benim aklıma geldikçe güldüğüm ve böyle birşeyi nasıl yapabildiğimize şaştığım. Sanırım ortaokulun ilk yılındaydım. Halam tiyatro bileti almış beni ve anneannemi tiyatroya davet etti. Oyunu bile netlikle hatırlıyorum; "Hırsızlar Balosu". Başoyuncusu da şimdi aşırı kilo alıp kel ve göbekli yaşlı bir adama dönüşen, o zamanlar ise bana son derece yakışıklı gelen Enis Fosforoğlu. Tiyatroya gidilirken özenilen yıllar, erkekler takım elbise-kravatlı, kadınlar abiye giysili, saçlar başlar kuaförden çıkma (o zamanlar fön çekilmez mizanpli yapılırdı), salona genel bir şıklık ve ağır bir hava hakim. Girişteki vestiyere numara karşılığı kürkler, paltolar emanet edilmiş, fuayedeki barda içki alan izleyiciler var falan, yani kısacası elit bir ortam. Şimdiki tiyatro izleyicisiyle(ben de dahil) alakası olmayan bir kitle. Neyse oyun başladı, biz en ön sıranın en ortasındayız üçümüz. Sahne tabak gibi karşımızda, Enis Fosforoğlu dik yakalı siyah kazağı, dar siyah pantolonu ve hırsız imajını güçlendiren siyah maskesiyle döktürmekte. Az zorlasak çıkmaya başlayan sakalının tellerini göreceğiz, o derece yakınız yani. Dalmış oyunu izlerken anneannem sol yanımdan dürttü, dönüp baktım dolma parmaklarını kırmızı taşlı bir yüzüğün süslediği tombul eli yengemden kalma büzgülü, kocaman siyah çantasının içinde. "Ne oldu" dercesine yüzüne bakınca o el avucu kapalı olarak çantanın içinden çıktı, aramızdaki koltukta oturan halamın kucağından sessizce geçti ve yavaşca benim kucağıma süzülüp elimin içine 7-8 kadar caneriği bıraktı. Mevsimlerden bahar, aylardan Nisan başı, caneriğinin en turfanda zamanı, benim en sevdiğim şey caneriği ve henüz hiç siftah yapmamışım. O karanlıkta bile sahneden süzülen ışıkla yeşil yeşil öyle bir parlıyorlar ki can dayanmaz. Adı da o yüzden caneriği olsa gerek:) Ne yapacağımı bilemeden halamın yüzüne baktım, o da bana baktı, aramızda sözsüz bir dayanışma gelişti ve içimizden sahnede ter döken Enis Fosforoğlu'na bir özür göndererek ilk eriği ağzımıza attık. Attık atmasına da muhallebi değil ki bu mubarek sessizce yiyesin. Bir çiğneyip bir birbirimize bakıyoruz, halam yavaşça soruyor: "Çatırtısı duyuluyor mu?". Anneannemin dünya umurunda değil, ağzı oynayıp duruyor, götürüyor erikleri, eh ses gelmediğine göre belli ki duyulmuyor, o zaman hücum:) Böyle böyle utana-sıkıla endişe içinde bir kilo eriği yedik. Haydi ben çocuk sayılırım daha, anneannem de yaşlı ama halam aklı başında kadın ne demeye bize uydu, bilemedim. Caneriğinin dayanılmaz cazibesi bu olsa gerek. Enis Bey halimizi farkettiyse ağzının sularını zor zaptetmiştir muhtemelen. Bunca zaman geçti, bu yaptığım şeyden hala utanırım ve olur a Enis Fosforoğlu bu yazıyı kazara okursa ondan ve sahne arkadaşlarından gecikmiş bir özür dilerim:))