Sayfalar

30 Nisan 2012 Pazartesi

SÜPİRİK

Dün şehir dışındaki bahçemizden kucak kucak leylak getirdi eşim, ne kadar keyiflendiğimi tahmin etmeniz zor olmasa gerek. Evdeki bütün vazolar, içine su konabilecek kaplar leylakla doldu, ortalık mis kokuyor. Bu kadarını ben de beklemiyordum doğrusu...





Kokusu burnunuza geldi mi?

Not: Buğday Tanesi yeni bir Bloggerlerarası Kitap Şenliği düzenledi. Katılmak isterseniz buraya bir TIK lütfen. Son tarih 3 Mayıs, haberiniz olsun.

29 Nisan 2012 Pazar

PAZAR


Tipik bir Pazar günü; sakin, sıkıcı, anlamsız. Dün bu tanıma uyan bir film izledim: "Pazarları Hiç Sevmem". Daha doğrusu bu konuyu irdeliyen bir film izleyeceğim umuduyla gittim ama adıyla alakası olmayan, sadece ilgisiz bir replik olarak geçen bir film çıktı karşıma. Üstelik tek bir salonda oynuyordu ve o salon da bizim eve çok uzaktı, buna rağmen yılmadım gittim ama sonuç hayal kırıklığıydı. İyiniyetle kotarılmış bir film ama kurgu garip, konu tuhaf, oyuncular çok tutuktu. En çok "Reyhan" rolünde Hasibe Eren'i sevdim, onun dışında pek tad alamadım. Yine de siz bana bakmayın, merak ediyorsanız gidip görün, belki seversiniz.

Fotoğraf hafta başından, Kemer'e giderken araba yıkatmak için durduğumuz benzincide başladım Nihan Taştekin'in "Zeval"ine. Kırmızı kalpli bardakta gelen çayı bitirene kadar 10 sayfa ancak okuyabildim, sonra çayla birlikte arabanın yıkanması da sona erdi, kalktık. İkinci kez elime ancak bugün alabildim. Nihan Taştekin sevdiğim bir yazardır, tüm kitaplarını okuduğumu sanıyordum, bu kitabı Idefix'i kurcalarken çıktı karşıma hemen ısmarladım, güzel bir okuma olacağa benziyor. 

"Zeval"le ilgilenmek dışında Pazar gününün gereklerini yerine getirdim. Sezonun ilk biber dolmasını yaptım, çamaşır ve bulaşık makinelerinin düğmesine basarak parmağımı yordum. Sonra ütü masasını kurdum, biraz gecikmeli olarak "Berlin Kaplanı"nı izlerken ütülenecekleri aradan çıkardım. Kitap okurken Güvenç Dağüstün ve Çiğdem Erken dinledim. Onca iş yaptım hala günü bitiremedim. Bu arada alt kattaki komşudan müjdeli bir haber aldım; bizim tuvaletin kat arasındaki dolabımsı boşluğa sızıntı yaptığını söyledi, muhtemelen hayli hoş bir alanda çalışmak üzere yarın eve usta gelecek. Tek avuntulu tarafı ustanın bizim değil onların evinde çalışacak olması (kötü müyüm ne?). Hep söylüyorum, en kısa zamanda kendini otomatikman yenileyen ve temizleyen evler üretilmeli ve üreten kişiye Nobel verilmeli.


Leylak mevsimi tam gaz gidiyor, kim nerede leylak görse fotoğraflayıp bana yolluyor sağolsun. Bu leylak Ankaralı, kızkardeşin objektifinden. Ne yapalım kendi yoksa resmiyle avunursun. Şimdi ben günün kalan kısmını geçirmek üzere kitabım ve kahvemle köşeme çekiliyorum. Akşam Behzat Ç. başlayana kadar işim bu, kalın sağlıcakla...

28 Nisan 2012 Cumartesi

SENFONİK SALSA


Dün bahsetmiştim konsere gideceğimden. Evden erken çıktım ve arkadaşımla buluşup parkta kısa bir yürüyüş yaptık, sonra Kır Kahvesi'ne oturup ruhumuzu müzikle doyurmadan önce midemizi gözleme ile doyurduk. Ardından da karnımız tok-sırtımız pek konser salonuna yollandık.


"Latin Senfoni" isimli konserin düzenleyicisi ve piyanisti eskilerin Kalipso Kralı Metin Ersoy'un oğlu Emir Ersoy idi. Sempatik hareketleri, üstün müzik yeteneği ve sıcak tavırları ile tüm salonun sevgisini kazandı. Senfoni orkestramızı bu sefer Orçun Orçunsel yönetti, Latin Senfoni ekibinde ise basda Eylem Pelit, davulda Okan Duman, trombonda Taşkın Akarsu, trompette Barış Yazıcı, perküsyonda Günay Güvel, vokallerde ise Ayça Varlıer, Banu Kunt ve Cüneyt Akgün vardı.


Program Beethoven'in 5.Senfonisi'nin salsaya uyarlanmış yorumu ile başladı-süper bir yorumdu, belirtmeden geçemeyeceğim-ardından Banu Kunt'dan "İdilio", Cüneyt Akgün'den bir Salsa ve Ayça Varlıer'den "Sil Baştan"ı dinledik. Ayça Varlıer güzelliğiyle, Banu Kunt sıcak tavırları ve muhteşem sesiyle içimizi açtı. Birinci bölüm Emir Ersoy'un bestesi "Back Street" ile sona erdi. İkinci bölümde Mirkelam'ın "Tavla"sını Cüneyt Akgün söyledi. Onu harika "All That Jazz" yorumuyla Ayça Varlıer izledi. Banu Kunt "Bana Yalan Söylediler"i seslendirirken senfoni orkestramızın yılların flüt sanatçısı Ender Elagözlü'nün pikolo solosu ve doğaçlama kalipso gösterisi çok alkış aldı. Programa istek üzerine Metin Ersoy'un "O Gemide Ben de Olsaydım" şarkısı da dahil edildi ve Ayça Varlıer'in söylediği Hair müzikalinin "Let the Sunshine" parçasıyla sona erdi. Lakin o kadar çok alkışladık ki iki kez bis yapmak durumunda kaldılar.


Her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi konserin de sonu gelmişti, istemeye istemeye ayrıldık salondan. O kadar güzeldi ki uzun süre hafızamızdan silinmeyecek. Antalya seni seviyorum bize sunduğun olanaklardan dolayı. Yazıyı bitirmeden  şunu da söyleyim ki salondan ayrılmadan önümüzdeki haftanın konser biletlerini de cebimize koymuştuk: "Pop&Jazz"

27 Nisan 2012 Cuma

*BİR MÜJDE GETİRDİM, ADI CANDIR


Asu'dan ve bloguma bakan tüm hamilelerden özür dileyerek erik sezonumu açmış bulunmaktayım. Nasılsa artık piyasaya çıktı, hamileyseniz de en yakın manavda bulursunuz:) Bugün çok sakin, sıcak ve çocukluğumun yaz tatili öğleden sonralarını hatırlatan bir gün yaşıyorum. Ortalık şaşılacak kadar sessiz, Erkan Oğur dinliyorum: "Bülbülüm Altın Kafeste"

Tüm sabah saatlerimi kumruların terkeylediği tüy, bulgur, kuş moku ve çerçöple kaotik bir ortama dönüşmüş balkonumu temizlemekle geçirdim. Pervazdaki artıkları iskarpelayla kazımaktan bileklerim koptu. Eğer kuşlar kumru değil de güvercin olsaydı ben bu gübreleri satıp köşeyi dönerdim kesin. Bu kadar mı kirletilir yahu, hiç mi kumru atalarınızdan duymadınız, "Aslan yatağından belli olur" diye bir laf vardır. Diyeceksiniz ki biz aslan değiliz, e anacım biz de değiliz ama yetişme evremizde anamız her fırsatta çaktı suratımıza bu lafı. Bak Cukka Hanım bu pasaklılıkla sen o yeni doğan kızın Hokka'ya zor koca bulursun, ne demişler: "Anasına bak kızını al, kenarına bak bezini al":))

Binbir zahmetle balkonun hakkından geldikten sonra nasılsa doğumsal faaliyet bitti, saksılarımı özgürlüğe kavuşturayım diye 3 zambağımı, nanemi ve yeni yetişen mandalinamı pencere önüne yerleştirmiştim ki Cukka Hanım ağzında iki çöple çıkageldi. Arkadaşlar bir tepem varmış nasıl attı anlatamam, "Bana bak şıllık" dedim, "daha yeni doğanların 40'ı çıkmadı, yenisini mi yumurtlayacan, defol git, aynı pisliği bir daha çekemem, başka bir salak bul". Valla "defol git" bile demedim daha kötüsünü söyledim ama sergilediğim hanımefendi imajıma halel gelmesin diye burada yazmıyorum. Kös kös gitti, mahallede yüzlerce balkon var, ben sıramı savdım, gitsin başkasına yerleşsin artık. Yine de her ihtimale karşı saksıları tekrar içeri aldım, bu kuş kısmına boş yere "kuş beyinli" demiyorlar, yuva yapmaya falan kalkar. Nanemi de, zambaklarımı da gözden çıkaramam doğrusu, içerde büyüsünler.

Akşam vokalde Ayça Varlıer'in olduğu "Latin Salsa" konserine gideceğim Antalya Devlet Senfoni Orkestrası salonunda. Eminim ki çok güzel bir konser olacak, izlenimlerimi yarın okursunuz. Ayrıca 14 Mayıs'ta "Tiyatro Festivali" başlıyor. 4 oyuna rezervasyonumu yaptırdım şimdiden, açılış ve kapanış gösterileri de cabası. Renkli günler bizi bekliyor. Şimdi bana müsaade, konser için hazırlanmam lazım. Müzikli saatler sizlerin olsun...

*Bir Müjde Getirdim Adı Candır: Bedri Rahmi Eyüboğlu "Can Eriği" şiirinden

26 Nisan 2012 Perşembe

ANKARA'DAN LEYLAK GELİR BİZLERE...


Yanlış anlamayın kendisi değil, fotoğrafı geldi. Kızkardeş yolladı bunu, henüz tam açamamış ama olsun biz leylağın tomurcukta olanını da severiz. Kemer'deki enezelerin yanında bunlar dünya güzeli sayılır:) Sağolsun arkadaşlarım, hastalık derecesine varan leylak sevgimi bildikleri için gördükleri leylağı fotoğraflayıp kah mailboxuma gönderiyorlar, kah bloglarında yayınlayıp bana ithaf ediyorlar. Hepiciğine çok teşekkür ediyor, devamını diliyorum:)

Kemer ziyaretinden sonra evden çıkmadım, dizimi şarj ettim öyle diyeyim:)) Bıkıp usanmadan Zuma oynadım, o toplar "bom bom" patladıkça gevşeyip stresimi attım. Irmak Zileli'nin "Eşik"ini okudum, sona yaklaştım. Kuşlarımı uçurdum, onlar bulutlara, ben de  ikinci bir doğum olayına kadar balkonuma kavuştum. Zambaklarım 10 santimi buldu, Ankara'ya gitmeden açmalarını ummaktayım. Havalar ısındı buralarda, kısa kollulara geçiş yaptık, bir ay sonra rutubetten çimlenmeye başlarız muhtemelen, bugünlerin tadını çıkarmak gerek.

Şimdilik bu kadar, birazdan çıkıp arkadaşıma gideceğim, yarınsa süper bir konser etkinliğim var. Detaylar bilahare, kalın sağlıcakla...

25 Nisan 2012 Çarşamba

KEMER OLAYIM BELİNE:)

Dün uzun zamandır gitmediğimi yoldayken farkettiğim çok sevdiğim bir beldeye, Kemer'e gittik. Antalya'ya yerleştiğimiz ilk yıllarda, kendi halinde, bâkir, pırıltılı denizi sakin, narenciye bahçeleri içinde mis kokulu küçük bir kasaba idi. Yamaçlardan birine kurulu, yeşillikler arasına konuşlanmış yegane tatil köyüne (Fransız Tatil Köyü, şimdilerde Club Med) karşı kıyıdan bakar ve "Burada yabancılar denize çırılçıplak giriyormuş, çıplaklar kampıymış burası" dedikoduları yapardık. Bilmezdik ki çok geçmeden Antalya'nın tüm plajları üstsüz ve g-stringle güneşlenen turistlerle dolacak, zamanında merakla dedikodusunu yaptığımız konu gerçeğe dönüşünce hiç ilginç gelmeyecek, kafayı çevirip bakmayacağız bile. Yıllar geçip gitti, biz Kemer'e sık sık gittik, her gidişimizde başka bir değişiklik farkettik, ağaçlar azaldı, binalar çoğaldı. Fransız Tatil Köyü merak konusu olmaktan çıktı, uzaklarda yeşillikler arasında beyaz bir noktaya dönüştü. Biz Ayışığı Plajı'nın rengarenk çiçekli yollarında turlar atıp, soluklanmak için oturduğumuzda garsonun ısrarla "Buranın spesyalidir, kavun içinde dondurma" şeklinde önerdiği fahiş fiyata sunulan saçma tatlıyı reddettik. Daha güzel kuşbakışı bir manzaraya karşı, daha keyifli birşeyler yemek için tepedeki çamlar arasına kurulmuş Yörük Çadırı'na çıktık, işletmecisinin özel olarak doldurduğu kasetten yükselen oryantal havalar eşliğinde, ayakkabılarımızı çıkararak girdiğimiz kıl çadırda halı yastıklara serilip gözlemeler yiyip ayranlar içtik. Yat Limanı'nın kızağa çekilmiş teknelerinin göğe yükselen yelken direklerine bakarak sahil boyunca şehir turu yaptık. Kimi zaman akşam saatlerinde doyumsuz bir güzellik alan ışıltılı denizine daldık, kimi zaman kumlara serilip gün batımını seyrettik. Her gidişimizde yeşil azaldı, beton çoğaldı, beldenin en lüks oteli Olympos gözden düşmüş eski bir ikbale dönüştü, hareme yeni girmiş genç ve güzel cariyeler gibi salınan 5 yıldızlı otellerin arasında geçmiş tantanalı günlerinin hayallerine daldı. Ama Kemer herşeye rağmen hala güzel, hala sevimliydi. 

İşte dün bu duygularla beldeye vardığımda-ki ne kadar uzun zamandır gelmediğimi farketmem yolboyu geçilen iki tünelin de yenilendiğini görünce oldu-şehrin daha da geliştiğini, otellerin arttığını gördüm ama sahilde epey değişiklik yapılmış, yeşillenmiş, temizlenmiş ve halka açılmıştı ki bu çok sevindiriciydi. Narenciyeler çiçekte olduğundan mis gibi bir koku vardı ortalıkta, hasılı taze, yeşil ve güzeldi herşey. Gerisini fotoğraflar anlatsın...









23 Nisan 2012 Pazartesi

23 NİSAN


İlkokula başladığım günden bitirene kadar her 23 Nisan'da Stadyum'daki geçit törenlerine katılabilmek heyecanıyla yaşadım. Gelgelelim Ankara'da oturuyorduk ve törene katılmak küçük bir grup şanslı çocuğa kısmet oluyordu, üstelik öğretmenimiz de böyle şeylere pek hevesli değildi. Bir keresinde ramak kalmıştı, görevli öğretmen seçilenler arasına beni de katmış, bir-iki kez prova toplantıları yapılmış ama arkası gelmemişti. O yüzden hevesim kursağımda hala kocaman bir yumru olarak durur:) İçimdeki ukdeyi dışarı atabilmek uğruna beni gelecekte bir gün torunumla birlikte geçit töreninde görürseniz şaşırmayın diyorum, ruhumdaki çocuğun ve tüm çocukların bayramını kutluyorum...

22 Nisan 2012 Pazar

PAZAR YÜRÜYÜŞÜ


Cumartesi günü bir güzel dinlenip yorgunluğumu attıktan sonra bugün uzun bir yürüyüş yapabileceğime karar verdim, karar vermekle kalmayıp uygulamaya da koydum. Sonbahardan bu yana Karaalioğlu Parkı'na gitmediğimi hatırladım ve istikamet belirleyip "marş, marş" diyerek koyuldum yola. Kaleiçi'nde daha önce hiç girmediğim sokaklardan geçerek ulaştım bu defa Antalya'nın bu en eski parkına. Girer girmez bizi açık havada, panolara yerleştirilmiş "Antalya'nın Kuşları" sergisi karşıladı. Biyolog Tamer Albayrak ile çizer Ferit Avcı'nın ortaklaşa hazırladıkları sergide Antalya civarında yaşayan kuş popülasyonu çizimlerle ve haklarında bilgiler verilerek tanıtılmıştı. Hepsini büyük bir keyifle inceledim. Baykuşları görünce Natali'nin, martıyı görünce Ataletimin, kızılgerdanı görünce de Beste'nin kulaklarını çınlatttım.


Gördüğünüz gibi sergiyi gezen sadece ben değildim, bu şirin yaratık da ziyaretçiler arasındaydı. Sergiyi inceleyip bitirdikten sonra hem dinlenmek hem de bir çay içmek için parkın içindeki çay bahçelerinden birine yerleştik; manzara güzel, hava latif lakin hizmet sıfırdı. Yarım saat oturup ısmarladığımız çaylar gelmeyince kalktık, yan taraftaki çay bahçesine geçtik. Oranın diğerinden farkı çayların çabuk gelmesiydi ama ne çayda iş vardı ne de serviste. Bu kadar güzel mekanlarda bu kadar berbat işletmecilik anlayışına ben akıl erdiremiyorum. Laf olsun kabilinden çayımızı içip kalktık ve yine uzun bir yürüyüşle dönüş yoluna vurduk.


Bu mavi boncuklu, yakışıklı pisi Kesik Minare'ye bekçilik ediyordu Kaleiçi sokaklarından birinde. Poz vermesini istedim ama yüz bile vermedi, kasıntı miyav.

An itibarıyla önümde çay fincanım amirimin evlilik macerasını izliyorum. Allahın izniyle nişanladık, bir saate kadar düğününü de görmeyi planlıyoruz. Fidayda oynamazsam bana da Leylak demesinler...

21 Nisan 2012 Cumartesi

YORGUN AMA KEYİFLİ


"Eveeet, çok çalıştık, didindik, sonunda çufçufladık" derdi Hügo; Tolga abinin Hügo'su, uzun kulaklı komik yaratık. Canlı yayında bir küfür macerası vardı Hügo'nun bizzat şahit olduğum ve aklıma geldikçe güldüğüm. Neyse Hügo'yu nereden hatırladıysam şimdi, benim demek istediğim yoruldum ama keyifli bir bahar toplantısı yapıp üç arkadaşımızın doğumgününü kutladık. Fotoğrafta gördüğünüz taamlar benim marifetli ellerimden çıkmıştır öğünmek gibi olmasın. Asma yaprağında lor sarması, kuru fasulye-tahin-ceviz içli rulo sarma börek, mısır ekmeği, yoğurtlu kabak salatası, şaraplı armut tatlısı, greyfurt kabuğunda su muhallebisi, çikolatalı marshmallow çubukları ve portakallı yaş pasta. Yedik, içtik, bağrışa çağrışa sohbet ettik, kısacası kaç yılın dostları bir beraberliği daha anılar dağarcığına dahil ettik. 

Sonra ben bulaşıkları mutfağa fırlattım, evi karman çorman bir şekilde bıraktım, ayakkabılarımı giydim ve Antalya Senfoni Orkestrası'nın konserine gittim. Çok yorgundum esasen, ağzımdaki aftın acısı içime işliyordu ama konser kaçırılacak gibi değildi: Rodrigo'nun Gitar Konçertosu ve Ravel'in Bolero'su. Sürünerek bile izlenir bu ikisi, o yüzden gittim, biletleri aldım ve salona yerleştim arkadaşlarla birlikte. 


Fotoğrafta gördüğünüz gitarist Ayşegül Koca. Çok genç ama olağanüstü yetenekli bir genç kadın, müthiş bir performans sergiledi. O hepimizin aşina olduğu ve eminim ki hepimizin sevdiği "Allegro" bölümünde ne yorgunluk kaldı ne birşey. Müzik beni aldı yıllar öncesine, ilk gençliğime, yaşın küçük ama hayallerin büyük olduğu o güzel zamanlara götürdü. Hayatıma bir şekilde girip sonra sonsuzluğa karışmış insanlar sıralandı gözümün önüne, hüzün ve huzur elele tutuşup geçit resmi yaptılar. Konçerto bittiğinde salon alkıştın yıkıldı, iki kez bis yaptırdık ve gönülsüzce uğurladık sanatçıyı. İkinci bölüm ayrı güzeldi, şef Antonio Pirolli yönetimindeki orkestra Ravel'in Bolero'sunu seslendirdi. Soluksuz izledik, sona erdiğinde ne yorgunluk kalmıştı, ne stres. Yaşasın müzik...


Bu fotoğrafsa Perşembe akşamı gittiğimiz baleden, sanatın aşırı dozundan bir zarar gelir mi bilmiyorum ama izlediğimiz "Bir Yaz Gecesi Rüyası" balesi hem görsel açıdan, hem de müzikleri açısından harikaydı. İki gündür bize keyifli zamanlar geçirten sanatçılar sağolsun, sanatın her dalı hayatımızda hep varolsun...

19 Nisan 2012 Perşembe

DÜNDEN KALANLAR


Jet hızıyla yaşıyorum bu aralar, yakında jet alıp jet sosyeteye dahil olucam. Jet dediysem uçanından değil, internet sağlayıcısından:) Bu hızlı olma durumlarının gezme, eğlenme, yiyip-içme, etkinliklere katılma kısmı pek âlâ, hatta aliyülâlâ oluyor ama iş ardından gelen yorgunluğa ve iş-güç, temizlik vs gibi domestik durumlara gelince bünyede isyan başlıyor. Anamdan tembel doğmuşum ne yapayım, domestik faaliyetlerden hiç haz etmiyorum. Kendi kendini temizleyen evler, ebediyen ütülü ve kirlenmeyen çamaşırlar, her kullanımdan sonra otomatikman paklanıp dezenfekte olan lavabo ve tuvaletler icat edildiği gün benden mutlusu olmayacak. Eh yemek yapma işini bir zahmet üstlenebilirim o zaman, tabii bulaşıklar yine otomatiğe bağlanmalı.

Haftasonu misafir ağırlayacağım için dün uzun süredir görüşmediğim elektrik süpürgesi-vileda-toz bezi üçlüsüyle bir aşk-nefret ilişkisi geliştirmek zorunda kaldım. Akşama kadar sürdü aramızdaki düzeyli ilişki ama taş taşısam bu kadar yorulmaz ve bezmezdim. Sevmiyorum arkadaş ev işi yapmayı, o kadar. Günüm ziyan oldu desem yeridir, Müzeyyen'i çağırmak bile aklımdan geçmedi değil ama ne onun gevezeliklerini dinlemeye halim vardı ne de o gittikten sonra farkına vardığım, göze görünmeyen yerlerde bırakılmış tozlara ödül olarak yüklü bir para ödemeye. İş başa düştü haliyle, üstelik bir de başıma kütüphaneden alınmış ve iade zamanı gelmiş kitap musallat etmiştim. İki arada bir derede gidip gelip onu da okudum bitsin diye. 15 Yazar, 1 çizerden İstanbul anıları, hoştu ama sıkıştırılmış zamanlara uymadı, keyfini çıkaramadım velhasıl.

Temizlik ameliyesine ilaveten dişim ağrımaya devam ediyor, ayrıca menüsküslü dizimi de koltuğun kenarına şık bir şekilde geçirmiş bulunuyorum. Alt dudağımın içinde de şirin mi şirin bir aft çıktı bunlara ilaveten, mutluyum kısacası. Kuşlarımız uçma talimlerine başladı, dünkü fırtınalı havada hem de. Onlar kanat çırptıkça rüzgar alıp yere vurdu garibanları, bana da yerden toplaması düştü. Her el attığımda korkudan avucuma mıçtılar:)

Durum beyleyken beyle (çocukluğumdaki bitişik komşumuz böyle derdi). Şimdi çıkıp kitabı kütüphaneye iade edeceğim, sonra pazara uğrayacağım, ardında da yarınki misafir için bu defa pasta, böğrek, çöğrek, datlu olayına girişeceğim. Ama önce bir ağrı kesici almam gerek. Ha söylemeyi unuttum, akşam da baleye gideceğim: "Bir Yaz Gecesi Rüyası"

17 Nisan 2012 Salı

CANERİĞİNİN DAYANILMAZ CAZİBESİ


Bahar doludizgin sürmekte atını Antalya'da. Narenciye ağaçları çiçeklendi, sokaklar mis kokuyor. Bir ağacın saltanatı biterken öbürününkü başlıyor. Hafta sonu yağan yağmur Kıbrıs akasyalarının ponponlarını yıkayıp yerlerde sarı su birikintileri oluştururken süslenme sırası alev ağaçlarına, fırça çalılarına geldi. Çok geçmez gülibrişimler de başlar. Yalancı orkidelerin şenliğini kaçırmışım bile, dün sokağın birinde üzerinde tek-tük kalmış çiçekleriyle bolca yapraklanmış bir tane gördüm ki bu zamanının geçtiğine işarettir. Eh ne yapalım solan solar, kalan çiçekler bizimdir.

Sadece ağaçlara gelmez ki bahar, pazarlara, manavlara da gelir. Dün girdiğim markette küçük bir kasanın içinde yeni gelin edasıyla süzülen yemyeşil erikler göz kırptılar bana, lakin öyle kocaman bir yüzgörümlüğü istediler ki "Uğurlar olsun canım" dedim, "yarın üç kuruşa pazarlara düşersin, yüzüne bakan olmaz, kasıl dur orada, aşeren hamileler dışında sana yüz veren olmaz nasılsa bu fiyata". 

Erik dedim de aklıma geldi, yıllar öncesinden çok komik bir canerikli anım vardır benim aklıma geldikçe güldüğüm ve böyle birşeyi nasıl yapabildiğimize şaştığım. Sanırım ortaokulun ilk yılındaydım. Halam tiyatro bileti almış beni ve anneannemi tiyatroya davet etti. Oyunu bile netlikle hatırlıyorum; "Hırsızlar Balosu". Başoyuncusu da şimdi aşırı kilo alıp kel ve göbekli yaşlı bir adama dönüşen, o zamanlar ise bana son derece yakışıklı gelen Enis Fosforoğlu. Tiyatroya gidilirken özenilen yıllar, erkekler takım elbise-kravatlı, kadınlar abiye giysili, saçlar başlar kuaförden çıkma (o zamanlar fön çekilmez mizanpli yapılırdı), salona genel bir şıklık ve ağır bir hava hakim. Girişteki vestiyere numara karşılığı kürkler, paltolar emanet edilmiş, fuayedeki barda içki alan izleyiciler var falan, yani kısacası elit bir ortam. Şimdiki tiyatro izleyicisiyle(ben de dahil) alakası olmayan bir kitle. Neyse oyun başladı, biz en ön sıranın en ortasındayız üçümüz. Sahne tabak gibi karşımızda, Enis Fosforoğlu dik yakalı siyah kazağı, dar siyah pantolonu ve hırsız imajını güçlendiren siyah maskesiyle döktürmekte. Az zorlasak çıkmaya başlayan sakalının tellerini göreceğiz, o derece yakınız yani. Dalmış oyunu izlerken anneannem sol yanımdan dürttü, dönüp baktım dolma parmaklarını kırmızı taşlı bir yüzüğün süslediği tombul eli yengemden kalma büzgülü, kocaman siyah çantasının içinde. "Ne oldu" dercesine yüzüne bakınca o el avucu kapalı olarak çantanın içinden çıktı, aramızdaki koltukta oturan halamın kucağından sessizce geçti ve yavaşca benim kucağıma süzülüp elimin içine 7-8 kadar caneriği bıraktı. Mevsimlerden bahar, aylardan Nisan başı, caneriğinin en turfanda zamanı, benim en sevdiğim şey caneriği ve henüz hiç siftah yapmamışım. O karanlıkta bile sahneden süzülen ışıkla yeşil yeşil öyle bir parlıyorlar ki can dayanmaz. Adı da o yüzden caneriği olsa gerek:) Ne yapacağımı bilemeden halamın yüzüne baktım, o da bana baktı, aramızda sözsüz bir dayanışma gelişti ve içimizden sahnede ter döken Enis Fosforoğlu'na bir özür göndererek ilk eriği ağzımıza attık. Attık atmasına da muhallebi değil ki bu mubarek sessizce yiyesin. Bir çiğneyip bir birbirimize bakıyoruz, halam yavaşça soruyor: "Çatırtısı duyuluyor mu?". Anneannemin dünya umurunda değil, ağzı oynayıp duruyor, götürüyor erikleri, eh ses gelmediğine göre belli ki duyulmuyor, o zaman hücum:) Böyle böyle utana-sıkıla endişe içinde bir kilo eriği yedik. Haydi ben çocuk sayılırım daha, anneannem de yaşlı ama halam aklı başında kadın ne demeye bize uydu, bilemedim. Caneriğinin dayanılmaz cazibesi bu olsa gerek. Enis Bey halimizi farkettiyse ağzının sularını zor zaptetmiştir muhtemelen. Bunca zaman geçti, bu yaptığım şeyden hala utanırım ve olur a Enis Fosforoğlu bu yazıyı kazara okursa ondan ve sahne arkadaşlarından gecikmiş bir özür dilerim:))

16 Nisan 2012 Pazartesi

HAFTAYA GÜZEL BAŞLAMAK


Hafta sonum harika geçti. Eski dostlarla birlikte, gezdik tozduk, yedik içtik, güldük eğlendik. Uzun zamandır bu kadar gülmemiştim,  iyi geldi. Lakin ruh hayatından çok memnun kalınca beden biraz asabiyet yapıyor. O kadar eğlenip yürümek dizağrısına, uykusuzluk ve beyaz renkli sıvı da başağrısına sebebiyet verdi. Şikayetçi miyiz peki? Asla, pilavdan döneni kaşığı kırılsın. Diz dinlenince, baş ilaç alınca geçer, yeter ki ruhun keyfi yerinde olsun. Bugün dinlenip kendime gelmek için evde ayaklarımı uzatmış otururken zil ardı ardına iki kere "zarrrrr" sesinin en yüksek tonuyla çınlayıp beni yerimden zıplatınca görmeden bildim geleni: Postacı. Çok geçmedi merdivenlerin başında mutsuz, asık suratı ve "bıktım senin mektuplarından, defolup Ankara'ya gitsen de kurtulsam" ifadesiyle göründü kendileri. Esasen değil yukarıya çıkmak mektupları posta kutusuna atmak zahmetine bile katlanmıyor yüce şahsiyet, desteyle kutunun üstüne bırakıp gidiyor, ölen ölüyor sürünenlerden sağ kalanları topluyoruz apartmancak. Ama bu seferki yurtdışından ve imza karşılığı olduğu için yorduk nazik bedenini, kendisinden şahsım ve o zarfı gönderen arkadaşım adına özür diliyorum:))


Zarftan çıkanlar postacının ekşimiş ayran suratını anında unutmamı sağladı, korkunç koleksiyoncuya en güzel ayraçları uçurmuştu sevgili arkadaşım. Kendisine buradan koccaman teşekkür ediyor, büyük bir keyifle kullanacağımdan emin olmasını istiyorum. Üstteki ayraçta görülen kişi benim, onu da belirteyim dedim. Haydi kalın sağlıcakla...

15 Nisan 2012 Pazar

YİNE Mİ GÜZELİZ, YİNE Mİ ÇİÇEK


Süreç bir gün önce gelen beklenmedik bir telefonla başladı. Bir süredir yapılagelen ve son ikisine katılamadığımız üniversite yemeğinin  Antalya'da olacağını söyledi bir arkadaş.  Organizasyonu yapan kişinin işbilmezliği yüzünden az daha kendi şehrimizdeki toplantıyı kaçıracaktık, son anda direkten döndük. Buluşma mekanına gittiğimizde beklediğimizden daha kalabalık bir katılımın olduğunu ve birkaç yakın arkadaşın da gelmiş olduğunu görünce keyifler tavan yaptı. Aslında bu tür toplantılar hem sevinç, hem hüzün veriyor insana. Yıllar önce çayır çimen misali saçları omuzlarına, kapkara bıyıkları fırça gibi dudaklarına dökülen arkadaşını kel ve bembeyaz bıyıklarıyla görünce "Nasıl yani?" falan deyip kendi görüntünden de şüpheye düşüyorsun. Malum insan kendini aynada sürekli görünce her zaman o görüntüdeydim sanıyor:) Böyle buluşmalarda acı gerçek insanın kafasına "dank" diye iniveriyor balyoz misali. Kadınlar biraz daha şanslı, en azından kel olmuyorlar ve ağaran saçlarını bir tüp boya yardımıyla eski haline sokuveriyorlar. Lakin erkek arkadaşlar parlayan kafalarının ve ağarmış saçlarının intikamını alırcasına kendi vücutlarındaki gelişmiş göbek kaslarını(!) gözardı edip bizlere "Yahu ne kadar kilo almışsın" demiyorlar mı, işte o zaman kollarından çekiştire çekiştire en yakın boy aynasının önüne götürmek ve üniversite yıllarındaki bir fotoğraflarını da burunlarına dayamak için kıvranıyorum:)

Neyse bunlar işin esprili tarafları, aslında herkes birbirini görmekten son derece mutlu, yılların eklediklerini bir anda silip öğrencilik yıllarına dönüveriyor. En sevdiğim arkadaşlarımdan biri sağımda öbürü solumda, diğerleri karşımda yedik, içtik ama en çok eğlendik. Dün akşam ne sızlayan dişim, ne ağrıyan dizim umurumdaydı, en çok ağzım yoruldu konuşup gülmekten. Yemek bitti, salon boşaldı ama lobide gecenin devamını sohbetle getirdik. Eve döndüğümde yorgunluktan bitaptım ve her zamanki gibi sabaha kadar uyuyamadım ama olsun varsın, yine güzeldik, yine çiçek...

14 Nisan 2012 Cumartesi

İSTEK ÜZERİNE

Umumî arzu üzerine buyrun, yavrularımız Hokka ve Toka anaları Cukka ile muhabbet halinde...



Lakin dün bütün gün bu vaziyette olan ailemizde bu sabah garip bir durum başgösterdi. Sabah erken saatte balkona çıktığımda anne Cukka arazi olmuş, saksı-yuvanın içinde de tek bir minik kuş vardı. Bir an yanlış mı gördüm acaba birbirlerine sokuldular da tek kuş gibi mi oldular diye sıkı bir inceleme yaptım ama yok, kardeşlerden biri kayıptı. Panik halinde, deli gibi balkonu araştırdım, neden sonra yerde, sandalyenin bacağının kenarına büzülmüş tir tir titrerken buldum. Nasıl geldi oraya anlamadım, galiba kıpırdarken düştü, daha uçma denemesi yapacak kadar büyümediler çünkü. Hemen aldım yuvaya yerleştirdim ama korkum da bana yetti. 

Ben bunları yazarken öğlen olmuştu ve az evvel Cukka Hanım teşrif etti, sanırım yiyecek bulmaya gitmiş, o gelip saksıya konduğunda yavruların halini görmenizi isterdim, sonra beslemeye başladı. Ben bu anları bana sunulmuş bir armağan olarak kabul ediyorum, katıksız sevgi budur sanırım. Buyrun şu anda çektim aşağıdaki fotoğrafı, anne yavrularını besliyor, adeta vecd içinde birbirlerine kenetlenmiş biçimdeler (Camdaki yağmur lekelerini görmemezlikten gelmeniz dileğiyle:)...


13 Nisan 2012 Cuma

KOMŞU, BALKON, ÇINAR, KUMRU VS VS


Selam bilok ahalisi:))
Bugün keyfim yerinde, neden derseniz üst kat komşularım taşındı. Yerine gideni aratan biri gelmezse bir süre kafam rahat, dolayısıyla siz de hayın komşu masallarından kurtulmuş olacaksınız. Esasen dün sabahın köründe "gaarç, guurç, güm, çat, paldır, küldür" sesleriyle gözlerimi açıp sunturlu bir küfür (burası bipli) savurarak yataktan kalkmıştım ama balkona çıkıp aşağıdaki nakliye kamyonunu, ona eşya yükleyenler arasında da üst kat komşularımı görünce küfürleri yuttum, ağzım kulaklarıma doğru şirin bir fiyonk şeklini aldı, balkonda oynayamadığım için içeriye sessizce süzülüverdim. Baktım dizim sabah katılığında oynamaya mani, ben de içimden oynadım; atmıııış, yetmiiiş, sekseeeen:))) Umarım yerlerine daha beter birileri gelip bu içerden-dışardan oynamaları bana yedirmezler.

Bugün kış mevsimi nedeniyle uzun süredir uğramadığım batıya bakan balkona çınar teftişine çıktım. Ben görmeyeli bizim çınar epey boy atmış ve yaprakları en güzel tonunu bu mevsim görebileceğimiz bir yeşile bürünmüş. Toplayıp sarma yapasım geldi (bunlar diyetin yan etkileri, baktığın herşey bir süre sonra yiyecek moduna dönüyor:). Bir de farkettim ki çınarın meyveleri yeni çıktığında kiraza benziyor. İşte buyrun:


Evet yine diyet etkisi başgösterdi diyeceksiniz ama benziyor işte, hem merak etmeyin yemek istemedim, pek kiraz sevmem, tercihim vişneden yanadır. Bunları kulağıma küpe diye takmak arzusundayım ama kaşındırıp batma gibi bir riski göze almam gerekecek. Ben çınarı incelerken karşı apartmanın balkonundaki pek de samimiyetimin olmadığı komşu seslenip "hiç görünmüyorsunuz, nerelerdeydiniz?" diye sordu. Anladım ki uzun zamandır o balkondan seslenmemişim sevenlerime. Bu ilgi üzerine "O Romeo Romeo, sen neden Romeo'sun" diye bir Jüliet tiradı attırmak istedim ama sabah sabah annemin Kilisli komşusunun deyimiyle balkondan balkona "hanek edesim" gelmedi. El sallayıp mutfak balkonuna geçtim. Cukka'nın bebeleri epeyce ele gelir olmuş, baktım yalnızlar, anaları yok. Birbirlerine sokulmuşlar titreşip dururlar. Kadın yine kahveye okeyci kocayı aramaya gitti diye düşünürken aşağıda, kaldırımda çöplenirken gördüm. Halbuki hemen saksı-yuvanın yanına bulgur koymuştuk yorulmasın diye. Ama Cukka Hanım ev yemeği sevmiyor anlaşılan, illa dışarda yiyecek. O kadar da söyledim GDO'lu gıdalara dikkat et, kola içme, meyveyi-sebzeyi iyice yıka diye ama yok hatun laf anlamıyor. Mis gibi bulguru beğenmedi dışarda fast food yiyor. Kendi bileceği iş ama bebelere yazık, çürük nesil yetiştirecek:) Ben bunları yazarken bir yandan da camdan bakıyorum, Cukka gelmiş yavrularını gagadan gagaya besliyor, görülesi bir manzara.

Galiba yine çok konuştum sevgili bilokdaşlarım, en iyisi kahvemi alıp kitabıma döneyim ben. En güzel hafta sonları temennilerimle hoşçakalın...

12 Nisan 2012 Perşembe

KUMRULU KOMBİN

Epeydir kombin yapmıyorduk değil mi? Moda dünyasını küstürmeyelim gezip tozarken, buyrun son kombinim:)

-Kitap: Eşik/Irmak Zileli (Ödünç)
-Fincan: Avanta (Nescafe Gold paketinden çıktı)
-Kahve: Doğal olarak Nescafe Gold
-Vazo: Yıllar öncesinden kalma, nereden aldığımı bile unuttum
-Kağıt güller: Hediye 
-Not defteri: Hediye
-Kurşun kalem: Alkım Kitabevi'nden ve o da hediye. Avantacı olduğum kesinleşti:))
-Eşlik eden Müzik: Cengiz Özkan'ın Naz albümü (Valla bunu kendim aldım:)

Kitaba yeni başladım, otobiyografik özellik taşıyan bir roman, ilerleyen sayfalarda daha detaylı bilgi veririm. Bu sabah Cukka ev taşıdı, uzağa değil ama aynı bina içerisinde yan daireye taşındı. Naneyi kurtarmak için aceleyle hazırladığım deterjan kovasından bozma saksının içine iki küçük saksı koyarak yapmıştım yuvayı. Öndeki küçük saksıdan arkadaki küçük saksıya taşımış bebelerini. Bebeleri bir görseniz çirkinlik numuneleri, kapkaralar, üzerlerinde tek tük fırça gibi sarı tüyler var. Babalarının karga olduğundan şüpheleniyorum, Okka bu konuyu bir araştırsa iyi olacak. Zaten o da vefasız çıktı, pek uğramıyor, zavallı Cukka gözü yolda bekleşip duruyor yavruları kanadının altında. Dedim ben, okeyden başalamıyor ki bebeleri gözü görsün. Burdur deyimiyle "afat ölümcüğüne uğramayasıca" :))

11 Nisan 2012 Çarşamba

HİŞT HİŞT


Dün öğleden sonra arkadaşa gitmek üzere çıktım evden. Otobüsü kaçırmamak için hızlı hızlı yürürken arkamdan "hişt, hişt" diye bir ses geldi. Bana değildir diye aldırmadım, zaten acelem de vardı ama sesi yine duydum: "Hişt, hişt". İkirciklendim, kim olabilir diye düşünürken ses tekrar geldi "hişt, hişt". Hem bu sefer seslenmekle yetinmedi, bir de dürttü. Döndüm ve yukarıdakini gördüm; meğer bana seslenen Sait Faik okumuş bir leylakmış...

10 Nisan 2012 Salı

*SABAH GÜNEŞİ DOĞMUŞ BOYALI KONAKLARA


Gezinin son durağı Akseki'ye ulaştığımızda ikindi vakti olmuştu. Otobüsten inip hemen yan taraftaki çay bahçesine daldık ve çay içerek bizi tarihi konaklara götürecek kişiyi beklemeye başladık. Daha çayları yarılamamıştık ki "Haydi" dediler ve yola düştük, sanırım o yola "Uzun Yol" diyorlar Akseki'de. Antalya'nın düzlüğüne alışmış ayaklarımıza yokuş biraz yorucu gelse de yukarıdaki görünüm varacağımız yerde bizi hoş birşeylerin beklediğini müjdeliyordu.


Yokuşu tırmanıp sola kıvrıldığımızda gördüğümüz yapı gözlerimizi kamaştırdı. Halk arasında "Boyalı Ev" denilen bu konak 2 yıldır restore edilmekte imiş. İçine girdiğimizde şaşkınlığımız ve hayranlığımız tavan yaptı. Ahşap bir merdivenle ulaştığımız üst katta geniş kare bir sofaya girdik önce. Karenin her köşesine birer oda yerleştirilmiş, arada kalan bölümler cumba şeklinde balkon ya da küçük oda amaçlı kullanılmış. Pencerelerdeki mavi, yeşil, kırmızı ve sarı vitray camlar sanırım konağın boyalı adını almasının sebeplerinden biri. Tavanlardaki, kapı üstlerindeki, duvarlardaki kalem işleri ve rölyefler dikkat çekici.





Her odanın tavanına ayrı bir göbek, ayrı bir motif işlenmiş. Bazıları tek tek bakıldığında kitsch bir özellik gösterse de bütün olarak ele alındığında ilgi çekici geliyor. Bana en garip gelen üstteki fotoğrafta görülen tavan köşelerindeki, elinde hilal başlı bir kılıç taşıyan el rölyefi oldu. Her ne kadar sapına gül ilavesi yapılmış olsa da böyle bir odada uyumak istemezdim şahsen, geceleyin o elin canlanıp kılıcı boynuma dayayabileceği düşüncesi uykumun kaçması için yeterli sebep olabilirdi:)) Bir üst fotoğraftaki  leylak motifli tavana sözüm olmazdı ama...


Konak şehre hakim bir tepede kurulduğu için panoramik manzarası insana sonsuzluk duygusu veriyor, renkli vitrayların ardından bakmak da masal aleminde imiş gibi bir hava yaratıyordu.


Bahçedeki çiçek açmış bahar dallarının da  görüntünün güzelliğine katkısı inkar edilemezdi tabii ki.


Ziyaret ettiğimiz ikinci konak ise "Beyaz Ev" adını taşıyordu. O da elden geçirilmiş, yenilenmiş ve halen içinde yaşayan bir aile var. Kapıda ayakkabılarımızı çıkarıp içeri girdik ve gezdik evi. Mimari planı "Boyalı Ev"le hemen hemen aynı. Aynı kare sofanın köşelerine yerleştirilmiş odalar ve cumbalar burada da mevcut. Kalem işi tavan süsleri diğer konaktaki kadar olmasa da burada da görülüyor ve oyma ahşap kapılar çok güzeldi. 



Konakta yaşayan ailenin bireyleri  oldukça yaşlıydılar, bizi sevecenlikle karşılayıp dualarla yolcu ettiler. Benim şaşırdığım bu koca konağın işlerinin hakkından o yaşlı hanımların nasıl geldiği idi. 


Gezilecek benzer bir konak daha olduğu söylendi ama dönüş zamanımız yaklaşıyordu, onu bir dahaki sefere bırakıp bu defa yokuş aşağı saldık kendimizi. Çay bahçesine girip bir çay daha içtikten sonra otobüslerimize yerleştik ve Antalya'ya doğru yola düştük. Çok keyifli bir geziydi, hepimiz memnun kaldık. Daha nicelerine gidip sizlerle paylaşmak dileğiyle Evliya Çelebi gibi "Seyahat ya Resulullah" diyor ve sevgilerimi iletiyorum...

*"Sabah Güneşi Doğmuş Boyalı Konaklara": Zaralı Halil'den alınma Sivas/Zara türküsü