Sayfalar

5 Şubat 2011 Cumartesi

BİR KİTAPLA DİLE GELENLER

Bugün "Misket" isimli kitabın yazarı İnci Gürbüzatik'in imza ve söyleşi toplantısına katıldım. Kitaptan daha önce bahsetmiştim aslında, okuyalı birkaç ay oldu. Ankara'nın yavaş yavaş yokolmaya yüz tutan semtlerinden birinde geçen çocukluğunu anlatıyordu yazar. Ankara benim doğduğum, büyüdüğüm, gençliğimin geçtiği, Antalya'ya yerleştikten sonra bile bağlarımın hiç kopmadığı bir şehir, kısacası ilk göz ağrım. Ankara'yı herkes sevmez, sevense aşkla bağlanır, nereye giderse gitsin kopamaz. Büyük hayallerle, büyük ümitlerle yeniden varedilmiş bir şehirdir Ankara, Cumhuriyetin temellerinin atıldığı şehir. Eğer Ankara'yı ilk kez bugünkü haliyle tanımışsanız sevmemenizi doğal karşılayabilirim ama benim çocukluğumun ilkgençliğimin Ankara'sı bambaşkaydı ve nice umutlara gebeydi. Bulvar boyunca uzanan akasya ağaçları, şimdi yerinde işe yaramaz bir heyulanın yükseldiği Kızılay binasının alçakgönüllü bahçesi, Gençlik Parkı'nın gölgeli yollarını süsleyen at kestaneleri, su kaskatları, kaskatların sona erdiği yerde sağlı sollu yerleşmiş, hemen tüm Ankara'yı ziyarete gelenlerin yanında fotoğraf çektirdiği kadın ve erkek heykelleri, orta direğin semaver eşliğinde Parktaki gazinolardan gelen ezgileri dinleyerek mutlu olduğu çay bahçeleri, 2. Meclisin park benzeri bahçesi, Ankara Palas'ın bibloya benzeyen narin güzelliği, kuleli binasıyla Gar Gazinosu, Bakanlıkların resmi yüzlü ama asil binaları, Kaleiçinin tahta döşemeleri gıcırdayan evleri, Kızılay'ın gerçekten meydan, Atatürk Orman Çiftliği'nin gerçekten çiftlik olduğu zamanlar, Milka, Begül, Bulvar Palas, Balin Otel, gençliğimizin mekanı Büyük Ankara Muhallebicisi, ilk açıldığı yıllarda gidenlere imrenilerek bakılan Gökdelen üstü Set Cafeteria ve Club X, Botanik Bahçesi... Hasılı saymakla bitmez Ankara güzellikleri. Çoğu yok artık, bir kısmı güya yenilendi ama ruhu kalmadı, bir kısmı başka ellere satıldı, kimi yıkıldı, kimi amacının dışında kullanılıyor (tarihi bir öneme ve muhteşem bir mimariye sahip bir bina neden bir kebapçıya evsahipliği yapar ki?), kimi bakımsız. Hala direnenlere sahip çıkmak için de pek fazla birşey yapılıyor sayılmaz (Hamamönü Projesi güzel bir çalışma, hak yemiyelim ama yetmez ki). Oysa yalnızca Ulus ve civarı bile bugün yazarın da söyleşisinde belirttiği gibi bir açıkhava müzesi olmayı hakediyor. Çocukluğumun Ankara'sı büyümeye hevesli, coşkulu bir ergen gibiydi, şimdiyse şehir vaktinden önce ihtiyarlamış, yorgun bir insan sanki.

Kitapta yazarın çocukluğu var, anıları var, yakınları var ama en çok Ankara var, daha özele gidersek Ulus'taki Misak-ı Milli Mahallesi var, Tayyare Sokak var, Suluhan Sokak var, Doğan Sokak var, Taşdöşeme Sokak var, Karyağdı Sultan, Tezveren Sultan türbeleri var, Manav Aliye'nin, şekerci Dilara'nın dükkanları var. İsimleri bile masalsı bir tad taşıyan bu sokaklar, mekanlar yakın bir gelecekte sadece bu kitapta var olacak ne yazık ki. Çarpık kentleşmeye, rant kaygısına kurban giden pekçok yer gibi Ankara'nın bu tarihi mahalleleri, evleri yavaş yavaş yokolmakta. Bugünkü söyleşinin konusu da kitapta sözedilen mekanlar ve ne yazık ki yokolup giden kültürel mirasımız üstüneydi. Çoğunluğunu aynı kuşaktan insanların oluşturduğu izleyicilerin hepsinin ortak kaygısı buydu. Bizim kuşak sanırım globalleşmeye çok yatkın değil, eşyalarını her yıl yenileyip modernleştirmektense dededen kalan konsolu, nineden kalan tuvalet masasını evinde görmekten mutlu olan kişiler gibiler. O insanlar geçmiş yıllardan, anılarından izler buldukları her bina yokoldukça ya da işlev değiştirip başkalaştıkça hayatlarından birşeyler yitiriyorlar sanki. Bir şehri şehir yapan, ona kimliğini katan binalar, mekanlar, alanlar hep varolsun, yıprandıkça aslına uygun yenilensin istiyorlar ama heyhat. Şehre anlam veren, ruh veren yerler yavaş yavaş yokoluyor bize de boynu bükük izlemek kalıyor. İnci Gürbüzatik'in bu kitabı bu nedenle de çok anlamlı; mahalleler biter, sokaklar yokolur, binalar kaybolur, söz uçar ama yazı kalır...

Sıcak sohbeti, içtenliği, Ankara sevgisi, güler yüzü, o çok duygulu ve lezzetli kitabı için İnci Gürbüzatik'e çok teşekkür ediyorum ve Ankara sevdalılarına bu kitabı bir kez daha öneriyorum...

8 yorum:

  1. Ankara'yı bilmeyen benim gibilere de önerin, hemen sipariş verdim. Bir kitabı daha varmış, onu da okudunuz mu?

    YanıtlaSil
  2. Sen de yaz Leylak'cığım. Yazanlar senden çok mu biliyor?

    YanıtlaSil
  3. Sizi okudukça hem hasretim diniyor hem de memleketime olan özlemim artıyor. Vuslata az kaldı inşallah. Sevgiler...

    YanıtlaSil
  4. Yine herzamanki gibi çok güzel anlatmışsın , hayranlıkla okuyorum seni...

    YanıtlaSil
  5. Benim için Ankara'ya gitmenin en güzel yanı hep, o gidiş yolu olmuştur. Sayısı 10 civarını bulan gidişlerimin yüzde doksanını hep tren yoluyla yaptığımdan Ankara'ya gidiyor olmanın en çok hep o yanını sevdim. Saf Ankara ise söz konusu olan ben de o pek sevemeyenler kategorisine girdim sanırım. Ama anlattıklarınızın hiç birini yaşama, o tadı alma şansım olmadı ki... gerçekten çok merak ettiğim bir roman oldu bu paylaştığınızdan beri. okurken hiç bilmediğim, tadını almadığım mekanlar da olsa tüm adı geçen yerler, her birini hayalimde canlandırarak yaşamaya çalışacağım. Burdan İnci Hanım'ın da kalemine sağlık demek istiyorum, Ankara'yı bilmeyen, tanımayan, sevmeyen nice nesillere, en azından merak edenlere böyle bir çalışma bıraktığı için...

    YanıtlaSil
  6. Ne güzel yazmışsınız,yazarın kitabınıda okumalıyım ki,şimdiki Ankara'nın dışındaki bir Ankara'yı öğrenebileyim.Teşekkürler,sevgiyle kalın...

    YanıtlaSil
  7. Kitabı ne güzel anlatmışsınız ve tabi ki eski güzel Ankarayı da...Ben hiç görmedim ama
    dediğiniz gibi tüm kentlerde yenisi yapılamadığı gibi,eski kalan o güzellikler de korunamıyor.Eşyalarda da eski yaşanmışlığı seven benim gibi biri için de üzüntüyle sevimsiz taş yığınlarına katlanmak kalıyor:(

    YanıtlaSil
  8. Öncelikle bizim ailenin Ankaralılarına ve kendime tavsiye edip, listeye alıyorum kitabı.. :)

    öperim canım bacıcım benim :)

    YanıtlaSil