Sayfalar

14 Temmuz 2009 Salı

İNSAN MANZARALARI

Öğleden sonra bir arkadaşıma davetliydim. Nedense gönülsüz çıktım evden, ayaklarımı uzatıp miskin miskin oturmak cazip geldi bir an. Arkadaşımı çok özlemiştim o nedenle "Ya Allah" deyip düştüm yola ama daha 500 metre gitmeden ayağımı burkup, üstgeçit merdivenlerinde de takılıp düşme tehlikesi atlatınca "Nooluyoruz ya, bu bir uyarı mıdır nedir?" diye düşünüp Gülen'in kulaklarını çınlatmadım desem yalan olur. Geri dönmedim, azimle devam ettim yola ama her an üçüncü bir sakarlık beklentisiyle endişe içinde. Ta ki karşılıklı ağaçların gölgelediği bir sokak köşesinde o kahkahayı duyuncaya kadar. Bir havai fişek gibi patladı o kahkaha kalabalık caddede. Öyle berrak, öyle doygun, öyle içten bir kahkahaydı ki elimi uzatsam tutabilecektim sanki. Bütün sıkıntım uçtu gitti, içimden yakalayıp o kahkahayı insanların üstüne atmak geldi. Koyu renk takım elbiseler giymiş, muhtemelen pazarlama elemanı, ciddi suratlı adamlara, ÖSS sonuçlarını öğrenip hüsrana uğramış bezgin gençlere, sıcaktan ve yorgunluktan omuzları düşmüş, ayaklarını sürüyerek yürüyen yaşlı teyze ve amcalara, kriz sonrası müşterisi azalmış dükkanlarında boş boş oturan esnafa şeker dağıtır gibi dağıtmak istedim. İnsan ne tuhaf, bazen bir başkasının, neye sebep atıldığını bile bilmediği kahkahasıyla kuş gibi hafifleyebiliyor. Artık ne burktuğum ayağım umurumdaydı, ne geçirdiğim düşme tehlikesi, ne yağsam mı yağmasam mı tereddüdündeki yağmur sıkıntısı. Hayattan zevk alma moduna geçip Yüksel Caddesi'nin güngörmüş akasya ağaçlarının gölgesinde bir yandan yürürken bir yandan çevreyi incelemeye koyuldum. Çok geçmedi, beni gülümsetecek ilk balık göründü karşıdan, al yanaklı, fırça saçlı, toraman bir genç irisi. Tombul poposunu ve bacaklarını kırmızı satenden, dizüstünde büzülmüş, geniş mi geniş şort benzeri birşeyin içine hapsetmiş ki, her adımda yürüyen bir bayrak gibi dalgalanmakta. Yürüyüş giderek güzelleşmekte iken baktım lise son sınıfta Üniversite Hazırlık Kursu'na gittiğim dersanenin önünden geçiyorum. Bunca yıl geçti unutmadım Matematik öğretmenini; s harfini telaffuz edemediği için Cebir dersleri eğlenceli geçerdi, "a üssü b" yerine örneğin "a üffü b" derdi adamcağız, ismini söylemesi gerektiğinde de "Fadık".

Mülkiyelilerin önü herzamanki gibi kalabalıktı; kavrulmuş fındık satıcıları iş değişikliği yapmış, fındık yerine genetiği değiştirilmiş mısırları bardağa doldurup, baharatlayıp yaydığı mis kokunun cazibesine dayanamayanlara fahiş fiyatla kakalamaktaydılar. Yapacak herhangi bir işi, gidecek herhangi bir yeri olmayan avare takımı banklara yayılmış geleni gideni kesmekteydiler. Baktım dikdörtgen prizma saçlı adam yine her zamanki yerine konuşlanmış hüzünlü bir yüz ifadesiyle etrafı seyrediyor. Adamın saçları o kadar gür, kabarık ve kıvırcık ki, bir de uzatmış, sanki kafasında saçtan yapılma bir dikdörtgen prizma taşımakta. Kalabalığı yarıp ilerlemeye çalışırken karşıdan koleksiyonun en nadide parçalarından biri göründü; jölelenip havaya dikilmiş saçlarının sağ yarısını platine, sol yarısını çingene pembesine boyamış, saçlarıyla aynı tonda çingene pembesi rujla renklendirdiği dudaklarının altında 3, üstünde 2 adet piercing takılı, bol dövmeli, açık yakalı mavi atletinden üst, minimini kot eteğinden de alt organlarının neredeyse tamamı dışarı uğramış bir çılgın hatun. Yurdum insanındaki bu çeşitlilikten başı dönmüş bir biçimde kendimi otobüse attığımda bir klasör alıp gördüğüm tipleri dosyalamak arzusuna kapılmış durumdaydım.

Dönüşte Cinnah Caddesi'nden yokuş aşağı yürümeyi seçtim. Bu defa insanlara değil çevreye odaklanarak. İki yanlı devasa çınar ağaçları yağan yağmurla yıkanmış, apartman bahçelerinde çeşit çeşit ağaç, çiçek. Yokuşun bitiminde sağda Ankara'da en sevdiğim iki heykelden biri (Diğeri Kurtuluş Parkı içinde, bir direğin tepesine dikili Kuşlu Kadın heykeli) olan Balerinler heykelini seyrettim bir süre.


Sonra da karşıya geçip Kuğulu Park'a daldım. Ama öncesinde belediye başkanlarının pek hoşlanmadığı "Aşk" heykelinin fotoğrafını çektim.


Kuğulu Park alışık olduğumuz kalabalıklığındaydı yine. Kuğular, ördekler yüzüyor, insanlar da onları izliyor, güvercinler de esasen kuğulara atılan simitlerden çöpleniyordu. O kadar yorulmuştum ki yolun geri kalan kısmında sadece ayaklarıma bakıp adımlarımı sayabildim. Dolayısıyla koleksiyona yeni parçalar ekleyecek halim kalmadı.



Benden bugünlük bu kadar, sağlıcakla kalın...

7 yorum:

  1. kuğulu parkı görünce üniversite yıllarıma gittim...enaz haftada birgün giderdik...fotograflar çok güzel. beni o yıllara götürdü..paylaştığın için teşekkürler..

    YanıtlaSil
  2. çeşitlemeleri ne güzel yazmışsın Leylak Dalı :) sürekli gelip geçtiğimiz yerlerdeki insanlara, seslere ve değişikliklere bile kapalı kaldığımı hatıladım .biraz kafamı kaldırıp etrafıma baksam iyi olacak :)

    YanıtlaSil
  3. Gerçekten güzel bir yazı. Kısa bir sürede Ankara'yı gezdiriyor okuyucuya.

    YanıtlaSil
  4. Öğretmenliğinizi konuşturmuşsunuz bu yazıda...tebrikler zevkle okudum. Hatta ben üniversite sınavına yabancı uyruklu öğrenci statüsünde Ankara'da girmiştim.Bir ara bu parkta dinlenmiştik..nostalji yaptırdınız bana.. içten teşekkürlerimi döküyorum başınızdan aşağıya...

    YanıtlaSil
  5. Nurşen'ciğim,sayende Ankara'ya özlemim biraz olsun dindi. Kalemine sağlık.
    Sevgilerimle...

    YanıtlaSil
  6. Hepinize teşekkürler. Ankara özleminizi giderdiysem ne mutlu:)

    YanıtlaSil
  7. Ankara'ya ilk defa geçen sene gittim.Marmaris'te yaşadığım için yaşam gerçeklerinden uzağım biraz.Ama Ankara'nın siyasi yapısından,konumundan o kadar etkilendim ki ve özellikle ANITKABİR'den...
    Muhteşem bir yazı.Ellerinize sağlık....

    YanıtlaSil