Sayfalar

19 Ekim 2025 Pazar

ARIZALAR, YÜRÜYÜŞLER, SİMİTLER, SOĞUK NİTROJENLER

Merkür retrosu mu var dostlar, iki gündür benim elektrikli aletlere bir şeyler oluyor. Dün uzun süre internetim  yoktu, ha geldi, ha gelecek, tık yok. Aradım arızayı, dediler sinyaliniz düşük ekip yollayacağız. Sonra ilave etti "Hata sizden kaynaklanıyorsa faturanıza 100 lira eklenecek". "Pardon da" dedim, "internet hatası nasıl benden kaynaklanır, fiber kabloları mı kesiyorum mesela?", "Yok" dedi, "modemin fişini takmamış olabilirsiniz mesela". "Senin yaşın kadar süredir internet kullanıyorum çucuuum ben, yok öyle bir şey" diyerek kapattım ve kesin bunlar yine modeme bulacaklar kabahati dedim. Dediğim gibi de çıktı. Bu 3. uzun süreli kesinti 3 yıldır ve her seferinde modemi suçlarlar ama ondan sonra tıkır tıkır çalışır modemcağız, internet sağlayıcıların günah keçisi garibim. Genç bir görevli geldi, "sinyaliniz yüksek, modeminizde proplem" buyurdu. Lakin telefondaki görevli sinyal düşük buyurmuştu deyince de kem küm edip çözdü sorunu ama yiğitlik bende kalsın kabilinden ayrılırken yine modeme çamur attı. Neyse şimdilik hallettik sorunu, beni Antalya'ya dönene kadar idare etsin razıyım, zira internetsiz kaldım mı aç kalmışım gibi hissediyorum 😂

Sabahleyin ilk işim interneti kontrol etmek oldu, baktım işler yolunda, rahatladım. Modem ha! O modem elektronik ve elektrikli aletlerin öbür dünyasında alacak sizden hakkını. Neyse kahvaltımı yaptım, evi süpüreyim dedim. Haydaa, dayısının oğlu çalışmıyor. Bu internetten de büyük bir sıkıntı, zira dayısının oğlu elim, ayağım, velinimetim, iki gözümün nuru. Dayısının oğlu da ne diyeceksiniz, marka ismi vermiş gibi olmayayım ama Dyson süpürgenin bizim ailenin arasındaki ismi dayısının oğlu. Benim gibi ev işlerinden ve ev aletleri arasında en çok kuyruğumda robot gibi dolanan elektrikli süpürgeden nefret eden biri için bir nimet. Ağlamaklı oldum, oğlumu aradım. "Merak etme şarjda problem vardır, hallederiz" dedi, umarım öyledir. 

Bir üçüncü arızaya tahammülüm kalmadı, bu konuyu kapatıp geçenlerde yaptığım yürüyüşten söz edeyim size biraz. 17 yaşımdan bu yana bu semtte otururum, haydi diyelim sonraları Antalyalı oldum ama çalışırken yazlarımı, emeklilikten sonra da yılın en az 4-5 ayını burada geçirdim. Evin yakınlarındaki üç-beş sokak ve kolaylıkla ulaşabildiğim yakın semtler dışında şöyle etraflıca dolaşmamışım. Haydi dedim, sokak keşfine. İncesu'ya doğru uzandım, asfaltın altındaki derelerden birinin ismi İncesu, Ankaralı olmayanlar için açıklama yapayım, semt ismini oradan alıyor. Buraya taşındığımız ilk zamanlar dere açıktan akardı incecik de olsa Kurtuluş Parkı'nın yanından Sıhhiye'ye doğru, sonra diğer dereler gibi o da yeraltına gömüldü ama tam kavşakta rutubetli, lağımsı kokusunu salıyor üstümüze, görünmesem de ben buradayım dercesine. İncesu'da hoşuma gidebilecek bir sokak aradım ve yokuşuna rağmen Dedeefendi'de karar kıldım. Yıllardır adım atmadığım bir sokak, oysa babamın bir arkadaşı otururdu yokuşun başlangıcında ve sık görüşür, hatta birlikte tatillere giderdik. İnanılmaz neşeli bir insandı, olayları öyle komik anlatırdı ki gülmekten yerlere yatardık. Şişe dibi gözlükleri vardı, uzun süre gözündeki bozukluğu kimse fark etmemiş, Karadenizli bir köylü çocuğu, herkes kendi derdinde, o zavallım da insanlar öyle görür sanmış. Neden sonra bir akrabası almış bunu İstanbul'a götürmüş, görmesindeki sıkıntının farkında. Köprünün üstünde numaralı gözlük satan bir seyyardan buna bir gözlük almış o yakını. Gözlüğü takıp İstanbul'u-artık ne kadar uygundu o gözlük, ne kadar net görebildi tartışılır-pırıl pırıl gördüğünde ağladığını anlatırdı ama öyle komik anlatırdı ki siz gülerdiniz. Genç denebilecek bir yaşta saçma sapan bir kazada vefat etti. Şehirlerarası bir yolculukta su kaynatan arabasını yolun sağına-ki yan taraf uçurum-çekip radyatör kapağını açtığında yüzünü yakan buhardan kaçmak için irkilince uçurumdan aşağı yuvarlanmış. Aklıma geldikçe içim acır.

Lafı uzattım, işte Dedeefendi'yi tırmanırken gözüm onların evini aradı ama heyhat yıllar hem apartmanın ismini unutturmuş, hem de kentsel dönüşüm belki de alıp götürmüş binayı. Sokak boyu her apartmanın bahçesinde birer ikişer ateş dikeni, yazın gülhatmi, baharda leylak, sonbahar-kış ateş dikeni, hilafsız her bahçede var. Henüz turuncu renkteler, kışın kıpkırmızı olacak ve yalnızca taksilerin renklendirdiği gri Ankara'yı kızıla boyayacak.



Bazen de üçü bir arada; ateş dikeni, deli incir ve hedera (orman sarmaşığı) sarmaş dolaş simbiyotik bir yaşam oluşturmuşlar. İnsanlardan daha iyi geçindiklerine eminim 😊 Ankara bahçeleri bazen cangıl gibi, bitkiler coşmuş, bakımsızlıktan yabanileşmiş.

"Yine bir gülnihal, aldı bu gönlümü" şarkısını terennüm ederek Dedeefendi'ye veda ediyor ve Aydoğmuş sokağa sapıyorum ama ateş dikenleri peşimi bırakmıyor. Gözüm sokağın karşısındaki fırına takılıyor. "Odun ateşinde simit" yazıyor camekanında, hiç dayanamam Ankara simidine, hele ki odun ateşinde, zaten öğle yemeği de yememişim, giriyorum fırına. Fırın değil mahzen adeta, fırıncı simidi getirmek için neredeyse bodruma iniyor ama simit de simit hani, ateş dikenlerine karşı odun ateşinde pişmiş simidi kemirmeye başlıyorum:


Çeşit çeşit sokağa girip çıkıyorum, her yerde kentsel ya da rantsal dönüşüm, eskiden kalmış apartmanların arasında parıldak ve modern bir tane yükseliyor her sokakta. Bir taşra kazasında komşu teyzelerin kabul gününe gitmiş kaymakam karısı gibi duruyor o yeni binalar. Öyle güzelleri var ki içlerinde insan yıkmaya kıyamaz, ferforje balkon demirlerine hayranım en çok, yenilerin janjanlı pleksiglas korkulukları uzaylı gibi. Biliyorum bıktınız benim eski apartman güzelleyip yenilerine çemkirmemden ama ne yapayım duygularım böyle ve günün birinde eminim benimkini de elimden alıp bu sevimsizlerden birini verecekler, hem de küçülterek.


Girdiğim sokakların çeşit çeşit isimleri var, bazıları sıradan, bazıları çok değişik, "Tevekküller Sokak"a dalıyorum ismini sevdiğim için, ciddi yokuşlu ara sokaklara açılıyor. Şaşıyorum bu dik merdivenlere ve yokuşlara, ben bu semti hiç tanımamışım sanki. 


Dönmeye karar verdiğimde telefonum 10 bin adıma yakın yürüdüğümü bildiriyor, protezleri kızdırmamak lazım diyerek dönüşe geçiyorum. Eve yaklaşırken eski arkadaşımın apartmanına bir göz atıyorum, balkon kapısı açık, üç-beş de çamaşır serili ama ortalarda kimse yok. Yine cesaret edemiyorum zili çalmaya ve devam ediyorum. Bir yürüyüş böyle bitiyor.

Dün boynumda ikamet eden birkaç siğil için kriyoterapi yaptırdım. Soğuk sıvı nitrojen püskürtüp dondurdular siğilleri, sonuç ne yönde olacak henüz bilmiyorum ama kazak giyerken ve kolye taktığımda takılıp kopma noktasına geldikleri çok oldu. Hem zaten kendim için bir şey istiyorsam namerdim, benim derdim kazaklarımın ve kolyelerimin mutluluğu 😂

Hafta sonunuz güzel geçsin...


15 Ekim 2025 Çarşamba

YAZMADIĞIM GÜNLERDE...

Rüyamda yine hiç çalışmadığım bir dersten sınava girmek üzereydim. Liseyi bitirdiğimden bu yana yılda birkaç kez gördüğüm ve her seferinde endişeden kahrolduğum bir rüyadır bu. Sabah uyanınca rüya olduğunu anlar ve "Behey salak kadın ne dertleniyorsun, sen liseyi değil üniversiteyi bile bitirdin, yaşın kaç oldu, kendine gel" diye bir azar geçerim şahsıma. Genelde bu ders cebir, geometri olur, ben ders esnasında önüme koyduğum kağıda resimler yapıp şık hocam Mualla'yı dinlemez, konuları es geçer, sınav günü de sıkıntıdan karnıma ağrılar girip ne yapacağımı bilemez olurum. Rüyam böyle ama normalde de içinden rakam geçen hiçbir dersi sevemedim ben, üstelik Fen Kolu mezunuyum. Bizim zamanımızda fen kolunu seçmeyenlere tembel gözüyle bakılırdı, bir nevi mahalle baskısı yani, şimdiki aklım olsa seçerdim edebiyatı, oh mis, en sevdiğim derslere yoğunlaşıp tereyağından kıl çeker gibi geçerdim sınıfları. Sınıfta herkes matematiğe, fiziğe, kimyaya meyletmişken ben edebiyat diye dellenir, millet redoks işlemlerini şak diye hallederken, aruz vezni çözümlemeye bayılırdım. Canım divan şiiri, failatün, failatün, failün 😂 Ben "Fuzulî rind-i şeydadır/Hemiş-i halka rüsvadır/Sorun kim bu ne sevdadır/Bu sevdadan usanmaz mı?" diye canhıraş şiirler okurken ön sıra komşum ve fen aşığı sevgili arkadaşım okuduğum şiirle dalga geçip uzun hava tarzında söylemeye kalkardı. Sonuçta ikimiz de mezun olduk ama o rüyalarında hâlâ matematik sınavına girmiyor tahminim, bense devam. Ay nefret, bu seferki Mualla'nın dersi değildi, açık öğretim gibi bir şeydi ve sadece matematik değil, bir sürü ders vardı hiç çalışmadığım. Dertler benim, çile benim, mutluluk Mualla'nın olsun mademse 😂

Ankara erkenden ısınıp yaz boyu bizi pişirmişken şimdi de erkenden soğuyup üşütmeye geçti. Deli mi ne? Sen Ankarasın, ısıtmanın da, üşütmenin de zamanı var, hem pastırma yazına ne oldu? Kasımda mıydı ayol o? İki senedir kışı da burada geçirdik neredeyse zorunlu sebeplerle, bu yıl Ekim başı kaçarız derken Kocam Bey çocuklara takdim edilmek üzere bidonlar dolusu yeşil zeytin kurdu. Mecburen onların tatlanmalarını bekliyoruz gitmek için. Zeytinler kıvama gelecek, tuzlanacak ve sahiplerine teslim edilecek ki biz de ana-baba olarak vicdanımız tertemiz, görevini yerine getirmişlerin huzuruyla evimize avdet edelim. Günlerdir ev zeytin bidonları, su bidonları, bir köşeye depolanmış iri tuzlar ve paketlerce limon tuzuyla adeta bir zeytinhane. Daha bunun Antalyası var, gideceğiz ve orada da kendi kışlık zeytinimizi kuracağız, ayağımızı değdiğimiz yerde zeytin bidonuna çarpacağız. Yemesi iyi oluyor haliyle de kıvama gelme aşaması biraz sıkıntılı. Ben yine de ufaktan yol hazırlıklarına başladım, iki ayağım bir pabuca girmesin diye yavaştan yavaştan toparlanıyorum. Gidene kadar idare ederiz diyordum ama baktım ısınamıyorum (özellikle ayaklarım buz) bugün törenle kombiyi de yaktık, giderayak hasta olmayalım. Şurada biraz ısınalım, nasılsa Akdeniz'de tekrar yaza döneriz bir süreliğine.

Kitap Fuarı'na gittik kız kardeşle geçen haftalarda, biri uzun, biri kısa süreli. "Özlemin Eski Tadı Yok" demiş ya kitabında Simon Signoret, kitap fuarlarının da eski tadı yok.  Açıldığının üçüncü günü, bir pazar sabah saatlerinde gittik, nisbeten tenhaydı, insanlar pazar tembelliği ile bizim gibi fuara koşturmamıştı, en azından okullar yoktu ve kitaptan ziyade ayraç ve maskelere abanan ergenler de birbirinin üstünden atlamıyordu. En baba indirim yüzde 25 civarında olunca pek yüz vermedik çoğu standa. Sadece İthaki'den üç kitap alırsan yüzde 30 dendiği için 3 kitabı paylaştık kız kardeşle, sonra sahaflara yöneldik. Online sitelerden çok daha indirimli alabilecekken gerek görmedik. Yayınevleri de haklı, stant kiralarının çok yüksek olduğu söyleniyor, sahaflardan birkaç ganimet toplayıp döndük. Her şeye rağmen kitaplar arasında dolaşmak güzeldi. Birkaç gün sonra bir daha uğradık ki bu defa aşırı kalabalıktı, kıpır kıpır öğrenciler, durmadan yapılan okul anonsları arasında yarım saat ancak dayanabildik. Yine sahaflardan Joyce Carol Oates'in okumadığım bir kitabı ile Javier Marias'ın "Kurt Mıntıkası"nı alıp çıktım. 

Dişe dokunur bir diğer etkinlik ise Sevda (Bilgenin Annesi) ile gittiğimiz Çağdaş Sanatlar Galerisi'ndeki "Zamanın Renkleri" sergisi oldu. Tanınmış ressamların koleksiyonlardan alınma resimleri ile oluşturulmuş güzel bir sergi gezdik. En çok Neşet Günal'ın "Korkuluk"u ile Mehmet Pesen'in "Köyde Düğün Var"ını sevdim:


İkinci resimde öyle ince detaylar var ki orijinalini görmenizi isterdim, keşke benim olsaydı diyerek ayrıldım başından 😊

Son bildirimlerimi de yapıp veda edeyim, En son Diane Keaton'un ölümü üzerine "Annie Hall" filmini izledim, Storytel'de Şebnem İşigüzel'in bitmek bilmeyen "Sarmaşık"ını dinliyorum ve Antonio Iturbe'nin "Auschwitz Kütüphanecisi"ni okuyorum.

Ve şimdi yürüyüş zamanı...

6 Ekim 2025 Pazartesi

YÜRÜYÜŞ

Aklımı süzdüm geçen hafta içinde bir gün, bu "Akıl süzme" lafı babamdan kalma. Çekildim bir köşeye bütün yazı gözden geçirdim. Topladım, çıkardım, çarptım, böldüm, ayıkladım, eledim, mikserde çırptım, hamur yaptım yoğurdum, ortaya ne tatlı, ne tuzlu elle tutulur bir şey çıkmadı, bu yaz sası. Süzgeci şöyle bir yana fırlatıp "Yetti gari" dedim ve bu kez aklımı havalandırmak için yürüyüşe çıktım. Bir alt paragrafta size de yürüyüş yaptıracağım, o yüzden şimdiki zamana geçiş yapıyorum.

Evden bir karış suratla çıkıyorum, aklımı süzme seansı pek keyif vermemiş belli. Hangi yana gitme konusunda kararsızlık yaşıyorum. Arkamda, evin altına açılmayı hala becerememiş profiterolcü. Çocukluğunu bildiğim berberin dükkanı satmasından sonra el değiştirmekten bir hal oldu büyükçe bir oda genişliğindeki mekan. Önce tostçu, arkasından iki-üç yıl tavuk dönerci, derken pet kuaförü ve son olarak tatlıcı. Hadi bakalım, tatlı satılsın, tatlı geçinilsin. Sol tarafı yokuş nedeniyle seçmiyor, sağa yöneliyorum. Yürü Leylak, tempolu. 

17 yaşımda geldiğim bu semt o günden bu yana öyle çok değişti ki, sıra sıra apartman altı dükkanlara bakarak ilerliyorum. Sadece bir tanesi varlığını sürdürüyor, aynı zamanda komşumuz olan terzi, o da canı isterse 1-2 saat açıyor. Yanındaki yılların berberi kendini emekliye ayırdı, yerinde ne idüğü belirsiz, hiç açık olmayan bir tostçu. Evvelki yıla kadar önünden her geçişimde ayağa dikilip asker selamı veren bakkal da yok artık, önce bir bacağı kesildi, ardından vefat etti. Taşındığımız günden bu yana mevcut olanlardan biriydi oysa, pasaklı diye pek uğramasak da komşu esnaftı, iki kelam ederdik. Şimdi yerinde yine kırk yılda bir açılan iki kiralık otocu var. Bir sonraki apartman altındaki daracık dükkan Barış'ın ayakkabı tamir yeriydi. Barış dediysem adı değil, niye Barış derlerdi onu da bilmiyorum. O da öbür alemde şimdi, yerine pilavcı açılmış, ilk kez görüyorum. Hızla el değiştiriyor burada dükkanlar. 

Henüz yapraklarını sarartmamış akasyaların altından devam ediyorum yola, işte çehre ve sahip değiştirmiş bir eski tanıdık daha, bir zamanların ünlü fotoğraf stüdyosu Askent. Yerinde pandeminin hemen öncesinde yenilenip pandemi sonrasında bir kez bile açıldığını görmediğim kebapçı. Kirli camekanların arkasından kendi haline bırakılmış masalar, sandalyeler, tuzluklar, peçetelikler, hayalet şehir gibi. Oysa Askent'in vitrininden gelinler-damatlar gülümserdi, keplerini takmış yeni mezunlar, sevimli bebekler bakardı. Nişan fotoğraflarımı da orada çektirmiştik, önüme komik pozlar sürmüş, hangisinden istediğimi sorduğunda, "Hiçbiri" demiştim, "yan yana duralım, çek işte". Nazan Öncel benden duymuş olsa gerek bu repliği 😂 Annemin son vesikalığı da orada çekilmişti. Çok geçmeden de önce stüdyo, sonra annem gidiverdi.

Eski foto, yeni âtıl kebapçıyı geçiyorum, sıra sıra rent a car mekanları, kaldırımları da işgal etmişler üstelik koca koca arabalarla. Kendimi güvercinli tepeye dar atıyorum. Hiçbiri yok, Kurtuluş Parkı'na doğru uçuyorlar bu saatlerde, su mu içiyorlar havuzdan, seyran mı ediyorlar bilemiyorum. Yandaki motorcunun ektiği ayçiçekleri de solmuş. Mazot kokulu bir nefesten sonra iki tane de olsa ayçiçeği görmek güzeldi oysa.

Caddeyi geçiyorum ve mahalle sınırlarının dışındayım şimdi. İncesu'dan Kurtuluş'a doğru giden sokağa sapıyorum, sol yandaki sitelerin bakımlı bahçeleri var, diğerleriyse perişan. Hayat gailesi, pahalılık nedeniyle  çoğu apartman kapıcıları işten çıkarmış, bahçıvan tutmak zaten imkansız bu devirde. Mevcut ağaçlar görev gibi çiçekleniyor vakti gelince, en başta her bahçede en az bir-iki tane olan leylaklar. Onun dışında yetişenler hüdayinabit. Çoğu bahçe sökülmüş zaten, artan araç sayısına otopark olmuş.

Kavşakta çok eski bir arkadaşımın evi, yıllardır görmedim. Oysa gençliğimde çok yakındık, aynı zamanda aile dostumuzdu. Sık sık giderdik kışları sıcacık olan, bir duvarı kitaplarla dolu o küçük daireye. Gözüm balkona takılıyor, acaba görür müyüm diye ama hiç denk gelmedim bunca yıldır, acaba hala orada mı oturuyor, belirsiz, dönüşte zillere bir göz atmayı düşünüyorum. Niyetim hiç geçmediğim bir sokağa girmek, Cevher Sokak tabelası çarpıyor gözüme, çark ediyorum o yöne. 

Bahçeleri yeşillikli, karakterli ve asil görünümlü eski apartmanlarla profil ve plexiglass karışımı kentsel dönüşüm apartmanlarının yan yana sıralandığı bir sokak bu. Eskiler yenilere bakıp "Bizim sıramız ne zaman gelecek?" diye düşünüyorlar mıdır acaba. Kimilerininki gelmiş zaten, dozerin ilk vuruşunu bekliyorlar, idam fermanları boyunlarına asılmış:


Hiç açılmayacak dükkanın önünde hiç oturulmayacak bir koltuk nöbet tutuyor, yan tarafta azmanlaşmış kuzu kulağı çalısı, neredeyse ev boyuna ulaşmış ve evin sönmüş neşesine inatla çiçeklenmiş. Yapraklarını koparıp yememek ve çocukluğuma bir selam göndermemek için zor tutuyorum kendimi. Yaprağa doğru uzanan elimi geri çekiyor ve kuzukulağının yanından aşağı kıvrılıyorum. Meğer arkada bahçe varmış, bahçelikten çıkıp cangıla dönmüş, kim bilir ne zamandır sabırla bekliyor:


Umut Sokak'tan devam edip Kıbrıs Caddesi'ne çıkıyorum. Oldukça kalabalık, resmi daireler dağılmış, insanlar evlerine ulaşma telaşında. Caddenin iki yanında devasa çınar ve at kestanesi ağaçları var, öyle ki bazı apartmanların ön yüzleri görünmüyor. Yokuş yukarı tırmanıyorum, protezlerim itiraz edene kadar. Sonra gerisingeri iniyor ve tekrar Umut Sokağa sapıyorum. Niyetim arkadaşımın apartmanının zillerini denetlemek. Soyadını görsem zile basıp çıkmak niyetindeyim yukarı. Sonunda ulaşıyorum apartman kapısına ama heyhat zillerdeki isimlikler bomboş. Bir umut tekrar balkonlara bakıyorum, onlar da boş. Ben balkonlara bakarken bitişikteki yufkacının önündeki kadınlar da bana bakıyorlar. Bir an sorsam mı diye düşünüp vaz geçiyor, çıkmışken markete uğrayım bari diyerek ana caddeye yürüyorum.

Eve dönünce kız kardeşle telefonda konuşuyorum, ona Cevher Sokak'tan, yıkılan güzelim apartmanların yerine dikilen kişiliksiz kazuletlerden bahsediyorum. "Bizim zamanımız geçiyor abla" diyor, "şimdiki gençler bunları seviyor". Haklı. Derken kitabımı alıyorum elime, Amor Towles'in "İki Kişilik Masa"sı. Bu aralar sürekli tevafuk halleri var bende, kitapta rastladığım satırlar konuşmamızı pekiştiriyor:

"Bunlar yaşlı bir adamın hikayeleriydi. Üzgün, yorgun ve haddinden fazla anlatılmışlardı.
Her şey boş, bomboş.
Geçmiş kuşaklar anımsanmıyor. Gelecek kuşaklar da kendilerinden sonra gelenlerce anımsanmayacak"