Eskiden Ankara'da yaptığım gezileri yazarken başlığı bu şekilde attığımı fark ettim, dünkü uzun yürüyüşlü turun başlığını da böyle atayım dedim. Geçenlerde eski yıllardan bir öğrencim (artık arkadaşım), "Hocam siz seversiniz" diyerek "Lügat Kitap Cafe"nin linkini göndermişti. Eh, böyle bilmediğimiz ilgi çekici bir yerin önerisi gelir, üstelik içinde kitap da barındırırsa arar buluruz elbet. Kız kardeşle buluştuk ve tabana kuvvet yola düzüldük. Adres "Kestane Sokak No: 27/Hamamarkası" olarak geçiyordu cafenin sitesinde. Kurtuluş Parkı'nın önünden yürümeye başladık, Dumlupınar Bulvarı'nın sonuna geldik, Cebeci Dörtyol'dan sola kıvrıldık, Talatpaşa Bulvarı'na geçtik. Kestane Sokağı sorduğumuz bir esnafın tarifiyle çok geçmeden ulaşmıştık Lügat Kitap-Cafe'ye. Zaten yol üstündeydi, görmemek mümkün değildi:
Sayfalar
24 Ekim 2023 Salı
ANKARA KAZAN BİZ KEPÇE / 24 EKİM
20 Ekim 2023 Cuma
GÜNLÜK / 20 EKİM
Sabah uyandıktan kısa bir süre sonra sular kesildi. Bizim civarda pek sık görülen bir durum değildir, gafil avlandık. Neyse ki çayı koymuştum. Aklımda başka işlere dalmadan yemek yapmak vardı ama haliyle ertelendi. Hal böyle olunca ortalığı topladım fazla detaya girmeden, kirli tabak-çanağı sular gelince yıkanmak üzere bulaşık makinesine teptim. Sonra bilgisayar başına oturdum. Bloglara rutin ziyaretlerimi yaptım, kız kardeşin Melike Şahin hakkında yazdığı bir röportajı okudum Duvar'ın internet sitesinde. Okumak isterseniz link burada. Melike Şahin çok fazla takip ettiğim biri değildi, bu yazının üstüne "Diva Yorgun" dinlemekteyim. Diva olmasam da ben de yorgunum zira 😃
Hafta başından beri iki misafir var evde, biri insan cinsinin küçüğü, diğeri hayvan cinsinin. İlkinden memnunuz, seviyoruz, hatta bazen aşırı sevip rahatsız ediyoruz 😃 Tahmin ettiniz, kendisi Umut, kreş sonrası eğlenceli vakitler geçiriyoruz. İkincisi ise bir sinek, minnacık bir şey, kara olan türden. Ne yaptıysak terk etmedi evi. Elimden olmasın ölümü diyorum ama ısrarla "Vur tepeme bir şey" diyor. En sevdiği mekan haliyle mutfak, üstü açık yiyecek bırakmaya gelmediği gibi bizi de yiyecek zannediyor. Burnumdan kovsam alnıma, alnımdan kovsam yanağıma, oradan kovalasam çeneme konuyor. Öyle arsız. Her sabah vızıldıyarak "Günaydın" mı diyor, dalga mı geçiyor anlamadım. Sonunda bu sabah intihar etti, evet öyle yaptı. Çay koyacağım, demliğin içindeki çay dolu süzgeci yıkarken ne bulmayı umuyorsa demliğe dalmış. Hiç fark etmeden demliği suyun altına tutunca kendisini imha etmiş oldu. Eh, ne diyeyim, sonuçta elimi karasinek kanına bulamadım. Vızıltıdan da kurtuldum.
Sular tam saat 12'de geldi. Geldi gelmesine de musluktan akan sıvı benzetmek gibi olmasın çikolata rengindeydi, öyle bir çamur. Yarım saat akıttım da öyle ağardı, dünya kadar suyu ziyan etmiş olduk. Eviyeyi bile boyadı. Haliyle yemek yapma işini de sular berraklaşana kadar yine erteledim. O süreçte Storytel'i açıp Kemal Tahir'in "Devlet Ana"sını dinledim. 21 saatlik bir dinlemenin son 4 saatine ulaştım, oyuncu Levent Can seslendirmiş ve bu kadar uzun bir kitabı gerçekten çok iyi seslendirmiş. Kitap da muhteşem zaten. Kemal Tahir külliyatını bitirmeme bir-iki kitap kaldı. Storytel'e bunca geciktiğim için pişmanım.
Akan su berraklaşınca yemek işine giriştim, bugün aklımda karnıyarık ve pilav vardı. Patlıcanlara çubuklu pijamalarını giydirip fırçayla yağladım ve fırına attım kızarmaları için. Artık yağda kızartmıyorum, böylesi hem sağlıklı, hem daha lezzetli, hem de daha temiz ve kolay oluyor. Onlar fırında solaryum sefası yaparken ben de içini hazırladım, kulağım "Devlet Ana"da. Sonra hazır olan patlıcanlara içlerini doldurup süsleyerek tekrar fırına attım ve artan karnıyarık içine iştahla baktım. "Ye beni" diyordu. Ekmeğin içine yerleştirdim o içi, kendimi Yenimahalle'deki evde, en sevdiğim somyanın üstünde Ayşegül kitaplarımı okurken hayal ederek yedim. Şu alemde arasına karnıyarık içi yerleştirilmiş ekmek kadar anne mutfağına ışınlayan yiyecek var mıdır?
Dün kız kardeşin içeriğini hazırladığı, Mimarlar Odası tarafından düzenlenen "Almanca Konuşan Bilim İnsanlarının Ankara Günlükleri" isimli sergiyi görmek için Goethe Enstitüsü'ne gittim. Sergide 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi zulmünden kaçarak Türkiye'ye sığınan çeşitli mesleklerden bilim insanlarının Ankara'da geçen günlerinden kesitler yer alıyordu fotoğraflar ve metinler eşliğinde. Mimar, mühendis, doktor, akademisyen ve daha bir çok meslek grubundan insanın yer aldığı bu göçmenler Ankara'ya maddi ve manevi anlamda pek çok şey kazandırarak dönmüşler ülkelerine. Çoğunun hikayesi de oldukça hazin. Dönüşte bazı eksikleri almak için markete uğrayınca kapı önüne sıralanmış kasımpatları "Bizi de eve götür" deyince hatırlarını kırmadım, bir demet yeşil soğanla arkadaşlık ederek eve geldiler sarı ve pembe çiçekli saksılar. Bitirmek üzere olduğum ve ay sonuna kadar bitirmeyi düşündüğüm kitaplarımla poz verdi bir tanesi:
Güzel gelsin hafta sonunuz...
18 Ekim 2023 Çarşamba
ÇÜNKÜ HATIRALAR KUŞLAR GİBİ 10 / 18 EKİM
İstanbul yolculuğuydu, evle ilgili koşuşturmalardı, ülke ve dünya gündemiydi derken anı yazılarına uzun bir ara verdiğimi fark ettim bilgisayar başına oturunca. İnsan kendisini birebir ilgilendirmese de insanlık söz konusu olunca iç huzuru duyamıyor. Bu da günlük yaşamını etkiliyor haliyle. Evde oturup kaldığım şu günlerde bari eski günlere, dünya kaygısından nispeten azade olduğumuz zamanlara döneyim dedim, kaldığım yerden devam anılara.
Lise bitmiş, üniversite sınavına, sorular çalındığı için hem de iki kere girilmiş, bir yandan sonucun ne olacağı telaşı, bir yandan taşınma hazırlığı içinde bir yaz geçirilmekte. Posta işleri o zaman önemli bir kurumdu, postacımız adeta aileden sayılırdı. Ben de mektup getirdiği bir gün taşınacağımızı, adres değişikliği olacağını, sınav sonuçlarıma nasıl ulaşabileceğimi sormuştum güler yüzlü postacımıza. "Sen hiç meraklanma" dedi bana, "yeni adresinizi yaz ver, ben o mahallenin postacısına naklederim senin sonuçlarını, eline ulaştırır". Şimdiki zamanlar gibi değildi, karşınızdakine sorgusuz sualsiz güvenirdiniz ve o güven çok az boşa çıkardı. Nitekim postacımız da söz verdiği gibi yeni eve ulaşmasını sağlayacaktı sınav sonuçlarının.
Yenimahalle'de kesintisiz geçirdiğim son yazdı. Babam iki yıl önce bir ev almış, benim liseyi bitirmemi bekliyordu. O yaz kiracı çıkmış, evdeki tadilat işleri halledilince taşınmak üzere hazırlık yapılmaktaydı. Dört yaşında gelip on üç yılımı geçirdiğim, beni büyüten, alt kültürümün gelişmesinde büyük katkısı olan semtten, arkadaşlarımdan ve komşulardan ayrılacağım için buruk, Yenimahalle'den Yenişehir'e taşınarak bir nevi sınıf atlayacağım için de heyecanlıydım. Gençlik işte. Sevgi Soysal "Yenişehir'de Bir Öğle Vakti" romanını o yıl yazmıştı. Her şeyi rahatça bulabildiğimiz Yenimahalle'den eş-dost ziyaretleri, bazı zorunlu alışverişler ve dershaneye gitmek gibi sebeplerle ancak çıkardık, Yenişehir'de yaşamak ergen gözümüzde bir statü sembolüydü ve o sembole ulaşmak an meselesiydi. Yaşamım boyunca Yenimahalle'deki günlerimi arayacağımın henüz farkında değildim.
Taşınmamızdan birkaç gün önce annem ve bir komşumuzla yeni evi temizlemek için yola düştük. İlk durak o yıllarda temizliğe giden kadınların iş bulmak için bekleştikleri Güvenpark oldu. Sıkı bir pazarlıkla bir kadınla anlaşıldı ve eve ulaşıldı. Ramazandı, babam ülserinden dolayı oruç tutamıyordu, annem sahurda tek başına bir şey yiyemediğinden "aç acına oruç nasıl tutacağım" sızlanmalarına dayanamayıp ona eşlik etmekteydim. Oruçluydum yani ve fena halde açtım. Apartmana ilk gelişimdi, Önünde durur durmaz dikkatimi kendi evimizden önce yan apartmanın altındaki kebapçı çekti. Pırıl pırıl parlayan kocaman camekanda kebap çeşitleri isimleri ve resimleriyle sıralanmıştı. "Pastırmalı pide"de gözüm kaldı ve ağzımın sularını zor zaptederek tırmandım bizim dairenin merdivenlerini. Kebapçının sahibinin bitişik dairemizde oturduğunu ve yıllar içerisinde kâh ikram, kâh müşteri olarak o dükkandan pide, kebap ve baklava yiyeceğimizi henüz bilmiyorduk.
Boş eve girdik, dört elden bir sürü kapıyı ve camı sildik. Sanırım bu apartman kapıların ucuz olduğu zamanda yapılmıştı 😃oda kapıları yetmezmiş gibi bir de üç bölümlü devasa camlı kapı vardı. Komşumuz evin kocaman salonuna bakıp "Burada ne güzel kına gecesi ve nişan yapılır" diyecekti ve 6 yıl sonra gerçekten küçük çaplı bir kına gecesi benim için yapılacaktı annemin hatırını kırmamak adına.
Bir hafta sonra annemin ve komşuların gözyaşları, mahallenin gençlerinin yardımları ile eşyalar kamyona yüklendi, yeni hayatımıza doğru yola çıktık. Her daim açık ya da anahtarı üstünde bırakılan kapılara, canım komşulara, içten dostluklara, oyunun binbir çeşidini oynadığımız kocaman bahçeye, piknik yaptığımız kırlara, bahçesinden gelincikler, papatyalar topladığımız şantiyeye, kocaman plakasındaki kuru kafalı ölüm tehlikesi işaretine rağmen evcilik oyunlarımızın mekanı trafoya, 5. Durak piyasalarına, Seyran, Alemdar, Güneş Sinemaları'na, bayram ve yılbaşı öncesi PTT binası önünde kurulan kartpostal stantlarına, hepsi tanıdık olan kitapçılarına, tuhafiyecilerine, kumaşçılarına, Vardar'ın dondurmasına, Avrupa Pastanesi'nin prenses pastasına, anneannemin "Et Gımısı"-Gima'dan hareketle-dediği, önünde kuyruğa girdiğimiz Et-Balık Kurumu şubesine, Çarşamba ve Pazar günleri kurulan rengarenk pazarına, annemin deterjan aldığı Şaşmazcı'sına, her Allahın günü şarkı söyleyerek kaldırımları arşınlayan kara sevdalı Deli Bardakçı'sına, eşekli dondurmacısına, önce kendimin gittiği, sonra kardeşimi götürdüğüm çocuk bahçesine, seyyar sirk gösterilerinin yapıldığı, tel cambazlarının geldiği arsalarına, yüzlerce film izleyip konser dinlediğimiz, sihirbaz gösterileri seyredip seçim propagandasına gelen İnönü ve gencecik Ecevit'i alkışladığımız açık hava sinemasına, iki katlı bahçe içindeki evlere, baharda duvarlardan sarkan leylaklara, ilkokuluma, ortaokul ve liseme, kaldırımdaki kokusu baharda sokağı saran iğde ağacına, Mustaa Bakkal'a, Niyazi Bakkal'a, Deli Bakkal'a, Kuaför Çinçi'ye, küçük kardeşim için etin en güzelini veren kibar kasaba, her gün kapımıza gazete bırakan seyyar bayiye ve bana çaktırmadan gazete ekleri veren bıyıkları yeni terlemiş yiğenine, sütçüye, yoğurtçuya, sucuya, motosikletli telgrafçıya, baharda okul kapısında galvaniz kovalar içinde satılan lalelere, beni yukarı sokaklarda oturan arkadaşlarıma götüren bitmez tükenmez merdivenlere, her yolculukta boynuzları çıkan troleybüslere, biletlerden tuttuğumuz fallara (adyomersi, kuşakdaşlarım bilir belki), Ragıp Tüzün'e, İvedik'e, Seylap Sitesi'ne, kısacası bir daha asla bulamayacağım mahalle hayatına veda ediyorduk. Yenişehir belki pek çok olanak sundu bize ama asla Yenimahalle olamadı...
13 Ekim 2023 Cuma
EYLÜL AY DÖKÜMÜ / 13 EKİM
Araya İstanbul gezisi girince Eylül ayı dökümünü atlamışım. Geç de olsa yazayım dedim, ne de olsa burası benim bir nevi günlüğüm, unuttuklarımı hatırlama mekanım. Okuduğum kitapları paylaşmıştım. Gelelim diğer etkinliklere.
Bu ay pandemi sonrası ilk kez ardarda sergi gezdim:
Bunlardan son ikisi özeldi. "Haksızlık" başlığıyla gezdiğimiz resim sergisinde sevgili blogdaşım Qunegond'un resimleri de vardı. "Cebeci-Sıhhiye Hattında Tıbbiyeliler" ise babamı çalıştığı kurum önünde mesai arkadaşlarıyla çektirdiği bir fotoğrafla temsil edip bizi duygulandıran bir sergi olmuştu.
Yaz boyu sıcaklardan mıdır, isteksizlikten midir bilemedim ama pek film izleyememiştim. Eylül'de şeytanın bacağını kırıp altı film izledim ki bunlardan biri sinema salonunda olduğu için pandemi sonrası bir ilkti:
-"Bir Avuç Güzel İnsan" Ara Güler imzalı fotoğraflardan oluşan bir serginin belgeseli. Puhu TV'de izledim.
-"Acı Kiraz" Netflix'den rastgele izlediğim bir filmdi. Oyuncu kadrosuna aldanıp izledim ama beklediğim verimi alamadım. Hasta oğlunu kurtarmak için paraya ihtiyacı olan bir baba, uyuşturucu kaçakçıları, yolunu şaşırmış gençler vs vs. Ben ettim, siz etmeyin.
-"Koncentrisi Se, Baba" ya da "Odaklan Babaanne", TRT 2'nin film kuşağında tesadüfen karşıma çıkan bir Bosna-Hersek filmi oldu ve gayet iyi oldu. Saraybosna'da tam savaşa çeyrek kala ölüm döşeğinde yatan annelerinin etrafında toplanan kardeşlerin miras kavgalarını konu alıyor. Rastlarsanız izleyin derim, iyi bir filmdi.
-"Ela ile Hilmi ve Ali" Adana Altın Koza'dan ve İstanbul Film Festivali'nden birçok ödülle döndüğü için merak ettiğim bir filmdi. Zaten Serkan Keskin'in oynadığı bir film kötü olamaz diye düşünmekteyim. Bu filmdeki Hilmi Serkan Keskin, bir öğretmen. Deprem nedeniyle ailesini kaybeden gencecik bir kızla evlenmiş, ona üniversite sınavı için ders çalıştırırken apartman görevlisinin oğlu Ali'yi de dahil etmekte. Üçlünün ilginç bir ilişkisi var. Normal kalıpların dışında ama bence iyi bir film. Blu TV'ye geldiğini duyunca hemen izledim.
-Ve son olarak "Kuru Otlar Üstüne". Instagram'da da, Facebook'da da film üzerine düşüncelerimi yazdım, buraya da yazmaya gerek görmüyorum, söylenecek her şey söylendi zaten. Benim diyeceğim 4 saate yakın bir film hiç sıkılmadan izleniyorsa iyidir...
Eylül ayı içinde ailecek bir Kale civarı gezisi, kız kardeşle ilginç bir Hacıbayram turu ve bir arkadaşla da Gölbaşı TEİAŞ tesislerinde yemek yiyip yürüyüş yaptık.
11 Ekim 2023 Çarşamba
İSTANBUL 3 / 11 EKİM
Ve geldik son güne. İstanbul o kadar kaotik, hareketli, uyumayan bir şehir ki dışardan gelen biriyseniz ister istemez bu döngüye ayak uyduruyor ve orada geçirdiğiniz zamandan daha fazlasını yaşamış gibi hissediyorsunuz. Hesapta son günün sabah saatlerini otel civarında, Yeldeğirmeni Mahallesi'ni gezerek, öğleden sonra da Moda'ya giderek geçirecektik. Kahvaltı sırasında beraber geldiğimiz arkadaşla yaptığımız sohbette Salt Galata'da "Reşat Ekrem Koçu Sergisi" olduğunu duyunca kız kardeş plan değişikliği önerdi. Tabii ki kabul ettim, valizleri hazırlayıp resepsiyona bıraktık ve kendimizi Karaköy vapuruna attık. Esasen o gün İstanbul'un kurtuluş günü olduğu için toplu taşım araçları ücretsizmiş ama bizim kartımız isme kayıtlı olmadığından şıkır şıkır ödedik paraları 😄 İstanbul kurtuldu ya paralarımız helal olsun deyip güverteye yerleştik. Vapurla defalarca karşıdan karşıya geçsek de Ankaralı olarak manzaraya doyamadığımızdan yine telefonlara davrandık, bu defa yanımda tarihi yarımadayı götürmek istedim. Kız kardeşle Cankurtaran Öğretmenevi'nden Sarayburnu'na güneşte pişe pişe yürüyüşümüzü anıp gülüşerek vardık Karaköy'e.
10 Ekim 2023 Salı
İSTANBUL 2 / 10 EKİM
İstanbul'daki ikinci günümüzün sabahına otelin biz Ankaralılar için muhteşem manzaralı teras katında kahvaltı ederek başladık.
Derken bir konuğumuz oldu:
Kabataş'ta vapurdan inip Finikülere bindik ve Taksim'e geçtik. Yeni AKM ile merhabalaşıp Taksim Camii ile tanıştık. Sonra da Kurtuluş'a doğru bir yürüyüş tutturduk. Yol üstü kafamızı sola çevirdiğimizde bir kilise gördük. Bahçesindeki heykeller ve görkemli görünüşü dikkatimizi çekince daldık içeriye.
Girişteki tabelada yazan isim "Basilica Cathedrale du Saint-Esprit" idi. Oh oh, esprili kilise dedik, zaten kapı üstündeki Papa minyatürü de pek güler yüzlü idi. Sonra içeriyi gezerken rastladığımız madam bize yan taraftaki okulun Notre Dame de Sion olduğunu söyledi, kendisi de yıllarca orada sekreter olarak çalışmış. Bak bak, bilmeden nereleri bulmuşuz 😃 Ataletciğim bunu en iyi sen bilirsin, sahiden espri kelimesiyle bir bağlantısı var mı kilise adının?