Sayfalar

27 Haziran 2023 Salı

TURUNCU ÇİÇEKLİ BATTANİYE


Sabah yatakları toplarken katladığım battaniyeye bir süre uzun uzun baktım. Üzerinden geçen zamanın, yıllardır üstünü örttüğü kişilerin, üşümesini engellediği dizlerin, serilip uzandığı yatakların varlığından habersiz hâlâ canlı renkleriyle hizmet vermeye devam ediyordu. Benimdi o battaniye bir zamanlar, çok severdim. Portakal rengine olan düşkünlüğümün had safhaya vardığı dönemlerde yine portakal rengi ağırlıklı döşenmiş, 17 yaşımdan sonra sahip olabildiğim odamı neşelendirirdi turuncu çiçekleriyle. Portakal rengi tüllerimle, ayçiçeği desenli kalın perdelerimle birlikte kışları her daim gri olan Ankara'da, odama güneş doğardı adeta. Babam bir Ulukışla seyahatinde getirmişti battaniyeyi, içim açılmıştı görünce, hemen el koymuştum. 

Babamın kökeni Niğde, Ulukışla idi. Bir demiryolu lojmanında doğmuş, o nedenle midir bilinmez hayatı boyunca trenlere ve istasyonlara sonsuz bir sevgi duymuş, bu sevgisini de genetik bir faktör gibi biz kızlarına ve hatta torununa geçirmişti. O ilkokuldan sonra bir türlü gelişmeyen bu küçük ilçeden ayrılsa da, yaz tatillerimizin bir kısmını dede-babaanne ziyareti nedeniyle Ulukışla'da geçirirdik. Çalışma hayatı istasyonlarda geçen dedem emekliliğini de istasyona bakan bir tepenin yamacındaki, kendi elleriyle yaptığı iki katlı evinde geçirmekte, yazları da ilçenin biraz dışındaki kocaman bahçesine göçmekte idi. Babam kökenlerini kurcalamayı çok severdi, ikide bir soy ağacı yapmaya niyet eder, akrabalarını soru yağmuruna tutar, kim kimin nesi notlar alır, sonra da bize aktarırdı. Sülalenin bir kısmı hemen ilçenin yakınındaki bir köyde yaşıyordu. Babamın anlattığına göre Harput'tan göç etmişler ve millet Amerika'ya yerleşirken bizimkiler ne hikmetse iğdeden başka ağaç yetişmeyen-ki onu da hiç önemsemedikleri için çit olarak kullanır, çalı derlerdi-bu Orta Anadolu bozkırına sermişlerdi postu. Göz alabildiğine boz toprak. Lakin ironik bir şekilde bu bozkırı bir bıçak gibi kesen E5 Karayolu'nun öte tarafı yemyeşil bir Cennet'ti. Köydekilerin çoğunun burada dönümlerce bahçesi vardı, sınırları "çalı" dedikleri iğdeden çitlerle çevrilmişti, Bahar gelince kimi kışa kadar burada kalıp bahçeyle uğraşır, kimi gidip gelirdi. Dedem kalanlardandı. Oraya gittiğimizde gündüzleri iyi kötü bahçede, meyve ağaçlarının altında, asmalardan koruk toplayıp terleterek, damda kurumaya bırakılmış yarı yaş kayısıları lüpleterek geçerdi ama gecelerden ödüm kopardı. Bir dağ başı ıssızlığında ve karanlığında-elektrik yoktu bahçelerde, gölgeleri büyütüp insanı korkutucu hayallere salan gaz lambasının titrek ışığı eşlik ederdi gecelere-uzaktan gelen köpek havlamalarını ve E5'den geçen araçların seslerini dinleyerek annemin koynuna sokulurdum. 

Seyrek de olsa, E5'in karşısında, yürüyerek bile gidilebilen köye gidilirdi. Babamın çok sevdiği amca oğlu yaşardı orada. Çoğunu bugün bile bilmediğim onlarca hala, onlarca amca, onlarca yenge, onlarca kuzen kuşatırdı etrafımı. Şapırtılı öpücükler, hararetli sarılmalar, saç okşamalar benim gibi içine kapanık, kendi varlığıyla hoşnut evin tek çocuğuna fazla gelirdi. Hele bu ziyaretlerden birinde henüz iki gün önce alınmış, üzerindeki üniforma gibi kıyafet nedeniyle babamın "Mektepten Gelmiş Mehmet" adını taktığı bebeğim de gözaltında kaybolunca 😃 iyice sıtkım sıyrılmıştı köy ziyaretlerinden. Sonraları babamın soy ağacı merakı nedeniyle öğrendiklerim köyün mizahi bir yönünü çıkaracaktı ortaya. Babamın anlattığına göre köyün kurucusu Kör Osman dedemizmiş. Neden bozkırın ortasına yerleştiğinin mantıklı açıklaması ancak körlüğüyle yapılabilir sanırım 😃 Babam şevkle devamını getirirdi: "Sonra onun oğlu Mor Mustafa, Kambur Bilal..." derken, devamının kulakları ağır işiten dedemle geleceğini sezer, babamın sözünü kesip "Adeta bir Defolular Köyü imiş" diye kahkahayı basardım. En çok Mustafa'nın morluğu merakımı celbederdi, neden mordu acaba? Rengi mi, giysisi mi? Meçhul, artık öğrenmenin bir yolu da yok. 

Battaniyeden soy ağacına gelişimi klavyemin gevezeliğine verin. İşte bu battaniyeyi Ulukışla ile Konya Ereğli arasında "Yol Çatı" denilen bir sapaktaki benzin istasyonunda çalışan babamın amca oğlu, bir Almancı aileden satın almış, sonra da babamla bize hediye olarak yollamıştı. Almanya doğumlu battaniye yıllardır hizmet veriyor bize nice anıları tüylerinin arasında taşıyarak. Sizlere de anlatacak bir şeyleri varmış okuduğunuz gibi. Bayramınız kutlu, gülümseten anılarınız çok olsun...

22 Haziran 2023 Perşembe

ANNEM BALERİN OLSAYDI / 22 HAZİRAN

Dört gün süren tadilatın üstüne üç gün süren hastalık ve 2 gün süren perde yıkama, cam silme vs temizlik faaliyetinden sonra sonunda kendimi dışarı atabildim. Yüksel Caddesi boyunca yürüyüp kızkardeşle buluştum. Önce yoluma rengarenk giydirilmiş chuacuha cinsİ bir köpek çıktı, neredeyse ayağıma işeyecekti, birkaç santimle sıyırdım 😃 Yol üstü bir dükkanın köpüşü, çok sevimli, her daim rastlarım. Sonra bir yemek dükkanının önünden geçtim, aman Tanrım, aşçı olduğu belli olan kadının boynunda kordona dizilmiş ben deyim on beş, siz deyin yirmi, belki de daha fazla tam altın takılıydı. Bu devirde derdin ne be annem, cesaretini seveyim. Yüksel'in akasyaları yağmurlardan coşmuş, "Gölge ederim, başka da ihsan istemeyin" demekteydiler. Konur ve Selanik kalabalığının arasından sıyrılıp buluşma yerine ulaştım. 

Bütün bunları göz ucuyla dikizlerken aklıma tuhaf şeyler gelmekteydi. Dün Instagram'da Ayşe Arman bir gönderisinde annesinden bahsediyordu, cami yıkılsa da mihrap yerinde, güzel, neşeli, hayat dolu bir kadın, balerinmiş ve Adana'da ilk bale okulunu o açmış. Kendi kendime "Acaba" dedim, "benim annem de balerin olsa hayatımda bir değişiklik olur muydu?". Sonra annemi bale yaparken gözümün önüne getirip sokak ortasında gülmemek için kendimi zor tuttum. Benim annem ki düğünlerde zorla piste itilmezse kendiliğinden ne oyun oynayan, ne dans eden bir kadındı. Piste itildiğinde de ayıp olmasın diye kollarını dirseklerinden kırıp, parmaklarıyla iki şık şık edip yerine otururdu. Bilmezdi çünkü oynamayı, ilgi alanı değildi, keza dans ettiğini de çok ender gördüm, babam zorlarsa şöyle bir dönerdi. İşin ilginci annemi annesinin-bugün kardeşim babası olduğunu iddia etti-düğünden önce dans öğrensin diye o yılların meşhur, belki de tek dans okulu olan Cavga Dans Stüdyosu'na göndermiş olması. Stüdyo referans olarak annemi gösterse sanırım müşteri tutamazdı 😀 Çocukluğumda önünden çok kere geçmişliğim vardı bu stüdyonun ama işte anneme dans öğretmeyi becerememişler 😀 Ben hayal etsem de annem balerin olamazmış zaten, neticede ben de. Zira bizde beden senkronizasyonu yok, vücudun üstünü hareket ettirsek altı duruyor, altını hareket ettirsek üstü, annem bunu bildiğinden kendini sahalara salmıyormuş, bizde öyle bir duygu yok, keyfimiz yerindeyse sallan yuvarlan, kim takar senkronizasyonu 😂

Bu duygularla kız kardeşle buluşup meseleyi biraz da onunla tartıştım, ikimiz de epeyce güldük. Sonra kahvelerimizi içip yeni açılan Penguen Kitabevi'ni ziyarete karar verdik. Şemsiyeli Konur Sokak'tan geçerken bir selfie çektik, o Instagram'da, sokak burada:

Yolu neredeyse yarılamıştık ki kardeşim toplantısına yetişemeyeceğini fark etti ve caydık kitapçıya gitmekten, az önce önünden geçtiğimiz bahçeli, şirin görünen lokantaya girmeye karar verdik. Küçük bahçedeki küçük masalardan birine yerleştik, o patates çorbası ve kuru dolma, ben patlıcanlı sulu köfte istedim, sulu köfte susuz geldi ama lezzetliydi. Lakin porsiyonlar biraz küçüktü. Denemiş olduk, "Bir daha gider miyiz, gitmeyiz" dedik ve geri döndük. 

Geldiğimiz rotayı geri yürüyüp Dost Kitabevi'nde biraz bakındıktan sonra o toplantıya, ben eve ayrıldık. Yarın bir aksilik olmazsa hoş bir planımız var, gerçekleşirse paylaşırım...



18 Haziran 2023 Pazar

SULU İŞLER / 18 HAZİRAN

Ankara'da yazları geçirdiğimiz evimiz 60 yaşında bir teyze, (evlerin dişi olduğunu düşünüyorum) belki de daha fazladır, nüfusa küçük  yazdırılmıştır 😀. Sobalı sisteme göre yapılmış, odaları salona açılan ve nefret ettiğim buzlu camlı kapıları olan, hani şu Fransızca'dan arak salon-salomanje denilen türden içiçe salonlu, genişçe bir mekandı ilk taşındığımızda, yanisi tipik 60'lar Ankara apartmanlarından. Biz taşındığımızda ergenlik çağlarındaydı. Annem eski evin ışığına alışkın olduğu için ilk işi o camlı kapıları sonuna kadar açmak oldu, oh at koştur, hem de apaydınlık. Lakin iki aya kalmadan kış geldi ve tam ortaya kurduğumuz döküm Şakir Zümre sobamız, kok kömürüyle sürekli beslesek de o hangarı ısıtmaya yetmedi. Çaresiz kapıları tekrar kapadık, iç salonların loşluğuna boyun eğdik, hoş zaten Ankara'da kışlar hep loştur. Dışarıya bakan salonu da çamaşır kurutma amaçlı kullanmaya başladık. Zira o yıllarda berbat bir hava kirliliği vardı, sokağa çıktığımızda burnumuzu silsek mendilimize kurum akardı. O kapalı bölüme serdiğimiz çamaşırların korkuluk gibi donduğunu iyi hatırlarım, ne ağır geçermiş kışlar. Sonraları doğal gaz geldi, eve kat kaloriferi döşendi, sobanın pabucu dama atıldı. Camlı kapılar açılmaktan da öte yerinden çıkarılıp hurdacıya teslim edildi. Annemin istediği ferahlık ve aydınlık tekrar zuhur etti. 

Gel zaman, git zaman bizler gibi ev de yaşlandı, önce anne, sonra baba öbür aleme göçtü. Eşyalar eskidi, alt yapılar yıprandı, yılların yükünü çekemez hale geldi. Şunun şurasında 4 ay kalıyoruz, idare edelim dedikçe idare edilemez hale geldi. Bu sene Ankara'ya geldiğimizde daha arabayı otoparka sokarken rastladığımız alt komşu mutfaklarına su sızıntısı olduğunu müjdeledi. "Yerleşelim, bakarız icabına" dedik. Eve çıktığımızda tuvalet ve banyoda muhtelif yerler borulardan damlayan sular yüzünden pas içindeydi. La havle çekip iyi kötü yerleştik ve tesisatçı arayışına girdik. El mahkum tüm borular değişecekti. Neyse ki evimiz yaşlı ve muhafazakar bir teyze olduğu için boruların duvar içinden geçtiği modern döneme erişememişti. Tavana yakın giriş yerleri ve banyodaki bazı bölümler hariç dıştan ilerliyordu. "Duvar kırdırma yok" diye şart koşmuştum zaten, eğer o şekilde bir değişim olsaydı şu an meftaydım ve bu satırları yazamıyor olacaktım. Yemişim estetik görüntüsünü. 

Biz niyet edince aynı cephedeki üst ve alt komşular da apartmanın ortak hattının değişimine dahil oldular. Tesisatçı bulundu, iki ayrı pazarlık yapıldı. Daha iki-üç yıl öncesine kadar tam takım beyaz eşya alınabilecek fiyata bir rakam sunuldu, cüzdan çığlık atsa da "He!" dedik, geldi aşağıdaki:



Görsel: Buradan

Bizimki biraz daha tombul ve biraz daha keldi, Kurt Cobain'e benzeyen ustalar da görmüştük ama her zaman denk gelmiyor öylesi 😀 Mutfağa girdi ve uvertür olarak matkap sesiyle gösteri başladı. 

Tam 4 gün sürdü Su Savaşları abilerim, ablalarım. "Yandım Allah!" deme raddesine gelmiştim ki bitti şükür. "Batarken güneş  ardından tepelerin, arkalarında bir enkazla veda vakti gelir Teletabilerin, pardon tesisatçıların". 4 gün boyunca her akşam aynı enkazı saatlerce temizledim. Diyeceksiniz ki bıraksaydın, nasılsa ertesi gün yine batacaktı, işte o zaman evin içinde uçarak dolaşmak ya da bir koltuğa ilişip asla kalkmamak, yemek yememek, banyo ve WC'ye gitmemek gerekecekti. Ev 4 gün boyunca plaj gibiydi, kum-çakıl-taş ve toz evin dört bir yanında özgürce dolaştı. Boruları birbirine birleştiren ne nane bir makineyse kokusundan alerjim atak yaptı, duvarlar delinirken oluşan toz evin en ücra köşelerine yerleşti. Her akşam temizlemenin yanısıra dün nirvanaya ulaştım. Defalarca sildim, defalarca süpürdüm, defalarca toz aldım, yine oradan buradan kum, taş, derz ve alçı fışkırıyor. Ustamızın uzmanlık alanı iyiydi ama ciddi anlamda pis çalışıyordu. Yine de sempatik biri çıktı, zamanında gelip gitti, dediğimizi yaptı, eline sağlık dedik yolladık. Şu anda belimin ağrısı, ellerimin uyuşukluğu tavan yaptı, dizlerimi saymıyorum bile. Neyse bitti, kurtulduk. Umarım yaşlı teyzemiz bize yeni bir damar tıkanıklığı, taşikardi, tansiyon problemi çıkarmaz... 

14 Haziran 2023 Çarşamba

BU ARALAR YAĞMUR VAR ANKARA'DA / 14 HAZİRAN

Ankara'ya geleli 17 gün oldu, ne naneleri kurutabildim, ne gönlümü avutabildim 😂 Gönül avutma kısmını kafiye olsun diye yazdım ama nane kurutma meselesi doğru. Kuzenin yayladaki bahçesinden taze taze topladığım ilaç ve hormon değmemiş naneleri gelir gelmez serdim gölge bir köşeye ama Kaygusuz Abdal'ın kazı hesabı "40 gün oldu kaynatırım kaynamaz". Bugüne kadar Ankara'da yazın-hatta kışın-serdiğim her şey taş çatlasa 5 günde kururdu, biz yanlışlıkla başka bir şehre geldik sanırım 😀 Aptallaştı güzelim naneler, ne taze-ne kuru elastiki bir şekilde arafta bekleyip durur. Hoş biz kuruduk mu ki naneler kurusun, gökyüzü tüm su deposunu Haziran ayı için stoklamış. Geldik geleli tek bir defa güneş gördük gün boyu, geri kalan günler yağıyor da yağıyor, seller akıyor da akıyor. Arap kızı desek ırk ayrımcı olacağız, tüm renkten insanlar camlardan bakıyor da bakıyor diyelim bari. Kırk yıllık Kani olmasa da Yani, kırk yıllık maniyi oldurduk işte 😀 

Bu kadar çok ve yoğun yağıp ortalığı perişan etmese yağmur doğayı canlandırdı, yeşiller yemyeşil oldu, toz toprak yıkanıp aktı. Güller şahaneydi ama yavaş yavaş geçiyorlar. Geçen defa C'ciğim yeterli bulmadı koyduğum gülleri, bu kez onun için fotoğrafladım önüme geleni:






Cep telefonu ve ışık nedeniyle yeterince net olmuyor ama makineyi yanımda taşımaktan vaz geçtim bir süredir. 

Dün kız kardeşle buluştuk, havadan su düşmediği anlarda sokağa atıyoruz kendimizi. Önce yeni açılmış bir Kore cafesine gidip kendimize Kore tatlısı ve tuzlusu, daha doğrusu pirinçlisi ve yosunlusu ikram ettik. "Gimbap" denilen yosunlu, ton balıklı ve pirinçli üçgen benim damak tadıma çok uymasa da yenilebilir düzeydeydi, Uzak Doğu mutfağını çok seven kardeşim bayıldı. Soslu pirinç keklerini ikimiz de yiyemedik, zira çok yapışkan bir şeydi, itinayla koruduğum diş köprülerime veda etme sebebim olabilirdi. Lakin en sona bıraktığımız içi sarı ve kırmızı fasulye dolgulu, dondurma ile ikram edilen balık formlu "Bung-Eo-Bbang" tatlısı fazlasıyla güzeldi. Sadece onu yemek için gidilebilir. Mekan çok şık ve sevimli idi, çalışan Koreli genç hanımlar da sempatik ve güler yüzlü:

Cafe sonrası baktık yağmurun henüz yağma niyeti yok, Sıhhiye tarafına bir göz atalım dedik. 8 aylık aralar verince her gelişimde yepyeni şeyler karşılıyor beni şehirde. Bu defa da eski Sağlık Bakanlığı binası Valilik olmuş, çevre düzenlemesi yapılmış, artık ön cephesi geçişlere kapalı. Sanırım buna bağlı olarak bitişikteki Abdi İpekçi Parkı da restorasyondan geçip düzenlenmiş, paklanmış, iyi olmuş. Son hali pek döküktü zira. Üniversite yıllarımda parkın yerinde bir Benzinlik, zabıta binaları ve zabıtanın kantini vardı. Arada uğrar, hesaplı fiyata bir şeyler düşürürdük o kantinden. 


Heykeltraş Metin Yurdanur'un 1979 yılında yaptığı "Eller" heykeli, parkın simgesi. O da bakımdan geçip temizlenmiş, hatta okuduğuma göre bizzat heykeltraşın kendisi de katkıda bulunmuş yenilemeye


Bu da parktan, eskiden soldaki ağacın olduğu adacıkta çok şirin bir çay bahçesi vardı. Çok kısa sürdü yaşantısı, keşke hala dursaydı, serin, suların şırıldadığı, ağaç altı masalarda çay içmek çok keyifli olurdu, zamanında denemiştim, biliyorum


Geldiğimizden beri caddeyi ırmağa çeviren üçüncü yağış bu, doluyla karışık şiddetli bir yağmurdu. Biz bu yağışlara Antalya'dan alışığız ama orada toprak anında çeker suyu, genelde seraları vurur şiddetli yağmur. Ankara'da ise altyapı yetersiz ve giderek nüfusun artmasıyla daha da yetersiz kalıyor. Asfaltın altına gömülen dereler intikam alıyor zannımca. O gün çok berbatmış, insanlar arabalarıyla suların içinde kalmışlar, yarı bellerine kadar ırmağa dönmüş asfaltın içinde kurtarılmayı bekliyorlardı. 

Olgunluk çağının sonlarına yaklaşıp yavaştan demansı başlayan apartmanımız sürekli sinyal veriyor. Antalya'dan geldiğimizde boruların sızıntı yaptığını, alt kata akma olduğunu öğrendik. Her yer pas içindeydi, yılların madeni borularının da bir dayanma gücü var haliyle. Sonunda bir usta bulundu, önce bizim cephenin boruları değişip su saatlerine bağlantı yapılacak, sonra da usta bizim eve girip tüm boruları yenileriyle değiştirecek. Bir "Kolay gelsin"inizi alırım pek kolay olmayacaksa da...






8 Haziran 2023 Perşembe

İZLENİMLER / 8 HAZİRAN

Öncelikle en güzide memurların şehri Ankara'mızdan selam eder, tüm takipçilerimize blogum ve ben saygılarımızı sunarız 😂

8 aydır uğramadığım başşehrimizden ilk izlenimlerimi yazmak istedim. Şöyle bir sıralama yapacak olursam:

-Bugüne değil karasal iklimde yer aldığını sandığım şehrimiz meğerse tropikal iklim kuşağına dikey iniş yapmış. Geldiğimden beri yağan-normalde Nisan ayında beklediğimiz-"Memur Islatan Yağmurları" saat 17.00'yi bile beklemeden günün ilk saatlerinde başlayıp gecenin son saatlerine kadar kimi zaman ahmak ıslatan, kimi zaman sağanak, kimi zaman gök gürültülü, yıldırımlı, kimi zaman da dolu olarak tepemize bol bol düşmekte, seller halinde akmakta. Bizi Antalya'dan kaçırtan yoğun nem "Aaa kimler kimler gelmiş?" diyerek burada da karşılama komitesi oluşturmakta. 

-Ev özelinde ele alacak olursak alt kata sızıntı yapan su borularımız artık metal yorgunluğunu da aşıp ölü metal durumuna geldiği için yakın zamanda değişmek arzularını evin muhtelif ıslak zeminlerinde çıkmak bilmeyen pas lekeleri bırakarak ilan etmişler. Henüz usta arayışındayız, çok yakın zamanda insanı çileden çıkaracak bir tadilat işi bizi beklemektedir. 

-Zemin katımızda konuşlanan tavuk dönercimiz iştah kapatan kokularını savurmaya, en ucuz gıda maddesi olduğu için tercih edildiğinden motorlu kuryelerin patpatları kulaklarımızı uğuldatmaya, caddenin karşısındaki çiçekçimiz en sıcak havalarda bile takım elbisesini giyip kravatını takmaya devam etmektedir. 

-Şehrin merkezindeki bir zamanlar en nezih ana caddelerden birinde bugün yaptığım yürüyüşte mebzul miktarda telefoncu, pazar malı giysici, aksesuarcı ve tokacı, içinde tek müşteri görmediğim pek çok şubesi olan kuruyemişçi, ne hikmetse Antalya'da da bol bulunan eklerci, yeni açılmış bir takım kahveci gözlemledim. Merdivenle inilen İnegöl Köftecisi'ni, vitrinindeki mobilyalara ağzımın suyunun aktığı Domsan'ı, çok tarz giysilerin satıldığı Maison Bel'ami'yi, bulvara birleşen köşedeki Bravo-Dolfin ve Atalar'ı, naylon çorap çeken makinesi olan, değişik düğmeler ve dikiş malzemeleri satan küçük tuhafiyeciyi ve en komiği içine bir kez bile girmediğim, hatta önünden geçmek istemediğim İntim Pavyon'u bile özlemle andım. O zamanlar caddenin bir karizması vardı, şimdi çıfıt çarşısına dönmüş.

-Başkent olduğundan beri memur şehri kabul edilen ve insanların belirli kurallara cidden riayet ettikleri Ankara, İstanbul kadar olmasa da bir kargaşa ve kaos havasına bürünmüş. Kimse kimseye yol vermiyor, çarpıp geçse bir "Pardon"u esirgiyor, yerlere tükürüp çöp atıyor. Duvar ve ağaç dipleri idrar kokuyor. Yayalar karşıdan karşıya geçerken yol babalarının malıymış gibi aheste aheste yürürken şoförler yeşil ışıkta bir saniye gecikseniz araçları üstünüze sürüyorlar. 

-Neyse her şeye rağmen çok sevdiğim şehri bu kadar da harcamayayım. Güzellikleri de yok değil. Ana arterleri ardınızda bırakıp hâlâ eski havasını koruyan semtlerde dolaşırsanız evlerin ve bahçelerin güzelliği gözünüzü alıyor. Ankara için gül vakti; bahçeler, kapı kemerleri, refüjler rengarenk güllerle donanmış. Ağaçlar apartman boylarını aşmış. Deli gibi yağan yağmur yeşilleri canlandırmış.

İzlenimlerimiz devam edecek efendim...

2 Haziran 2023 Cuma

MAYIS OKUMALARI / 2 HAZİRAN

Kitaplar, iyi ki varlar. Her koşulda sığınacak liman. Bu aya iki seçimin heyecanı, ardından sonucu, Ankara öncesi yolculuk hazırlığı, bir hafta sonu gezisi, Ankara'ya varınca evin derlenip toparlanması derken yine istediğim miktarda okuyamadım ama olsun varsın, sonuçta bu bir yarış değil, ne okusak kârdır. 

Gelelim kitaplara:


-Bu ayın ilk kitabı Eudora Welty'nin "İyimser Babanın Kızı" oldu. Yaşadığı kasabada çok sevilen ve güvenilen bir yargıç olan babasının hastalığı ve ölümü nedeniyle doğup büyüdüğü eve geri dönen Laurel hem geçmişiyle, hem bugünüyle hesaplaşıp üstüne bir de babasının 2. eşi dengesiz Fay ile uğraşmak zorunda kalır. Amerikan taşrasını ve orada yaşayanları merak ediyorsanız okuyun derim. 

-Sandor Marai'den okuduğum üçüncü kitap bu, genel olarak Macar edebiyatını seviyorum. Marai ile tanışma kitabım sevgili arkadaşım Sevgi Can Yağcı'nın çevirisiyle "Bir Burjuvanın İtirafları" olmuştu. Ağır bir kitaptı, ilginç ama zor okunan. Marai ile beni barıştıran "İşin Aslı, Judith ve Sonrası" oldu, çok sevmiştim kitabı. "Buda'da Bir Boşanma" ise özellikle birinci bölümünde gereksiz tafsilat ve hukuki bilgilerle biraz yorsa da ikinci bölümde daha akıcı hale geldi. Kitabı okusanız da olur, okumasanız da kategorisine dahil ediyorum. 

-Demir Özlü pek takip ettiğim bir yazar değil, bence biraz kız kardeşlerinin, özellikle Tezer Özlü'nün gölgesinde kalmış. "Dalgalar" bir nevi seyahat günlüğü. Annesinin ölümünden sonra oğlu, Taylandlı gelini ve küçük torunu ile Tayland'a yaptığı seyahatte yaşadıklarını konuşur gibi anlatmış. Depresif bir ruh hali içinde geçmiş tatil, o yüzden okuyanı da biraz yoruyor ama benim ilgimi çekti. Gezi yazılarına meraklıysanız bir şans verin derim...

-Gerbrand Bakker benim çok sevdiğim bir yazar. Türkçe'de yayınlanmış iki kitabı; "Yukarıda Kimse Yok" ve "Dolambaç" sakin, usul usul akan bir su gibi anlatımıyla gönlümü çelmişti. "Berberin Oğlu"nu da çıkar çıkmaz aldım ve beni yanıltmadı. Diğerlerinden biraz daha farklı bir konu işlemiş yazar. Berber olan babası o doğmadan bir uçak kazasında ölen (daha doğrusu öldüğü sanılan) ve yine berber olan dedesinden dükkanını devralan Simon'un öyküsü bu kitap ve yazarın diğer kitapları kadar güzel. Okuyun derim...

Meltem Gürle'nin "Kırmızı Kazak"ı elime alıp ilk yazısını okuduğum anda daha önce okumadığıma pişman olduğum bir kitap oldu. Yazar kâh günlük hayattan, kâh okuduğu kitaplardan esinlenerek şahane denemeler yazmış. Mutlaka okuyunuz derim...

-Ve yine çok sevdiğim bir yazarın, "Fay Hatları"nı çok severek okuduğum Nancy Huston'un "Ağır Ölüm"ü. "Son Akşam Yemeği" tablosundan esinlenmiş bir öykü bu, bir Şükran Günü yemeğinde geçiyor. Uzun yıllardır arkadaş olan, bir kısmının birbiriyle ilişkisi olmuş sekiz arkadaş masa başında bir araya gelirler. Her birinin öyküsünde Tanrı olduğunu farzettiğimiz bir anlatıcı araya girerek her birinin ne zaman ve nasıl öleceğini bildirir bize. Kitap Vietnam'dan toplama kamplarına, Sovyetler'den Güney Afrika'ya, uyuşturucu sorunundan intihara pek çok günümüz dertlerini de arka planda konu ediyor. Bu ay en beğendiğim kitap bu oldu, mutlaka okuyun derim...

Bu altı kitabın yanısıra yarısından fazlasını okuduğum bir kitabım daha var, Guzel Yahina'nın "Çocuklarım" adlı hacimli ve bir o kadar da etkileyici kitabı ama bitirmediğim için onu önümüzdeki ayın yazısına bırakıyorum. 

Gelelim dinlediğim kitaplara. Spotify Mayıs ayında bana 4 kitapla hizmet sundu:


-Alejandro Zambra'nın okumadığım tek kitabı-ki yazarlar ve kitaplar hakkında denemeleri içeriyor-"Okumamak"ı  Murat Özgen'in sesinden dinledim, bence iyi ettim...

-Cem Akaş da ilk kez muhatap olduğum bir yazar oldu ve sanırım diğer kitapları da sıraya girecek, zira "Zamanın En Kısa Hali"ne bayıldım. Kısa kısa ve çok ilginç anekdotların birleşmesiyle oluşmuş bir kitap, roman olduğu söyleniyor ama bence türü konusunda bir kesinlik yok. Gökçe Eyüboğlu'nun sesinden dinleyin ya da okuyun derim...

-Nermin Yıldırım'ı çoğunuz biliyor ve seviyorsunuz. "Unutma Beni Apartmanı" ve "Dokunmadan"ı Deniz Yüce Başarır'ın şahane seslendirmesiyle dinleyerek tüm kitaplarını tamamlamış oldum. Çok da iyi ettim...

Yeni kitaplarda buluşmak dileğiyle...