Sayfalar

29 Temmuz 2022 Cuma

HATIRLAR MISIN BİLMEM? / 29 TEMMUZ

Evet İlhan İrem dinliyorum uzuuun yıllar sonra, en sevdiğim şarkısıyla başladım: "Anlasana". Dün sosyal medyada ölümünü okuduğum anda içimden bir şey koptu ve o andan beri aklımdan hiç çıkmıyor. Aslında yıllardır ne bir tek şarkısını dinledim, ne de "Bu adam nerelerdedir, ne yapıyordur?" diye düşündüm. Bazı insanlar vardır ki yıllarca irtibatınız olmasa da hep bıraktığınız yerde olduğunu düşünürsünüz, cüzdanınız, anahtarınız, şimdilerde maskeniz gibi mütemmim cüzünüzdür, hep sizinle olan, varlığı aklınıza gelmese de. Biz İlhan İrem'le büyüyen bir kuşaktık, aşağı yukarı yaşdaşdık ve o çağdaki tüm duygusal hezeyanlarımızı onun şarkılarıyla yaşadık. Halbuki "Yazık Oldu Yarınlara"yı ilk dinlediğimizde o tavşan dişli, incecik vücutlu, uzun saçlı, oğlan çocuğu görünümündeki şarkıcıyı komik bile bulmuştuk. Üst dişlerimi ileriye doğru uzatıp sesini yansılayarak taklidini yaptığımı da şurada itiraf edeyim. Ama şarkılar ve sözleri o kadar güzel, o kadar anlamlı idi ki bir süre sonra ne tavşan dişini gördü gözümüz, ne görüntüsünü önemsedik. O hüzünlü şarkıların küçük prensi idi. Her bir şarkısıyla ayrı anım var, dünden beri flashback geçişlerle gözümün önündeler. Bu kadar üzüleceğimi birileri söylese gülerdim ama kendisi ilk gençliğimize öyle nüfuz etmiş ki onun ölümü doğduğumuz evi bulamamak, hep alışveriş ettiğimiz bakkalın kapanması, okuduğumuz okulun yıkılması, en sevdiğimiz parkın kapısına kilit vurulması gibi, koptu gitti gençliğimizden bir şeyler geri gelmemecesine. Ruhumuza kattığın güzellikler, hüzünlerimize eşlik eden dizeler, anılarımızı sarmalayan şarkılar için binlerce teşekkür, huzurla uyu İlhan İrem...

Geçen yazımda hastane serüvenimizden ve Kocam Bey'in göz ameliyatından bahsetmiştim. Hesapta önümüzdeki hafta yapılacaktı ama evvelsi gün gelen bir telefonla ameliyatı yapacak doktorun haftaya izne çıkacağı ve bize uyarsa ertesi gün ameliyatın yapılabileceği söylendi. İşimize de geldi açıkçası, atasözündeki gibi "Aklımızda duracağına karnımızda dursun". "Tamam" dedik ve dün öğleden sonra ameliyat gerçekleşti bile. Bu sefer başka bir semtteki bir göz kliniğine gittik, ameliyatlar orada yapılıyor. Biraz uzak ve sevimsiz bir yerdeydi ama en azından tenha, temiz ve düzenliydi. Hemen bir oda açıldı, oraya geçtik, çok geçmeden de ameliyat için gerekli hazırlıklar yapılıp ameliyathaneye indirildi Kocam Bey. Bir saat sonra da gözü bandajlanmış olarak döndü odaya. Yarım saat kadar gözetim altında kalıp ilaçları düzenlendikten, bundan sonra izlenecek yolla ilgili bilgiler verildikten sonra da eve döndük. Bugün ilk kontrolünü bile yaptırdık, şimdilik sorun yok, şuraya da şunu bırakayım 🧿

Dün blog arkadaşımız Buraneros hoş bir yazı paylaştı bayramlarda likör ikramı üzerine ve şahane bir likör takımından kalan parçaların da fotoğraflarını ekledi. Ardından sevgili C. anneannesinden kalan fincanların fotoğrafını ve hikayesini paylaşınca fikrim geldi. "Hikayesi Olan Objeler" diye bir dizi başlatalım dedim ve bugün Şulecim Güzellikler Defteri'nde anneannesinin battaniyesini yazdı. Diziyi başlattım ve ne yazayım diye arandım ama hikayesi olan objeleri Antalya'ya taşımışım, ilk anda bir şey bulamadım. Sonra şu fincan geçti elime, görüntüsünün pek fazla bir özelliği yok ama anısı güzel:



10-11 yaşlarındaydım sanırım. Arcopal denen şey henüz hayatımızda yoktu, ne görmüş, ne de adını duymuştuk ailecek. O sıra genç bir pilot üsteğmen olan dayım evlenmek istediğini ve aday kızı bizimle tanıştıracağını ilan etti. Heyecan yaptık hepimiz, biraz çapkın-esasında biraz değil epey-olan dayımın evlenmeye karar vermesi şaşırtıcı bir durumdu. Sabırsızlıkla o günü bekledik ve gelen aday hepimizin gönlünü daha o gün fethetti. Aileler tanıştı, samimiyet kuruldu ve nişan yapıldı. O sırada bayram geldi çattı. Bayram hazırlığı sıkı yapılırdı evde ama öyle hediye adeti falan yoktu. Bayramın ilk günü yengemiz dayımla birlikte bize uğradı, elinde süslü paketler. Bana şahane bir bebek gelmişti, ağzında biberonu ile birlikte yumuşacık bir şey. Yengem anında mertebe atladı indimde. Annemle babama da fotoğraftaki fincanlar. Biri pembe, biri mavi iki zarif Arcopal kahve fincanı. Ne yazık ki pembe fincan yıllar içinde kırıldı, bunu ararken tabağını buldum. Yengemle birlikte hayatımıza güzel hediyeler girmeye başlamıştı. Biberonlu bebekle başlayan heyecan doğum günümde gelen 36'lık şahane bir suluboya takımı ile devam edecekti. Yengem artık resmi anlamda yengem olmasa da, hala görüştüğüm, hayatı en muhteşem şekliyle yaşayan bir kadın. Dilerim sağlıkla sürer ömrü...

27 Temmuz 2022 Çarşamba

GEZ, GÖZ, ARPACIK / 27 TEMMUZ

Dün neredeyse bütün günü hastanede geçirdik, vahim bir durum değildi, Kocam Bey'in bir göz problemi için gitmiştik ama iş beklediğimizden daha farklı gelişti; zaman kaybı, yorgunluk, sıkıntıya dönüştü ve tatsızlaştı. Üç yıl önce aynı özel göz hastanesinde katarakt ameliyatı olmuş ve mercek takılmıştı, sorunsuz devam edip gidiyordu ki 15 gündür o gözde görme bozukluğu, ışık yansıması gibi birtakım sıkıntılar baş gösterdi. Ameliyatı yapan doktorun listesi çok doluydu, 10 gün sonrasına ancak randevu bulabildik ve dün sonunda gidebildik. 

Hastanelere karşı alerjim var, ziyaret için dahi olsa ayaklarım geri geri gider. En kötü giysilerimi giymek isterim giderken, saçımı bile tarayasım gelmez, o derece yani. Hep kötü sonuçlarla dönecekmişiz gibi gelir, sanırım ailesel bir olgu. Annem ve babam çok evhamlı idiler, hayatları kendilerinde hastalık aramakla geçti, haliyle bu durum bize de intikal etti, yaş ilerledikçe evhamı kendimden sildim mümkün olduğunca ama yakınlarım için hala devam ediyor. Pandemi döneminde ise mümkün olduğunca gitmeme taraftarı idim ama evren benimle eş düzeyde sürdürmüyor beklentilerimi. Geçen yıl da, bu yıl da neredeyse senenin yarısı sağlık kurumlarında geçti. Sonuçta gideceğimiz yer göz hastanesiydi, ölümcül bir durum yoktu ama adı üstünde hastane işte, üstelik Covid'in tavan yaptığı bir dönem. Eh hastalıklar keyfimize uymuyor, mecburen giyindik. En kötü giysilerimi giymedim tabii içim öyle istese de, standart bir pantolon tişörte büründüm, küpeyle yüzük bile taktım saplantılarımı kırmak için 😀 Mesafeyi saptayıp taksiye binmektense yürümeye karar verdik, yola düştük. 

Hava sıcaktı ama Antalya'nın sıcağına ve nemine alışkın olunca fazla etkilemedi, erken çıkmışız yalnız, yolu uzattık. Önünden geçtiğimiz binalar, mekanlar hep değişmiş, çocukluğumuzu, ilk gençliğimizi ana ana yürüdük. Sonunda vakit geldi, N95 maskeleri takıp ördek görüntüsü alarak girdik hastaneden içeri. Numaratörden kayıt numarası alma, kayıt yaptırma, görme alanı çekimi vs derken geldik muayeneyi yapacak doktorun olduğu bölüme. Bekleyen 5-10 kişi vardı, neyse ki hepsi maskeli idi, bir köşeye iliştik ve başladık beklemeye. Yan tarafta neredeyse duvar boyutunda bir cam vardı ve yemyeşil bir bahçeye açılıyordu. Bekleme süresi uzayınca gözümü bahçeye diktim ve çocukluğumun tatillerinin geçtiği bahçelerdeymişim gibi düşünmeye başladım. Niğde'de, büyük teyzenin bahçesinde, bir öğleden sonra saati, yattığın yerden pencere önünde rüzgarla salınan kavaklara ve diğer ağaçlara bakarsın, mis gibi bir esinti dolar içeriye, yaprakların gölgeleri pencerede kıpraşır. Uyumakla izlemek arasında gidip gelirsin ve o sırada doktorun sekreteri adınızı seslenir. Bay bay Niğde, merhaba Doktor. Kocam Bey muayene koltuğuna yerleşince ben de odayı seyrana çıktım. Bol miktarda kuru çiçek tanzimi vardı, hepsi çirkindi. Bir tanesinin tepesindeki parşömene doktorun resmi bile çizilmişti. İki yaprağıyla çiçeklerin dayandığı plastik çubukları kalmış bir orkide, bir-iki kaktüs ve neyse ki hâlâ yeşil ve bol yapraklı bir bitki de diğer florayı teşkil ediyordu. Çeşitli yerlere de insanı korkutan koca koca seramik gözler serpilmişti. Dikkat izleniyorsunuz 😀 

Odadan gözümü doktorun hayret nidasıyla ayırdım. Şaşkınlık içinde ve gülerek merceği bulamadığını söylüyordu. Haydaa! Nereye Payidar nereye? Nereye gider üç yıl önce takılmış mercek, göz dediğin küçücük bir şey, dolaşmaya çıkacak hali yok ya. "Büyütelim göz bebeğini, tekrar bakalım" dedi, sekreter-ya da hemşire-damlaları damlattı ve yine bekleme salonuna döndük. Telefonu kurcaladım, duvardaki bütün afişleri okudum, diğer bekleyenler hakkında kafamda küçük öyküler yazdım, bahçeyi seyreyledim, her gelenin boş dezenfektan şişesine elini uzatmasını ve hayal kırıklığıyla ayrılmasını kıs kıs gülerek izledim, sonunda bebek büyüdü, ikinci muayeneye götürdük. Yine hayret nidaları ile merceğin katlanarak arkadaki göz boşluğuna düştüğü tesbit edildi. Normal şartlarda olabilecek bir şey değil, travma sonucu oluşurmuş genellikle ama ne bir çarpma, ne de benzeri bir şey hatırlıyor Kocam Bey. Kaslar zayıf olduğunda da kayma olabilirmiş ama kasları da zayıf bulmadı, hasılı "hokus pokus, mercek yokus" yapmış. Ne desek boş, sonuca bakalım, sebep her ne ise. Bu defa bu konuda uzman başka bir doktora konsültasyon için yönlendirildik. Daha kalabalık bir bekleme salonunda, fütursuzca maskelerini indirmiş ya da burunlarını açmış birkaç kişinin de bulunduğu yerlerden uzakta durmaya dikkat ederek sıramızın gelmesini bekledik. Sıra bir türlü gelmeyince sekreter kıza ağlak yaptım: "Yavrucuğum dizlerim protezli ve ayakta duramıyorum, çok zorlanıyorum". E öyle ama. İşe yaradı, çok geçmedi çağrıldık. Çok kibar bir doktor "efendim" diyerek açıklamalarda bulundu, o da şaştı bu işe ve sonuçta Kocam Bey'in gözüne yüklü bir miktar banknot sıkıştığına ve çıkartılması için iki aşamalı bir ameliyat yapılmasına karar verildi. Önce ikinci doktor tarafından mercek düştüğü yerden kurtarılacak, sonra ilk doktor tarafından yeni bir mercek takılacak. Eh, yapacak bir şey yok, gereken prosedürleri yerine getirdik. Kan verildi, EKG çekildi, göz biometrisi yapıldı, anestezi uzmanı ile görüşüldü, önümüzdeki hafta bir aksilik olmazsa ameliyat günü belirlendi. Mercek tipi ve boyutu belirlenince bilgilendirileceğiz efenim. Aşağı yukarı bir saatlik bir operasyon, bir süre gözetim, sonrası buyrun efenim evinize olacak. Ardından bitmeyen damlalar ve üç kere kontrol. Buna da şükür diyelim ve bekleyelim bakalım. Ummadığın şey başına geliyor işte. Hastaneye gitmekten hoşlanmadığım kadar yok muymuş?

Neyse aşağıdaki fotoğraf öğretmenliğe başlamadan önce 1,5-2 yıl kadar çalıştığım kurumun binası, dün önünden geçerken çektim. Epeyce makyajlanmış ve başka bir kuruma devredilmiş. Güzel arkadaşlar edindiğim, hoş zamanlar geçirdiğim bir süreçti. İlginç bir şekilde girmiştim o işe, Şenlik Blog'da yazmıştım, okumak isterseniz şuraya TIK . Kurumda geçen günlerim içinse TIKTIK 

Kalın sağlıcakla, gözlerinize dikkat edin...


25 Temmuz 2022 Pazartesi

PAZARIN ERTESİ / 25 TEMMUZ


Temmuz sonunda yaz mevsimine ait bir ay olduğunu fark etti ve serin geçirdiği günleri telafi etmek için birdenbire yükseltti dereceyi. Bugün dışarı çıkmadım ama dün sanırım yaz başından beri en sıcak gündü, devamı da gelir diye düşünüyorum, zira hayli geç kaldı. 

Haftanın son gününü neredeyse 10 yıldır uğramadığım bir mekanda geçirdik, Dikmen Vadisi'nde. Esasen bu kadar inişli yokuşlu bir yere gitmek için daha serin havaları tercih etmemiz gerekirmiş ama yapmış bulunduk bir kere. Güneş tepemize kızgın oklar gönderirken sayısız merdivenden inip, kıvrımlı yokuşlardan geçerek ulaştık vadiye, onca sıcak ve yorgunluktan sonra söğütleri görünce "Oh!" dedik. Salkım söğüt en sevdiğim ağaçtır.

Eskiyen ağaçları kırpıp kuş yuvası yaparız icabında, Nasreddin Hoca torunlarıyız 

"Bin diken bir gül için sulanır"

Fuzulî

Kâh gölgede, kâh güneşte yürüdük de yürüdük. Üstteki köprü vadinin iki yakasındaki siteleri birbirine bağlıyor

Avcılık ve toplayıcılık dönemini hala aşamadığım için her doğa yürüyüşünden birtakım ganimetlerle dönmem normaldir sanırım 😀

Açıkçası dönüş gidişten daha zor oldu. Güneşin okları daha da ısınmış, vadideki yürüyüşün yorgunluğundan dolayı bu defa çıkılan merdiven ve yokuşlar iyice zorlamıştı, eve kendimizi dar attık. Biraz kestirip kalkarım niyetiyle akşam 9'da girdiğim yataktan sabah 9'da zor çıktım, öyle yorulmuşum. 

Gözüm seğirip duruyor iki gündür, sol gözüm. Annem göz seğirmesine pek takardı, "Sağ gözüm sağlığa, sol gözüm varlığa" diye tekerleme söyler, hele de sağ gözü seğiriyorsa biraz evham yapardı. Benimki sol göz olunca, "yaşasın para gelecek" dedim annemden hareketle, bankanın internet şubesini açtım telefonda, maaş farkları yatmış mı diye. Telefon gülmeyi becerebilse kahkaha atardı herhalde, yoktu tabii ki bir şey. Göz seğirmeye devam ediyor, hayırlısı...

Akşama yemek yok, bamya ayıklamam lazım, bir film açayım da işime bakayım. Eskiden bamyayı kalemtraşla açar gibi helezoni bir şekilde ayıklardım. Sonra biri akıl verdi, "Kes at tepesini yahu, değişen bir şey olmuyor" dedi. Olmuyor gerçekten, üstelik ayıklama işi hop diye bitiyor. Mubi'ye "Karnaval" diye bir film gelmiş, tam bamya ayıklamalık. Haydi bana müsaade...





18 Temmuz 2022 Pazartesi

EDEBİ ŞEYLER / 18 TEMMUZ

Benim için sıradan ama çalışanlara nefes aldıran 10 günü geride bıraktık. Bayramdı, seyrandı geçti bitti, seneye Allah kerim. Bitmesi ve gitmesi gereken tatil değil Covid'di ama o inatla direniyor. 

Geçen gün yemek yaparken Deniz Yüce Başarır'ın "Ben Okurum" isimli podcastlerinden Ayfer Tunç ile yaptığı Sait Faik söyleşisini dinledim. Sait Faik'i çok severim, Orhan Veli'yi de. Aynı kuşağın yazarları olan bu ikiliyi bazen aynı kişi gibi düşünürüm. Tipleri, yaşam tarzları, hayata bakışları çok benzer. Sait Faik'i severim sevmesine de O'nu gençlik yıllarımda es geçtiğime yanarım. Sanırım bize okul edebiyat kitaplarında yer alan şair ve yazarları o kadar ödev bilinciyle okutup tanıtıyorlar ki okul bitince uzaklaşıyoruz sanki o yazarlardan. Oysa "Hişt Hişt" olağanüstü bir öyküdür ve onun olağanüstülüğünü bize kavratacak olağanüstü öğretmenler gerekir. Tatlı bir Türkçe öğretmenimiz vardı, insanlığına laf etsem çarpılırım, komşu teyze gibiydi. Pazenden paçalı, uzun donlar giyer, sıraların arasında dolaşmaktan yorulunca da birimizin masasına oturuverirdi, işte o zaman o donların paça lastikleri görüş alanımıza girerdi. Ergen için kaçırılmayacak bir dalga geçme fırsatı, ne "Hişt Hişt" düşünürdük o zaman ne sembolik şiirlerin şairi Ahmet Haşim'i. Düşünün en gözde öğrencilerinden biri bendim, ben bile bu fırsatı kaçırmazdım, ne aymazlık. Bahar gelince sınıfın pencerelerini açıp derin bir nefes alır ve "Yenimahallemiz ne güzel!" derdi. Ardından ağaçların çiçeklenme sırasını paylaşırdı. Bademin ilk çiçek açan ağaç olduğunu Tabiat Bilgisi öğretmeninden değil de Türkçe öğretmenimden öğrenmem de ilginçtir. Böyle gündelik bilgiler veren ve haftanın bir gününü kitap okumaya ayıran (Augusta Stevenson'un "Fen Çocuğu George Carver" kitabını okutmak istediği için günlerce aramış, sonunda mahallenin gazete bayiinde bulmuştum, hala kitaplığımdadır), yumuşak huylu, hoşgörülü öğretmenimizin bir tatsız huyu vardı ki canımızdan bezdirirdi. Kitapta yer alan tüm okuma parçalarını kelime atlamadan defterimize yazmamızı isterdi. Can mı dayanır yahu, sayfalarca yaz babam yaz. Elbet işin hilesine kaçar, paragraf atlaya atlaya yazardık. Böyle zoraki bir dikte olayı olunca da okuduğumuzdan da yazdığımızdan da bir şey anlamazdık. Yazarsın, okursun, sonra da metin üzerine çalışırsın. O şahane metin bıktırıcı bir şeye dönüşür. O yüzden Sait Faik'leri de, Ahmet Haşim'leri, Tevfik Fikret'leri, Yahya Kemal'leri de didaktik bir dille incelediğimizden yeteri kadar sindiremedik. Oysa ki en sevdiğim ders edebiyattı ve bulmaca çözer gibi aruz vezni çözerdim. 

Edebiyat ders olmaktan çıkıp ilgi alanıma girince, hatta hayata katlanmama en büyük yardımcım olunca Sait Faik'in değerini daha iyi anladım, külliyatını henüz tamamlamasam da elime geçtikçe, fırsat buldukça okuyor, okuyamadıklarımı dinliyorum. Ayfer Tunç O'nun "Havada Bulut" öyküsünden TRT için bir senaryo çalışması yapmış ve bu nedenle Sait Faik hakkında sıkı bir incelemede bulunmuş, çok ufuk açıcı bir söyleşiydi, anlattıklarını büyük bir zevkle dinledim. "Haritada Bir Nokta" isimli öyküsünden ve onun son paragrafından söz etti. Alıntılıyorum:  

“Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.” (Sait Faik, Son Kuşlar, s. 51, Varlık Yayınları, 1956, İstanbul)

Bu bölümü dinleyince bir an bıçağı, kaşığı elimden bırakıp düşündüm. Daha o sabah komşulardan birinin ettiği bir lafa çok kızmıştım, beni çok etkilemişti. Hak edeceği bir şekilde-komşuluk hatrına-cevap veremediğim için kendime de kızmıştım ve o sinirle rahatlamak için ilk aklıma gelen bilgisayarı açıp bir şeyler yazmak olmuştu. Aynı Sait Faik'in öyküsündeki gibi "Yazmasam deli olacaktım". Yo, kendimi Sait Faik'le bir tuttuğumu falan sanmayın, haşa, ben onun yanında, tıpkı bir kitabının ismi gibi "Haritada Bir Nokta" olabilirim sadece ama edebiyatla beslenmenin ne olduğunu o gün daha iyi anladım. 

O akşam hala sinirimi geçiremediğim için uykum kaçtı, delik deşik, yarı uyur, yarı uyanık, parça parça rüyalarla bölünmüş bir gece geçirdim. Rüyaların çoğu uçtu gitti, hatırlamıyorum bile ama bir tanesi var ki, gülsem mi, ağlasam mı bilemedim. Sıkı durun anlatıyorum. Rüyamda para sıkıntısı çekmekte idim, ekonomik durumlar malumunuz. Parasal sıkıntımı gidermek için kime başvurdum dersiniz? Bilemediniz efendim, açıklıyorum şimdi: Atatürk'e. Atatürk sağ olsun bana yüklüce birkaç çek imzalayıp uzattı. Ben çekleri alıp ne dedim peki? Yüzüm kızardı bak şimdi bile: "Teşekkür ederim Mustafa Kemal Bey". Yahu Atatürk bu, bana çek imzalamış ikiletmeden, ben O'na banka veznedarı gibi hitap ediyorum. Pıfff, kendinden utan Leylak Hanım. Bu ayıp da sana yeter. Bereket daha fazla abuklamadan uyandım 😌

Ve bu upuzun postu tatilin son günü gittiğimiz bahçeden nar çiçekleriyle bitireyim:






13 Temmuz 2022 Çarşamba

BAYRAMIN ARDINDAN / 13 TEMMUZ

Bir bayramı daha sağlıkla eda edip yolculadık şükür. Esasen benim için sakıncası yok, daha erken de gidebilirdi, deliye her gün bayram hesabı, mecburi kutlamalardan sıkılan ama kutlama olmayan bir günü keyfim için kutlamaya çevirebilen bir kişiyim.  En azından bu bayram iki insan yüzü gördük, çoluk çocuk, kardeş yiğen biraraya geldik ki bu da bayram sıkıcılığını unutturdu. Babam her özel günde kelimesini bile değiştirmeden aynı sözleri ederdi biraraya geldiğimizde ya da aradığımızda. Bol dualı, temennili, sağlık, huzur ve tekrar dileyen bir söylemdi bu, geçen Kurban bayramında da ilk gün aynı dilekleri sıralayıp üçüncü gün ölmeye yatmıştı tabir caizse. Yirmi gün sonra bir yıl olacak onu başka aleme yollayalı, zaman çok acaip, nasıl geçiyor anlamıyor insan.

Bayram süresince 4 kitap bitirdim, evet ikisi inceydi o yüzden, yoksa 4 günde 4 kitap bitirmek biraz sıkıntılı. İkisini sevdim, birini az sevdim, biri çok sıkıcıydı. Önce kız kardeş ve ailesiyle, sonra çocuklarla bayram yemeği yedik. Son gün kız kardeşte topluca aynı olayı tekrarladık. Umut'a harçlık verdik, önce tişörtünün göğüs cebini yoklamasına, olmadığını fark edince şortunun yan cebine yerleştirip üstüne pat pat vurmasına gülerek çocuğu parayla tanıştırdık 😀 Sağdan soldan gelen, hele de tam korunaklılardan gelen Covid haberlerine şaşıp üzüldük. Tanımlanan 4. aşıyı sarımsaklasak da mı saklasak, sarımsaklamasak da mı saklasak tereddüdüne düştük, hala kararsızız. Tam biraz nefes alıyor gibiyken tekrar tırnaklarını gösteren pandeminin yedi sülalesine iltifatlarla bulunduk. Her zamankinden daha az telefon kutlamaları yaptık, daha doğrusu yaptım. Hiç TV izlemedim, bilgisayarı bile çok kısa bir an için açtım, ki bu benim için bir rekordur. Ağzıma bir lokma kurban eti girmedi, meleme sesi de duymadım. Onun yerine evin karşısındaki binada hapis yavru köpeğin sabahlara kadar süren ağlamalarını dinleyip üzüldüm. Üç-beş şeker çikolata yedim kahvemin yanında ama bol bol şeker patlattım tablette 😀 Yolu Ankara'ya düşen, bizim caddeye de düşüren blogger arkadaşım İlknur'la 15-20 dakikalık bir bayram buluşması yaşadım ki bu da bayramın hoş sürprizi oldu.

Kısacası yılın ikinci bayramı da böyle geçti, yazıyı eve neredeyse ölü olarak gelen, Kocam Bey'in yılmayan çabalarıyla hayata dönen sardunyanın açmak için bayramın son gününü bekleyen çiçeği ile bitireyim. Nicelerine, sağlıkla diyelim...



7 Temmuz 2022 Perşembe

YAZ GELDİ* / 7 TEMMUZ

Hafta başı iki günümüzü Umut'la geçirdik. Daha önceki gidişlerimizde boşaltıldığı için suya o kadar meraklı olan minnoşu hayal kırıklığına uğratan havuz doldurulunca Kurtuluş Parkı'na götürüp göstermek farz oldu. Lep lep akan fıskıyelere bakıp, havuzun kirliliğine vahlanıp, ellerini her gördüğü çeşmenin her musluğunda (Parkın her bir çeşmesinde dört musluk var) onlarca kez yıkayıp döndük. Su sevmeyen bizden değildir 😀




Beton binalarla çevrili semtte bir yeşil vaha Kurtuluş Parkı, adımını attığın anda şehirden kopuyorsun. 

Fizik tedavimin devam ettiği üç hafta boyunca hastaneye git-gel düzenli yürüyüş yapıyordum ve bu durumdan memnundum, seanslar bitince düzen bozuldu. Dün "Yeter artık" diyerek attım kendimi dışarı. Günlerdir beklediğimiz yaz sonunda gelmiş, apartman kapısından çıkar çıkmaz kendini gösterdi. Sıkı sıcak ve parlak bir güneş vardı, güneş gözlüğümü almadığıma hayıflandım ama geri dönüp merdiven çıkmayı da gözüm yemedi. İlk uğrağım günlerdir promosyon reklamı yapan, emekli maaşlarımızı işletmeye meraklı bankalardan birinin Kızılay şubesi oldu. Gerçi yılbaşında sözleşme yapıp almıştık ödülümüzü ama miktarı arttırınca "Bankada 5 kuruş hakkın kalmasın" düsturu uyarınca, eski sözleşmeyi bozup yenisini yaparak aradaki farkı onlara bırakmayalım dedik. Kendileri kuruş bağışlıyorlar mı bize? Zaten TV'de 4000 diye kendilerini paraladıkları promosyon da bankada 3500'e düştü. Her neyse Qmatik'ten sıra numarası alıp bir köşeye çekildim, hayli kalabalıktı ve çalışanlar da dahil tek maskeli bendim Allah'a şükür. 15 dakika bekleyip işlemi hallettikten sonra çıktım, maskemi koluma taktım (eskiden sepet takılırdı kola) istikamet Olgunlar. Blog vasıtasıyla tanıyıp sonradan arkadaş olduğum SelginGB'nin Kitapyurdu'na sipariş verdiğim son kitabı "Islak Köpek Kokusu" orada bir kitabevinden teslim alınacaktı çünkü. Ankara'yı bilenlerin malumudur, Olgunlar sahafların, kitabevlerinin, seyyar kitapçıların ve cafelerin bol olduğu, uzun ve yokuş bir caddedir, sonu Başçavuş Sokağa bağlanır. Benim içinse yıllar öncesinde. Yenimahalle-Bakanlıklar otobüsünün son durağından halamın evine ulaştıran yoldur. Caddenin neredeyse ortasındaki teslimat yerine ulaşmak için terleyerek yokuşu tırmanırken o günlere geri döndüm. Caddenin başındaki Feyman Klüp kapanmış ama yerinde yine müzikli bir mekan var. Bakanlıklar'la birleştiği köşede, şimdi banka olan yerde büyük bir beyaz eşya mağazası ve vitrinde yayın saatlerinde sürekli açık olan bir TV vardı. Henüz TV'lerin evlerimize giremediği yıllardı, akşam eve dönerken otobüs gelene kadar mutlaka vitrinin önünde biraz oyalanır, o anda yayınlanan programı izlerdik. O kadar çok gidip geldik ki o yoldan, her iki yandaki binaları adeta ezber etmiştik. Şimdiki gibi cafe, kitapçı falan yoktu. Yolun birkaç blok ilerisinde bir özel hastane vardı, annemin de doktoru olan babamın bir arkadaşı çalışırdı orada, her geçişte kulağı çınlatılırdı. Az ötedeki kuaförün önünden geçilirken de Münevver Hanım'ın kulağına üflenirdi çınlamalar. Annem çok emin değildi ama o dükkanın eski komşusu Münevver Hanım'ın kuaför olan oğluna ait olduğunu düşünüyordu. Ardından sıra caddeyi kesen sokaklardan birinde oturan milletvekili bir ahbaba gelirdi, bir çınlama da ona yollardık. Böyle çınlata çınlata bando takımı gibi ulaşırdık halamın Bülbülderesi'ne indikten sonra tekrar tırmandığımız dik bir yokuşun ortasındaki evine. Bu arada Ankara'nın sokak isimlerinin güzelliğini de söylememe gerek yok sanırım 😀Küçükesat, Kavaklıdere civarındaki tüm sokaklar "B" harfi ile başlar; Bülten, Balo, Büyükelçi, Bilir, Bardacık, Büklüm, Binektaşı, Bestekar, Ballıbaba, Bahar, Bağlayan, Belkıs, Bağlar, Beyazgül bs bs 😀

Bunca gevezelikten sonra kitaplarımı teslim noktasından alıp Konur Sokağa saptım ve başladığım noktaya geri döndüm. Kızılay sokaklarının bu kadar paspallaşmasına hala inanamıyorum. Bir şehir bu kadar mı çirkinleştirilir, sanki bir kasabanın şehir çakması, özentili sokaklarında yürüyormuş gibiydim canım sıkıla sıkıla, geçmişini bilince insan daha çok üzülüyor. Aklımda olan birkaç alışverişi de yapıp yorgun argın eve geldim. Getirdiklerimi yerleştirip son 50 sayfası kalan kitabımı aldım elime: "Tuzun Kitabı/Monique Truong". Gertrude Stein ve Alice Toklas'ın "Fleurus Sokak No: 27"deki stüdyo evlerinde yatılı aşçı olarak çalışan Vietnamlı Binh'in öyküsü Tuzun Kitabı". İlginç bir kitap, okunması o kadar kolay değil ama çarpıyor insanı. Vietnamlı bir aşçı var ama o Binh mi meçhul, yazarın kurgusu, Stein ve Toklas ise gerçek:



Üstte Stein, Toklas ve köpekleri Basket, altta Gertrude Stein kitapta da bahsi geçen cüssesine uygun koltuğunda...

Kitap çok çarpıcı bölümlerle dolu idi ama beni en çok etkileyen 308 sayfayı okuduğuma değen bir güvercinin ölmemek için verdiği çabayı anlatan metaforik bölümdü. Binh o çırpınma ve ölümü annesiyle bağdaştırıyordu. Kitaptan bir alıntı ile bitireyim efendim, fazla uzadı bu yazı: "Tuzun aşina yakıcı tadını bulacağımdan emindim ama türünü bilmeyi istiyordum; mutfak, ter, gözyaşı yahut deniz".

(Monique Truong'un daha önce "Dilimdeki Acı" romanını okumuştum. "Sinestezi" denilen bir duyu hastalığından muzdarip Linda'nın büyüme sancılarını anlatıyor. Kelimeleri dilinde tat olarak hissetme şeklinde bir sinestezi bu. Tavsiye ederim...)

*Yaz Geldi aynı zamanda Füruzan'ın bir öyküsünün ve bu isimle YKY'den çıkmış bir öykü seçkisinin adıdır...

2 Temmuz 2022 Cumartesi

HAZİRAN KİTAPLARI / 2 TEMMUZ

Güne mutfaktakilerin isyanı ile başladım, bu ara çok sıklaştı bu isyanlar, encamımız hayrolsun 😀 Geçen hafta buzdolabındaki kayısı tabağı üçüncü raftan atlayarak intihar etti, üstelik tabak annemden kalma, şu arcopal mi, pyrex mi denilen cinstendi, pirinç tanesi büyüklüğünde yüzlerce parçaya ayrıldı. O esnada buzdolabının kapağını açan Kocam Bey olduğu için "Sebep olan temizler" diyerek kaçtım mutfaktan. Cevabı şu oldu: "Kayısılara bir şey olmamış". Kayısılara ne olacaktı ki, en fazla bir ikisine cam batar atarsın, geri kalanı yıkarsın biter. Aklıma Tansığğ Çilır büyüğümüz geldi. Madımak olayında "Otelin dışındakilere bir şey olmamıştır" diye beyanat vermişti.  Bugün de tesadüf Madımak'ın yıldönümü, bu vesileyle kaybettiklerimizi de içimdeki bitmeyen acıyla anmış olayım. 

İkinci olay geçen hafta bugün patlak verdi, bu mutfaktaki araç gerecin var sinsi bir planı, geceleri aralarında toplaşıp bana komplo kuruyorlar sanırım. Çorba tenceresinin kapağı elimden fırlayıp kendini yerlere attı, camdan yapılma ve muhtemelen bir önceki cinsten olduğu için o da arkadaşı gibi yüzlerce parçaya ayrıldı. O işi de "Ben fizik tedaviye gidiyorum, ellerim uyuşuk" diyerek oğluma havale ettim ve arazi oldum. 

Gel gör ki iş burada bitmemişti, ilahlar olaya mutlaka benim de iştirakimi arzu ediyorlardı ki, emellerine nail oldular bu sabah. Çay koymak için mutfağa girdiğimde köşede bekleyen soda paketini gördüm. Dolaba koyayım da soğusunlar diyerek elime almamla paketin yırtılması ve 6 adet soda şişesinin yerlerde debelenmesi bir oldu. Bir an ağlamaklı gözlerle zemindeki enkaza baktım, sonra bilanço çıkardım: 1 kırık, 5 sağlam. Gelgelelim yeşil cam parçalarından geçtim mutfak zemini kabarcıklı sulara garkolmuştu. Ağlasam mı diye kararsız kaldım, sonra "Ne ağlayacağım be" dedim, birkaç yıl önce dolaba koyarken elimden düşürdüğüm kuru fasulye tenceresini düşündüm, yağlı fasulye temizlemekten de zor değil ya dedim, o fasulyeleri temizlerken sinirlerimi gevşetmek için söylediğim dünyanın en saçma sözlü türküsü geldi aklıma. Başladım söylemeye, bir yandan da cam kırıklarını toparlıyordum:

"Tık dedi kapı kaynanam geldi/ Halin nedir gelin hanım dedi/Ah koca ciğeri kediler yedi/Oğlum gelsin görürsün dedi/Ah şu kediyi tutu tutuversem/Kuyruğunu, budunu yolu yoluversem" 😀 Bu türküde sırayla kaynana, görümce ve kayınpeder geliyor, ilk ikisi gelini oğluna ve abisine şikayet edecekken kayınpeder "Sağlık olsun" diyor. Ben de tam kayınpederin sağlık olsununa gelmişken camları atıp, yerleri de silmiştim. Kendimi kutlayıp çayı koydum. Yerler kurusun diye kapıyı camı açtım, içerideki işlerimi halletmeye gittim. Gel gör ki çayı demlemeye geldiğimde ortalık hala ıslaktı. Meğer cam kırığının biri sodaların yanında duran plastik su bidonuna isabet edip delmiş, yerlere akan benim cânım memba sularımmış. Deliğin altındakileri kurtardım bereket tamamı akıp bitmeden, yerleri tekrar sildim ve mutfağa dönüp, "Üç oldu artık, sanırım bir daha kudurmazsınız" dedim, iyi etmişim di mi, korkmuşlardır şimdi 😀

Gelelim Haziran ayında okuduğum kitaplara:


-İlk sıradaki "Babamın Yeri"ni esasen Mayıs ayında okumuştum, kolajı tamamlamak adına ekledim, merak ediyorsanız şuradan görebilirsiniz. 

-Fatma Nur Kaptanoğlu ilk kez okuduğum bir yazardı, biraz tereddütle alsam da elime "Ateşten Atlamak"ın içindeki iki uzun öyküyü çok beğendim. Öyküye mesafeliyim bu aralar, postmodern yazım tarzları beni biraz geriyor, sevemiyorum ama bunlar çok güzel öykülerdi, okuyun derim...

-Ben Algan Sezgintüredi'yi Sevin Okyay sayesinde tanıdım, Vedat ve Tefo'nun kahramanları olduğu polisiyelerini büyük bir keyifle okudum. Yeni polisiyesini de merakla bekliyordum ki eski bir emniyet görevlisi olan Mesut Demirdirek'le yazdığı "Kavgaz" çıktı. Bu defakinde Vedat ve Tefo yoktu, katili gerçek emniyet görevlileri araştırıyordu. "Kavgaz" ne demek derseniz komiserin soyadı, devedikeni demekmiş, ayrıca da Trakya'da bir yerleşim yeri imiş. Ben çok sevdim, polisiye meraklıları da eminim ki seveceklerdir.

-"Moda Cinayetleri" adli tıp uzmanı Julia'nın kahramanı olduğu bir çizgi roman, bir seri bu, takip edenler bilir, rahat okunan bir şeyler istiyorsanız buyurun, olay Paris'te bir moda defilesinde geçiyor. 

-Per Petterson her kitabını okuyup çok sevdiğim bir yazar. "Sibirya Hayali" de Metis'in yeni yayına sunduğu kitabı, sanırım tüm kitaplarından daha çok sevdim. İkinci Dünya Savaşı öncesi ve esnasında kuzeyli bir ailenin başrolünde Sibirya hayaliyle yaşayan kızının olduğu öyküsü. Okuyun derim...

-"Duyuyor musun?" henüz yüzyüze gelemesek de aynı kuşağın insanı sevgili arkadaşım Nurhan Suerdem'in ikinci öykü kitabı. Okuyanlar hatırlar ilk kitabıyla "Haldun Taner Öykü Ödülü" almıştı, bu kitap da en az diğeri kadar güzel öykülerden oluşuyor. Tavsiyemdir...

-Celal Kadri Kınoğlu'nu oyuncu olarak çok beğenirim. "Benerci Kendini Niçin Öldürdü?"de izlemiştim sahnede. Bu sempati ile kızı için yazdığını söylediği kitabı "Armağan"ı aldım ama sonuç pişmanlık. Bence oyuncu olarak devam etse çok daha iyi olacak...

-"Mola" emekliliğini bekleyen üç yetişkin çocuk babası, 49 yaşındaki dul kahramanımızın işyerine yeni başlayan genç çalışanına aşık olmasını konu alıyor. 50 yıllık ömrüne unutulmayacak bir mola veren kahramanımız duygularını günlükleriyle dile getirmiş. Hoş bir kitap...

-Kitaplardan bahseden kitapları seviyorum, "Okuma Listesi"ni alış sebebim de bu idi. Eşini yeni kaybetmiş, İngiltere'de yaşayan bir Hintli'nin hayatına renk katmak üzere gittiği kütüphanede görevli genç kız tarafından önerilen kitapları okumasıyla değişen hayatını konu alıyor. Vasat diyeceğim...

-"Büyükanne Yağmurda Dans Etti" bir İkinci Dünya Savaşı, Nazi ve Rus zulmü, heba olan hayatlar ve yeni bir yaşam kurma çabaları üstüne kurgulanmış bir kitap. Okunası...

-"Nedime" ile kitap bitene kadar royal bir yaşama sanal da olsa ayak bastık. Prenses Margaret'in nedimesi Anne Glenconner'in kendi anılarını kaleme aldığı kitap edebi anlamda beklentiniz yoksa farklı bir yaşamı deneyimlemeniz açısından okunası. 

-Ve iki aydır okuma kulemde bekledikten sonra Cüneyt Arkın'ın ölümü üzerine elime aldığım kitap, oyuncunun yazdığı "Benim Kahramanım Türk Halkıdır". Açıkcası "her şeyi yaptım, bir de kitap yazayım" düüncesiyle yazılmış bir kitap. Anı desen anı değil, biyografi desen biyografi değil, öylesine yazılmış bir düşünceler, duygular silsilesi denebilir. Çok inandırıcı gelmeyen metinler de oldu bana ama artık bu dünyada olmayan bir kişinin yazdığı kitap için fazla da yorum yapmayacağım. Ruhu şad olsun...

Yeni kitaplarda buluşmak üzere...


1 Temmuz 2022 Cuma

FİZİK SON / 1 TEMMUZ

Dostlarım, Romalılar; kendini yaz zanneden bu kış gününde sizlere Ankara'dan sesleniyorum. Gökyüzü yere inmek üzere şu an, Cahit Külebi'nin oratoryosundaki gibi "Gökyüzünde kara kara bulutlar/Başımıza nerden geldiniz/Bizler konukseveriz ama/Yaz günü şiddetli yağmuru hiç sevmeyiz" diyor ve "Yetti gari" diye bağırıyorum. Bu arada Denizcilik ve Kabotaj Bayramınızı da kutluyor, ellerinizden toka ediyorum. Bizim cadde birazdan ırmağa dönüşür zaten, sandalları indiririz suya. 

Bu hafta hayli endişeli geçti. Çaktırmadım ama pıt pıt attı yüreğim. Pazar günü pandeminin başından beri görüşemediğimiz bir grup lise arkadaşıyla buluştuk. Açık havada ve geniş bir mekanda idik ama oturma düzenimiz haliyle dip dibe idi. Bol sohbetli, keyifli, biralı miralı bir öğleden sonra geçirdik, her şey gayet güzeldi. Ta ki ertesi akşam arkadaşlardan biri arayıp Covid testinin pozitif çıktığını söyleyene kadar. Kendisinde hiçbir sıkıntı hissetmemiş, ilaç yazdırmak için aile hekimine gidince eşinin boğazındaki sıkıntıdan dolayı test istenmiş ve her ikisi de pozitif çıkmış. Ne yapsak diye düşündük, anında test yanlış sonuç verir, akışına bırakalım bir süre, kendimizi gözleyelim kararı aldık. Bünyesel hiçbir sıkıntım olmadı bugüne kadar ama asemptomatik olabileceğimi düşündüğüm için huzursuz oldum. Çocuklar ve Umut'a bir bulaştırma sözkonusu olabilir mi diye içim içimi yedi. Bugün 6. gün, artık bulaştıysa da belli olur diyerek sabah fizik tedaviye gittiğim hastanede test verdim. Baktım vakit erken, dolaşayım biraz dedim. Sabah yağmurla uyanmıştım, hem de hayli şiddetliydi, ben evden çıkana kadar durdu, hatta güneş açtı. Üzerime bir kot ceket alıp yola çıktım fakat öyle bir nem vardı ki Antalya solda sıfır kalır. Ceketim, giydiğim elbise, içimdeki atlet sırılsıklam oldu. Yapacak bir şey yok, o vaziyette Çankaya Belediyesi'nin satış mağazasını, Sakarya'daki çiçekçileri dolaştım, eczaneye uğrayıp bir-iki ilaç aldım, sonra pastaneye girip benimle ilgilenen görevliye çaya eşlik edecek bir şeyler yaptırdım ve hastaneye geri döndüm. Havuza düşmüş gibiydim. 




Son işlemler yapılırken doktor gördü beni ve tedaviyi bitirdi, mezun oldum. Olumlu sonuçlar bir aya kadar ancak kendini gösterirmiş, umalım ki öyle olsun, orta parmağımı artık hissetmek istiyorum zira. Atacak kep bulamadım ama benimle ilgilenen görevli hanım takdirname verdi hal ve hareketlerimden dolayı, ayrıca bugün giydiğim elbiseyi de beğendi, elbisemi ben de beğeniyorum zaten, haliyle o da beğensin. Bugüne kadar giydiğim en rahat, en kullanışlı giysi. (Ekmekçim, bu konu sana bir şey hatırlattı mı? 😀 Ben de altta kalmadım bak )

Hayali diplomamla birlikte o havuzdan çıkmış halimle eve döndüm, ilk işim saç kurutma makinesini açıp kendimi kurutmak, üstümden çıkanların topunu da makineye atmak oldu. Sonra da ikide bir e-Nabız'a bakıp test sonucunun gelip gelmediğini kontrol ettim. Sonunda bingo, beklediğim gibi negatif çıktı. Bunca endişe boşa imiş ama tedbirli olmakta fayda var, kendim için bir şey istiyorsam namerdim, derdim çevremdekiler 😀

Üç haftalık fizik tedavi seansını ve koca bir Haziran ayını bitirdik. Şu yağmurları da bitiririz inşallah, dinimiz amin...