Sayfalar

28 Haziran 2019 Cuma

28 HAZİRAN (BAĞDAT YOLU)

Antisosyalliğin dibine vurduğum şu günlerde her sabah beynimde çalan bir şarkı ile uyanıyorum. Bugünün payına "Bağdat Yolu" düştü. 

"Bir bakış baktın, kalbimi yaktın
Aşkın kemendini boynuma taktın
Bahçende gülün, kapında kölen
Olmaya razıyım, sevgilim senin

Canım fedadır senin yoluna
Günahların da benim boynuma
Çıkalım senle Bağdat Yolu'na
Sen bir şahinsin, ben garip serçe
Attın kalbime demirden pence

Mehtap senin o güzel yüzünde
Seyretsem ne olur senin dizinde
Bahçende gülün, kapında kölen
Olmaya razıyım, sevgilim senin"

Çocukluğumda bir dönem fırtına gibi esen bir şarkı idi ve o yılların, adıyla müsemma arabesk yıldızı "Yıldız Tezcan" meşhur etmişti. Yıldız Tezcan kuyruklu, takma kirpikli göz makyajı, krapeli siyah saçları, yuvarlak hatları ile fındık kurdu gibi bir kadın olarak kalmış çocuk zihnimde. Türünün tutkunları arasında çok sevilirdi, ünlü bir plak şirketi sahibi olan Mahmut Tezcan ile evliydi, Mahmut sonradan Yıldız'dan vazgeçip Müşerref'i meşhur edecekti ama o iş de uzun sürmeyecek, bir soyadı kavgası yaşanacaktı ex karı-koca arasında. Nasıl ama magazin kültürüm 😃Aile ilişkilerini bir yana koyacak olursak Yıldız Tezcan'ın meşhur edip ardarda diğer şarkıcıların da repertuarına aldığı "Bağdat Yolu" benim için ne Yıldız Tezcan, ne de bir başkasıdır. Bu şarkıyı ne zaman duysam, ne zaman mırıldansam aklıma Deniz Abla gelir. Kaldı ki ergen aklımla arabesk zaten hiç yüz vermediğim bir müzik türü idi. Deniz Abla Babil Kulesi çeşitliliğinde insanın yaşadığı her biri 24 daireli 4 blokluk sitemizde üst kat komşularımızdan birinin kızıydı. Ailemizle ilişkileri bu siteye taşınmadan çok öncesine dayanan kadim bir dostluktu bu. 10 kardeştiler, Deniz Abla ortancalar arasındaydı. Aile içinde ve komşular arasında hamaratlığı, güzelliği ve hanımefendiliği ile anılırdı. Biraz Yıldız Tezcan'a benzer miydi? Belki, onun daha sade, daha naturel haline benzetilebilirdi. Çok severdi bu şarkıyı, arkadaş toplantılarında, özel günlerde güzel sesiyle söylerdi. Aklımdan çıkmayan yönü de "Sen bir şahinsin, ben garip serçe" mısraını yanlış seslendirip "Sen bir şairsin, ben garip serçe" diye söylemesiydi. 

Sonra bir gün nişanlandı Deniz Abla, nişanlısı yurt dışında yaşıyordu ve nikah sonrası o da gidecekti yad ellere. Hepimiz onu en iyi şekilde yolcu etme telaşına düştük, fazla eşya götüremeyeceği için yükte hafif hediyeler peşine düşüldü. Müziği çok sevdiği için tercihi plaktan yanaydı, kaset endüstrisi bu kadar gelişmemişti ve CD diye bir şeyin varlığı bile söz konusu değildi. Anneannem de Deniz Abla'ya bir hatıra vermek istedi, emektar pardösüsünü giydi, yazmasını çıkarıp başörtüsünü taktı, beni de yanına alıp Yenimahalle'nin eve en yakın plakçısında aldı soluğu. Tercih "Bağdat Yolu" idi tabii ki, o kadar özdeşleşmişti Deniz Abla ile. Plakçı anneanneme muhtelif şarkıcıların seslendirdiği "Bağdat Yolu" plaklarını çıkardı ve anneannem hepsini tek tek dinledi, ben sıkıntıdan patladım ama anneannem sağlamcı ve Lassacıydı 😃 Sonunda hangisini aldık hatırlamıyorum ama yol boyu "Oh iyi ettik, dinler kızcağız gurbet ellerde" diyerek geri döndük eve, sonra da götürüp emaneti sahibine teslim ettik. 

Deniz Abla'yı yurt dışına gittikten sonra bir daha hiç görmedim. "Bağdat Yolu"nu oralarda ne kadar dinledi ve ne kadar söyledi bilmiyorum ama bir gün ölüm haberini aldık. Şimdi ne zaman dilime gelse ya da duysam-ki artık çok seyrek çalınıyor-içimde ince bir sızı ile Deniz Abla'yı ve o Babil Kulesi mekanda geçen çocukluğumu hatırlarım. Gökyüzü gibi bir şey işte bu çocukluk, doğru söylemiş şair, hiçbir yere gitmiyor...

Yıldız Tezcan'dan dinleyelim; Bağdat Yolu:


23 Haziran 2019 Pazar

23 HAZİRAN (OLAN-BİTEN)

Üç haftalık bir ara ile kendi rekorumu kırmış bulunuyorum. Aslında üç hafta boyunca evden doğru dürüst çıkmadım desem yeridir ama önce bayram telaşı, sonra uzun ve kısa süreli konuklar, Cevriye ile nisbet edermiş gibi yapışan bir bel ağrısı ile gayet antisosyal bir moda geçtim, böylece sanal alemden-özellikle blogdan-uzaklaştım biraz, yazacak pek kayda değer bir şey de yoktu esasen. 

Tüm bu süreçte ufak çaplı bir arkadaş buluşması, bir Babalar Günü yemeği ve son anda gittiğim bir tiyatro oyunu dışında tek etkinliğim kitap okumak oldu. Oyun, Tiyatro Evi'nin turne ile gelip Ankara Sanat Tiyatrosu Sahnesi'nde sergilediği tek kişilik "Marx İstanbul'da"isimli oyunu idi. 1,5 saatlik mizahla soslanmış bir ekonomi politik dersi izledik desem yeridir. Gözüm sahnedeyse de, hafızam yıllar öncesinde idi. Ne çok oyun izledim o küçücük salonda ilk gençliğimde. Hiç değişmeyen binanın kapısından ilk girişim henüz ortaokulun ilk yıllarında iken Nisa Serezli'nin başrolunda oynadığı "Şahane Dul" isimli oyunu izlemek içindi. Babam sürpriz yapıp bilet almış ve anneme telefon edip tiyatro kapısında buluşmak için gelmesini söylemişti. Annemin biraz heyecanlandığını hatırlıyorum, ilk kez gideceği salonu bulup bulamayacağı konusunda tereddütlüydü ama elimden tutup yola düşmüş, babamla buluşmuş ve oyunu birlikte izlemiştik. Renkli kostümler içinde sahnede rol kesen Nisa Serezli'nin ününden haberdar olamayacak ve yeteneğini değerlendiremeyecek kadar küçüktüm, aklımda da çok fazla bir şey kalmamış zaten. Sonraları o salonun bizim için bir nevi mabet olacağı konusunda tabii ki bir fikrim yoktu. Kimleri izlemedik ki üniversite yıllarımızda o sahnede; Rana Cabbar'dan Savaş Yurttaş'a, Cezmi Baskın'dan Rutkay Aziz'e, Meral Niron'dan Yeşim Dorman'a, Yaman Okay'dan Altan Erkekli'ye ve daha adını unuttuğum nicelerine. "1871 Komün Günleri"nde Rana Cabbar'ın soyunup uzun donuyla leğene girerek köpürte köpürte yıkanmasını ve "Aladağlı Mıho" oyununda Cezmi Baskın'ın öküz taklidi yapmasını hiç unutamadım. 

Tiyatro demişken, bugün Enis Fosforoğlu'nun vefat ettiğini öğrendim sosyal medyadan. Geçen yıl da ağabeyi Ferdi Merter'i kaybetmiştik. İki kardeşin bu kadar yakın arayla hayatını yitirmesi kader mi, tesadüf mü bilemedik ama çok üzüldüm. Enis Fosforoğlu ile onun haberinin bile olmadığı ama benim hiç unutamadığım bir anım vardır. Sanırım 13 yaşında olmalıyım, bir gün halam elinde üç tiyatro biletiyle çıkıp geldi, Altındağ Tiyatrosu'nda sahnelenen "Hırsızlar Balosu" adlı oyun için. "Teatora"ya özel bir sevgisi olan anneannemi de yanımıza alıp yola düştük. Aylardan Nisan, bahar yavaştan gelmekte, turfanda meyveler tezgahlara yerleşmiş. Yerimiz en ön sırada ve tam ortada. Anneannem, halam ve ben sırasıyla yerleştik, çok geçmedi oyun başladı. Başrolde Enis Fosforoğlu var, çok genç ve inanmayacaksınız ama çok yakışıklı. Ben hayran bakışlarla oyunu izlerken birden kucağıma tombalak bir el uzandı ve bir avuç dolusu can eriği bıraktı. Aynı el, aynı erikle halamın kucağına da uğramıştı ve tabii ki anneanneme aitti. O gün pazardan aldığı turfanda can eriklerini yengemden ona devretmiş büzgülü ve geniş kol çantasına doldurmuş, oyun esnasında da bize ikram etmekteydi. Anneannemin "teatora" kadar karşı duramadığı bir başka şey de her tür yiyecekti. Ve ben de anneannemin teatoraya olan aşkından daha fazla can eriğine aşıktım. Haliyle attım ağzıma birini, kafamı çevirdiğimde aynı şeyi halamın yaptığını da gördüm. Anneannem zaten fütursuzca çiğneyip durmaktaydı. Halam arada bir beni dürtüp, "Yerken ses çıkıyor mu?" diye soruyordu. Haydi ben çocuktum da doktor olan halam nasıl anneanneme uymuştu, hala şaşarım. Biz oyun boyunca anneannemin çantasına sığan muhtemel ki bir kilo eriği, "ses çıkıyor mu?" diye birbirimize sora sora yiyip bitirdik. Sağdan soldan kimse uyarmadığına göre fark etmediler demek ki ama hep düşünürüm  burnumuzun dibindeki sahnede rol kesip duran Enis Fosforoğlu farkedip ağzı sulandı mı? Eğer öyleyse hakkını helal etmesini dileyeceğim şu fani dünyadan ayrıldığı bu günde, o güzel oyun için de bin şükran diyeceğim...

Bu yazıyı dün gece yazdım, sabah yayınlanmak üzere programlayacağım. Siz okurken de İstanbul seçimi başlamış olacak. Dilerim sorunsuz, sıkıntısız bir seçim gerçekleşir ve iyi şeylere vesile olur. Yağmuru yiyip güzelleşen bu güller de sizlere armağan olsun...


2 Haziran 2019 Pazar

2 HAZİRAN (MAYIS OKUMALARI)

Ayın ilk yarısındaki açığı kapatmak için okumaya hız verdim Bodrum dönüşü, hastalık da eve kapanmama vesile olunca gelsin kitaplar, gitsin kitaplar oldu ve 11 kitapla Mayıs ayını bitirdim. Aslında hala üç eksiğim var kafamdaki plana göre ama olsun varsın, telafi ederiz nasılsa. 

Gelelim kitaplara:


-"Rehavet Havası" bir süredir kitaplıkta okunma sırası bekliyordu, sonunda muradına erdi :) Sıradan hayatları anlatan öyküleri içeren küçük hacimli bir kitap, okursanız hoş olur, okumazsanız pek bir şey kaybetmezsiniz.


-Antonio Casas Ros sevdiğim bir yazardır. Diğer iki kitabını, Almodovar Teoremi ve Enigma'yı-özellikle Enigma'yı-çok severek okumuştum, "Son Devrimin Güncesi"ni de hevesle aldım elime. Başlangıçta çok ilginç gelen konu sayfalar ilerledikçe o kadar karmaşıklaştı ve abartılı cinsellik tasvirleri o kadar bezdirdi ki, bu kitabı aynı kişi mi yazmış diye düşünmeye başladım. Kısacası sevmedim...


-Yine geçen yıldan kalma kitaplardan biri idi Hasan Gören'in "Zan"ı. Bodrum yolculuğu öncesi, başlandı, benimle tek sayfa bile okunmadan Bodrum'a gidip geldi ve dönüşte bitirildi :) Umduğumdan daha iyi bir okuma olduğunu düşünüyorum. Ankara-Akçakoca-İstanbul üçgeninde geçen bir siyasi roman "Zan". İçinde aşk da var, gerilim de, ikilem de. Okunası bir kitap...


-Mahir Ünsal Eriş'in son iki kitabından biri "Kara Yarısı", benim için Bodrum anısı olduğundan ve "Zai"den alındığından dolayı da özel. Yazarın tüm kitaplarını severek okudum, bu da diğerlerinden farklı olmadı, kapağına bakmadan okusanız Mahir Ünsal'a ait olduğunu anlayacağınız güzel öyküler var kitapta. Sıradan insanların sıradışı öykülerini seveceksiniz...


-Bu ay okunacaklar rafını epey hafiflettiğim bir ay oldu. İlk defa bir kitabını okuduğum Tim Parks'ın "Kader"i de epeydir okunmayı beklemekteydi, elime aldıktan kısa bir süre sonra bunca geciktirdiğime pişman oldum. Son kitabına koyacağı önemli bir röportaj için girişimlerde bulunan eski gazeteci bir babanın oğlunun intihar haberini almasıyla başlıyor kitap. Genelde Alef Yayınevi'nden çıkan tüm kitapları severek okudum. Tim Parks daha önce tanışmadığım bir yazardı, biraz itidalle başladım ama "Kader" beni şaşırtan bir kitap oldu. Bilinç akışı ile yazılmış ve genelde diyalogların olmadığı bir yazım tarzı insanı bu kadar mı etkiler. Kader hem konusu, hem de yazarının üslubu nedeniyle çok sevdiğim bir kitap oldu. Diğer kitaplarını da okuyacağım...


-Küçük hacimli, sayfa sayısı az bir kitaptı "Geç Gelen Şöhret". Gençliğinde yazdığı şiirleri okuyan bir grup edebiyat meraklısı gencin ilgisiyle karşı karşıya kalan yaşlı Saxberger'in ruhunda kopan fırtınaları anlatıyor.  Okumasam da olurmuş :)


-"Ahlat Ağacı"nın senaristlerinden biri imiş Akın Aksu, ayrıca filmde imam rolünde oynamış. Filmin ortaya çıkmasına da bu kitap ilham vermiş. Zaten kitabı okurken filmi izler gibi oluyorsunuz, taşra ıssızlığı, bunalan insanlar, eylemsizliğin dile vurması, ufak meselelerin büyümesi, büyük meselelerin ufalması vs vs. Diyalogların aşırı fazlalığı biraz yorsa da okunası bir kitap olmuş "Bir Taşra Köpeği", "Ahlat Ağacı"nı sevenler daha da çok sevecektir.




 




-Uzayda kapladığı yer ile içeriği ters orantılı bir kitap "Bilinmeyen Sular", kısacık ama dolu dolu öyküler. Mevsim Yenice'nin duvarının ikinci tuğlası bu, umarım daha çok katlar çıkar. Pink Floyd seviyorsanız bu kitabı da seveceksiniz.


-Adının ve kapağının güzelliği oldu beni bu kitabı almaya iten neden. Gerçekten kitapta bir "Nefaset Lokantası" var ve kahramanların bir kısmı orada düzenli olarak yemek yiyorlar, sahibi olan kadınla da aralarında bir arkadaşlık gelişmiş. Kitabın ana kahramanı Türkiye'yi terkedip Rio'ya yerleşmeyi düşünen bir kişidir. Zaten olaylar da bu ayrılık nedeniyle düzenlenen bir yemekte başlıyor. Başlangıçta oldukça iyi giden kitaptan ikinci bölümden sonra sıkılmaya başladım. Olaylar karmaşıklaştı, düzen karıştı, kısacası sevdim mi, sevmedim mi kesin bir karar veremedim.  Bir de siz deneyin bakalım, ne düşüneceksiniz...


-İstanbul'un eski apartmanlarını büyülenmiş gibi seyrederim her gidişimde, her biri başlı başına bir mimari şaheser, sanat eseri gibidir gözümde. Beyoğlu'ndaki Botter Apartmanı da en sevdiklerimden biridir, şimdi kaderine terkedilmiş olsa da. Günümüzde geçen bir öykü ile başlıyor kitap ve apartmanın yapılış öyküsüne geri dönüşlerle değiniyor. Ben severek okudum, İstanbul'un eski binalarına ilgi duyuyorsanız siz de seveceksiniz. 


-Irmak Zileli'nin bugüne kadar yayınlanmış tüm kitaplarını okumuş ve çok sevmiştim. Gelgelelim "Bozuk Saat" bana o kitaplardaki tadı vermedi. Bir meydanda dikili olan bozuk bir saatin ağzından anlatılıyor tüm öyküler. Saat çeşitli insanların nabzına giriyor ve hayatlarına dokunuyor. Yer yer ilginç öyküler olsa da ben diğer kitaplarını tercih ederim açıkcası... 

Haziran ayında yeni kitaplarda buluşmak dileği ile tatilcilere iyi eğlenceler, evde kalacaklara şimdiden iyi bayramlar diliyorum...