.

.
.

31 Ocak 2017 Salı

ÇELINCIN 15'İNDE BİR YAŞ DAHA BÜYÜMEK

Soru şu:

-15 yaşında birine vereceğin nasihat ne olurdu:

Hayatımın 28 yılını (+) (-) 15 yaş civarı gençlerle hemhâl olarak geçirdim. Zaman zaman nasihat ettiğim, zaman zaman kızdığım oldu ama bir kaç tahe iflah olmaz dışında en yaramazını bile sevdim ve çıkardığım sonuç şudur ki o yaş grubuna nasihat vız gelir tırıs gider. Geçelim. Öğretmenliğim olgunlaştığında ben onlara yaşıtımmış gibi davrandım, daha çok etkisi oldu. O yüzden yok bende nasihat masihat.

Ben bugün bir yaş daha büyüdüm, önümde kalanlar arkamda bıraktıklarımdan epeydir daha az ama ruhum hala arkada bıraktıklarımla yoldaş. Ve bana bugünün en güzel hediyesini Sardunya verdi. Aşağıdaki linki tıklayınız merak ediyorsanız.

30 Ocak 2017 Pazartesi

"ARKADAŞIM OL YETER/BÖYLESİ DAHA GÜZEL" ÇELINÇ 14

Yeni haftanız hayırlı olsun sevgili takipçilerim, yeni yıl geldi gelecek derken Ocak ayı bile gidiyor yarın. Bana da yarın itibarıyla yeni bir yaş geliyor, hoş gelsin, sefa gelsin. Sağlıkla, huzurla gelsin. 

Dün bütün günü tembellikle evde geçirmeyi planlamış ve yabancı dilde Oscar adayı olan ve festival sırasında seansını tutturamadığım "Toni Erdmann" filmini izlemeye başlamıştım. Büyük bir keyifle seyredip yarısına gelmişken arkadaşım aradı ve davet etti. Ne de olsa anneannemin torunuyum, "Eh şimdi gitmezsek ayıp olur, o kadar çağırmışlar" diye yalandan nazlanırken bir yandan da giyinmeye başlardı. Ben de o hesap, "e haydi geleyim bari" dedim ve apar topar giyinip yollara vurdum kendimi. Lakin günlerden Pazardı, toplu taşıma seferleri seyrelmişti, bizim evin önü kazıldığı için duraklar iptaldi ama neyse ki hava güzeldi. Binebileceğim en yakın durağa gidip 15-20 dakika kadar bekledikten sonra gideceğim yere ulaştırabilecek bir dolmuşa attım kendimi, lakin bir nevi şehirlerarası yolculuk yaptım. Görmediğim mahalleleri gördüm, girmediğim sokaklara girdim, aynı güzergahtan bir gidiş, bir dönüş olarak iki kez geçtim ve sonunda menzile ulaştığımı düşünüp inmek istediğimde şoförden az daha dayak yiyecektim. Durak yerine uygun bir yer dediğim için, ki ben zaten uygun bir yer derken durağı kastetmiştim. Son günlerde içime edepsiz bir canavar kaçtığı için altta kalmadım, ben de ona çemkirdim ve indim. Arkadaşın evine vardığımda savaştan çıkmış gibiydim. Neyse ki orada dinlendim. Dönüşte aynı menzili bir kez daha katettiğimi söylememe gerek var mı bilmiyorum, kafamın içinde Ebru Gündeş çalıyordu: "Bir daha bu yolları aynı hevesle yürür müyüm?", yürümesem de dolmuşla, otobüsle geçerim Ebru apla. Gelelim sorumuz, 14:

-Keşke arkadaşım olsa dediğin ünlü kim?

Ah arkadaş ne kelime amcam olmasını istediğim bir ünlü yıllardır var: Ziya Osman Saba. Şiirlerindeki naifliği, anlatımındaki zerafeti nasıl severim. Hep iyi yürekli, kalender, diğerkâm bir insan olduğunu düşünmüşümdür. Kitabına "Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi" ismini koyacak kadar ince düşünceli. Onu tanıdığımda ilkokuldaydım, halamın evini taşırken bize bıraktığı kitaplığındaki çok eski bir kitabıyla: "Nefes Almak"


Sonra tüm şiirlerini okudum, hepsini ama ben asıl ondaki insancıllığı sevdim. Bu şiir de yaklaşan doğum günüme Ziya Osman Saba'dan bir hediye olsun:

Geçen Zaman

Hiç olmazsa unutmamak isterdim.
Eski geceler, sevdiklerimle dolu odalar...
Yalnız bırakmayın beni hatıralar.
Az yanımda kal çocukluğum,
Temiz yürekli uysal çocukluğum...
Ah, ümit dolu gençliğim,
İlk şiirim, ilk arkadaşım, ilk sevgim...
-Doğduğum ev. Rahatlayacak içim duysam
Bir tek kapının sesini.
Arıyorum aklımda bir ninni bestesini...
Böyle uzaklasmayın benden, yaşadığım günler.
Güneş, getir bir bayram sabahını.
Açılın açılın tekrar
Çocuk dizlerimdeki yaralar,
Hepiniz benimsiniz:
Mektebim, sınıflarım, oturduğum sıralar...
Yalnız hatırlamak hatırlamak istiyorum
Nerde kaldı sevgilim, seni ilk öptüğüm gün,
Rengine doymadığım o sema,
Ahengine kanmadığım ırmak.
Bırakıp her şeyi nereye gidiyorum?
Neler geçmişti aklımdan,
Nedendi ağladığım, nedendi güldüğüm?
Ah nasıldı yaşamak? 


Size  "amca" diyebilir miyim Ziya Osman Saba?


Not: Şunu da araya sıkıştırıvereyim, Füruzan'la da komşu olmak isterdim, şöyle randevuyla buluşup porselen fincanlarda çay falan içtiğimiz. Arkadaşlık biraz zor sanırsam, iki kez karşılaştım, mesafeli bir insan kendisi ama komşu olup arada görüşmek güzel olurdu :)

29 Ocak 2017 Pazar

PAZAR ÇELINCI 13

Güneşli ve gürültülü bir Pazar sabahından günaydın. Gürültünün çaresi yok, güneşse sevindirici, iki gündür Antalya'ya yakışmayacak soğuk vardı burada. Şimdi diyeceksiniz ki Ankara, İstanbul, Erzurum, Kars neylesin. Valla onlara da yazık tabii ki ama herkes kendi yaşadığı yere alışıyor, vücut ona uygun tepki veriyor. Düzgün ısıtma sistemi ancak yeni yapılan evlerde mevcut olan bu şehirde elektrik sobası ve klimanın himmetine muhtaç tek odalarda yaşamaya mahkumuz, ikide bir düşen voltajı ve soğuğa eklenmiş nemi de hesaba katarsak Akdenizli bir şehrin kışın ne kadar üşütebileceğini tahmin bile edemezsiniz, kazara bir de eviniz kuzeye bakıyorsa. 25 yıl çalıştığım okulda ısıtma sistemi yoktu, daha inşaat bitmeden kalorifer kazanı arızalanmış ve bir daha asla tamir edilmemişti. O 25 yıl boyunca kendimizi ve öğrencileri ısıtabilmek için her türlü gecekondusal yöntemi denedik. Öğretmenler odasının tam ortasında eski püskü bir odun sobası yanardı, ara sıra saklanma süresi dolmuş eski yazılı kağıtları da yoldaşlık ederdi odunlara. Öğretmenler odası zaten gecekonduydu. Öğrenci popülasyonu arttıkça öğretmenler odası, idare odası, laboratuar, kütüphane olarak düşünülmüş ne kadar alan varsa sınıfa çevrilmiş öğretmenler ve idareciler için alternatif alanlar yaratılmıştı. Merdiven altı, müdüriyet bölümünün üstü, bahçenin bir bölümü, koridorların sonu tuğla ile örülerek ya da camekanla bölünerek oda haline getirilmişti. En sefil olanı öğretmenler odasıydı, bildiğiniz dam işte, dört yandan tuğlayla çevrilip hop genişçe bir odaya çevrilmişti. Kış boyu yağmur yağdıkça yalıtımsız duvarlarında güherçileler oluşur, tavanından su damlar, pencere pervazlarından hem soğuk üfler, hem yağmur suyu sızardı. O nedenle tam ortaya kurulu antik sobanın etrafı en rağbet gören mekandı. Dersten çıkan ellerini oğuşturarak sobanın etrafına kümelenir, kimi simitini ısıtır, kimi de sabahleyin yağan ünlü Antalya yağmurunda havuza dönmüş ayakkabılarını kuruturdu. Sınıflar daha içler acısıydı tabii ki,  özellikle kuzeye bakanlar. Buz gibi  bir soğukta, çıplak beton bir odada biz nasıl ders anlattık, öğrenciler nasıl dinledi şimdi buradan bakınca imkansız gibi geliyor. Battaniyeye bürünmüş, başları bereli, elleri eldivenli öğrenciler hala gözümün önünde. Sonra baktılar böyle olmayacak kuzeydeki sınıflara soba kurma kararı alındı. Lakin baca tertibatı yok, inşaat kaloriferliye göre yapılmış. Demokrasilerde çare tükenmeyeceği için pencerelere borunun sığacağı delikler açıldı. Yersizlik nedeniyle sınıfın girişine kurulan ilkel sobalardan uzanan 5-6 metrelik borular pencereden çıkarıldı. İyi kötü en azından soğuk hava kırılıyordu ama okula kuzey cepheden bakan biri sakaletin ne boyutta olduğunu gayet iyi farkederdi. Antalya merkezde, şehrin en rağbet gören meslek liselerinden birinin camlarından çıkan iğrenç, paslı soba boruları. Nitekim o yıl gelen müfettişler de beğenmedi. "Üşüyünüz efenim, ne demek soba kurmak, tiz söküle bu sobalar" dendi, tabii bahane yangın tehlikesiydi ve bir bakıma haklılardı ama "o zaman ödenek yollayınız klima alalım efenim" diyen çıktı mı bilmem. Hoş dense de bir şey farketmezdi. Son iki yılı o sobalardan da mahrum üşüyerek geçirdikten sonra ben emekli oldum, hemen ardımızdan tüm sınıflar klimalanmış neyse ki. Şimdi siz bu anlattıklarımın ne kadarına inandınız bilmem ama hepsi de harfi harfine doğru. Bir soğuktan nerelere gelmişim, gevezeliğim için kendimi, sabrınız için sizi kutlayıp 13 no'lu çelınç sorusuna geçeyim:

-10 yıl sonra nerede, nasıl yaşamak istiyorsun?

10 yıl sonrayı görürsem aynı yerde olmak istiyorum, huzura kavuşmuş ülkemde, yaşadığım Cennet şehirde ve evimde olmak istiyorum, sevdiklerim eksilmeden yanımda olsun istiyorum. O kadar. Hem bu şehirden başka yerde yaşamak ister mi insan?


28 Ocak 2017 Cumartesi

ÇELINÇ 12

Hafta sonu ya, bugün kestirmeden gideyim:

-Son 10 yılda hayatında neler değişti?

Ben bunu 12 yıla çıkarıyorum izninizle, çünkü annemin gitmesi bir milat. O'nu Karşıyaka Mezarlığı'nda anneannemin koynuna koyup döndükten sonra sadece benim değil hepimizin hayatı değişti. Hani Facebook'ta çok sık dolanır ya, durmadan paylaşır durur insanlar "Bir kadın giderse...." diye başlayan bir yazı, gerçek o. Annem kendi rızası olmadan, son ana kadar hayata tutunmaya çalışarak elimizden kayıp gittikten sonra hepimiz kanadı kırık kuş gibi kaldık. Hiç de genç değildim oysa ama anne gidince büyüyor insan. Hasılı sonrasında acılı bir süreç geçirdik, manen. Babam o evde kalmak istemedi, onu arzu ettiği bir şehre yerleştirdik, ev boşaldı. Ve ondan sonra yazları Ankara sürecimiz başladı, ilk gençliğimin geçtiği ev artık bizim yazlık mekanımızdı. Oğlum kendi kanatlarıyla uçmaya başladı, bir de kızımız oldu sayesinde. Hayata daha makul bakmaya başladım, hayal kırıklıklarım azaldı. Saçlarım daha çok ağardı mı bilmiyorum, hepsi boyanın altında saklı çünkü :) Kırışıklıklar arttı, bak o görünürde ama hiç umurumda değil, onlar benim tarihim. Hayatı daha rasyonel kullanmaya başladım sanki, zaman daralıyor zira. Daha çok seyahat, daha çok sanatsal faaliyet, daha çok kitap ve beni yoran insanlarla daha az birliktelik. Başka ne olacak ki, sonuçta roman kahramanı değilim, sıradan bir insanın sıradan yaşamında ancak bu kadar değişiklik oluyor. Ha bir de yeni diş köprülerim var üzerine titrediğim, ki bence önemli bir değişiklik. Haydi ben kaçarım kuaföre, sorayım bakayım beyazlar artmış mı?

27 Ocak 2017 Cuma

ÇELINÇ 11, ESKİ BOHÇALARI AÇTIK :)

11. günü eda ederken ilginç bir soruyla karşı karşıyayız efendim, bakın bakalım neymiş?

-Dolabındaki en eski kıyafet ve anısı

Kendimi frenlemesem dolabımda bir sürü eski kıyafet, hatta bebeklik zıbınımı bile bulabilirdiniz, iflah olmaz bir biriktiriciyim. Bir vakitler 38'den 46'ya kadar her bedende giysi mevcuttu, sonra dolap aşırı yükten çatlayıp patlama aşamasına gelince el mecbur tasfiye ettim büyük bir kısmını, keşke küçük bedenler kalabilseydi ama maalesef onlara göründü yol. Ardından bir tadilat aşamasında ikinci bir tasfiye işlemi yaşandı ki bu hayli kapsamlıydı. Esasen yeni bir tasfiyeye gerek duymuyor da değilim. Kısacası şu an dolabımda bulunan en eski kıyafet gerçekten eski, fi tarihine ait. Aslında eski değil, epey yeni ama nüfus kağıdı eskimiş. Kendileri nişan elbisem olurlar. Gelinliğim bile nerede, evde mi, birilerine mi verdim habersizim ama onu vermeye kıyamadım. Çünkü annem dikmişti. Baktığımız mağazalarda şanıma layık bir nişanlık bulamayınca kumaş almıştık ve annem üst kattaki komşumuzun yardımıyla dikmişti. Üstelik kesimi de, dikişi de çok zor, kaygan şifon bir kumaştı. Halının üstüne iğnelerle raptederek biçtiğini hatırlıyorum. O yıllarda amatör terzilerin bir numaralı kurtarıcısı Burda mecmuasından seçilmişti modeli ve kalıbı da oradan çıkarılmıştı. Çok sevmiştim, hala da çok severim:

Efendim söz konusu kıyafet bu, orijinal halinde eteğinde 2 karış uzunluğunda bir farba vardı, tuvaletti yani ama sonraları sökmüştüm onları. Niyetim başka yerlerde de giymekti ama sadece iki kez giydiğimi hatırlıyorum kısa haliyle. O sökülen farbanın bir kısmı şu an fular olarak hizmet vermekte bana. Kendisinin içine de tek bacağım sığabilir belki diye düşünüyorum :)

Bu da giyilmiş hali, nişanımdan. Ay bi fena oldum yahu, ne kadar gençmişim. Ah yıllar, zalımsınız" diyeyim ve gideyim :)


26 Ocak 2017 Perşembe

ÇELINÇ 10, ANILARA KON

10 numaralı soruya ve perşembe gününe geldik, hayat rutin akışında. Nergisler iyiyden iyiye soldu, yazıyı bitirince atacağım çöpe. Hüsnüyusuflarınsa suyu değiştirilmek ister ama sular kesik caddedeki gümbürtüden dolayı. Hava kapılı, güneş bazen bulutların arasından "ce" dese de ortaya çıkmaya pek niyeti yok. Ev temizlik istiyor ama bahanem pek güçlü: "Sular kesik". O yüzden yine "Bir dönüm bostan, yan gel Osman" vaziyetleri olacak, Oscar adayı filmlerden birini izleyeceğim muhtemelen ilerleyen saatlerde. Dün "Moonlight"ı izledim ama nedense pek etkilenmedim. 

Gelelim sorumuza:

-Asla unutmak istemediğin anın?

Benim gibi hafızası çöplük kıvamına gelmiş ve anıları çekmecelerden taşmış birisi için tuhaf bir soru. İstesem de unutamıyorum zaten, öyle bir fil hafızam var. Ne iyiler gidiyor, ne kötüler. Ama hayat bu belli mi olur, İris Murdoch bile Alzheimer hastası oldu. Hemen hemen hiç bir anımı unutmak istemem açıkcası, iyisiyle, kötüsüyle. Kötüler o anın gelip geçtiğini vurgular, şükretmemi sağlar, iyilerse zaten iyidir niye unutayım ki. Öyle tek başına, "aman da bu benim en değerli anımdı, pamuklara sarayım, kadife kutularda saklayayım" dediğim başat bir olay aklıma gelmiyor. Pek çok güzel şey var hatırlanacak, mesela anneannemin ölene kadar oturduğu evin kura çekme günü. Devletin 1957'deki büyük selde evleri yıkılanlar için yaptırdığı ve ucuz taksitlerle dağıttığı 4 blokluk bir sitenin kura günüydü. Çok küçüktüm, annem ve anneannemin peşinde sürüklenmiştim çekilişin yapılacağı yere, sonra o arazideki blokta yıllarca oturduk. Rüya gibi anımsarım o günü, enfes bir bahar günüydü ve etraf göz alabildiğine kırlıktı. Kırmızılı, sarılı, beyazlı, morlu çeşit çeşit çiçek başvermişti otların arasında, kelebekler uçuyor, kuşlar konup kalkıyordu. Şaşkına dönmüştüm. Gelincikten papatyaya, ballıbabadan pisipisi otlarına koşturup durduğumu hatırlıyorum. Eskiden Zeki Müren filmleri siyah beyaz olurdu ama mutlaka araya onun şarkılarını seslendirdiği renkli bir bölüm eklenirdi. Bir kaç yıl sonra bu filmlerden birini ilk kez izlediğimde yaşadığım o günü bununla bağdaştırmıştım. O gün benim siyah-beyaz yaşantıma eklenmiş renkli bir sahne idi.

Sonra çocukluğumun ve ilk gençliğimin bahçelerde geçen yaz tatilleri var. Annemin teyzesinin Niğde'deki bahçesi, bir masal bahçesi idi sanki. Yüzlerce meyve ağacı, altlarından akan arıklarda sular, çayırlar, çiçekler, arka taraftaki ulu kavaklık, girişe yakın ahırında evin ineği Kurtuluş, kapının hemen dışında akşamları su verilen "fesleğen" denilen beton havuz, bekçisi Hüsam, o havuzda tokaçlarını taklata taklata çamaşır yıkayan kadınlar, bir yerden bir yere ulaşmak için binilen faytonlar, bakımsız ama görkemli, Kayardı'ndaki bağ, ceviz ağaçları, üzüm asmaları ve tüm bunlara hayran, tatil boyunca prenses modundaki herkesin kıymetlisi ben. Sabahları büyük teyzemin çocukları olan 4 kardeş işbölümü yapar "hayat" dediğimiz evin ön tarafındaki geniş alanı süpürmeye başlarlardı. Tulumbadan çağıldayan su, ot süpürgelerin hışırtısı, havaya yükselen ıslak toprak kokusu, Kurtuluş'un "Ben de buradayım, unutmayın ha" diyen böğürtüsü, şen kahkahalar, herkesin birbirine düşkün ve sağ olduğu zamanlar, birlikte neşeyle oturulan sofralar, ham meyve yemekten şişmiş karnım, otla çöple pişirdiğimi sandığım yemekler, kafama büzüp taktığım tülbentle gelin olmalarım, şımartılmalarım. Bir anını bile unutmak istemem...


14 yaşımın en ergen, en oyuncu halleri, ilk fotoğrafta evde bulduğum eski ne varsa giymiş, ot süpürgeyi elime almış, küçük kuzene de anneannesinin entarisini giydirip kafasına başörtüyü bağlamışım. Bu fotoğrafı görüyorsa affetsin beni, çok seviyorum onu. İkinci fotoğrafsa aynı gün normal halimiz :)


Ve at arabası kiralamış Kayardı Bağlarına gidiyoruz, cümbür cemaat doluşmuşuz ve herkes ne kadar mutlu. Büyük kuzen başımızda nöbetçi, arabacının yanına yerleşmiş. Diğer erkek nüfus yürüyerek geliyor. Başka taşıt yok, hatta doğru dürüst yol bile yok, ya yürünecek, ya at arabasına binilecek. Arabanın plakası ve atın arkasında duran arabacının bıçkınlığı :) Sol baştaki örgülü saçlı benim.

25 Ocak 2017 Çarşamba

ÇELINÇ 9

Bugün anlatacak pek ilginç bir şey yok, sabah şakırtılı bir yağmurla başlayan gün güneşle devam etmekte. Sol yanımdaki sehpada duran nergisler henüz ömürlerinin 3. gününde olmalarına rağmen bozulmaya yüz tutmuşlar, sıcağı sevmiyor bu arkadaşlar, ısıtmasız odalardan birinde bıraksam iyiymiş ama o zamanda ne görecek, ne de kokusunu duyacaktım. Kendilerini adı "köylü pazarı"olan mahalle arası bir mekandan çok üşümüş bir teyzeden almıştık. O kadar üşümüştü ki para üstünü bile yanlış verdi, farketmesek üste para alacaktık. Bir vazo dolusu da hüsnüyusuf var arkamdaki masada, onları da bana "kızcağızım" diye hitap eden ve gururla köy enstitüsü mezunu olduğunu söyleyen pek konuşkan bir amcadan aldık. "Kızcağızım" demesine gülecektim ama tevellüdünü duyunca hak verdim. Mahallemizin pazarı taşındı taşınalı pazara gitmiyordum, dolayısıyla da vazolarım eskisi kadar dolmuyordu. Üşümüş teyzeyle, köy enstitülü amcaya başvuracağım bundan sonra 😃

Gelelim çelıncımızın 9. sorusuna:

-Göç etmek zorunda kalsan hangi ülkeye giderdin?

Öncelikle göç etmemek için direnirdim. Alışkanlıklarına benim kadar bağlı biri için sıkıntılı bir süreç göç. Ama hayat bu, ne yapacağı belli olmuyor. Zorunluluk nedeniyle gitsem pek seçme hakkım olmazdı sanırım ama keyfime bırakılırsa tercihimi İtalya'dan ve de özellikle Floransa'dan yana kullanırdım. En azından ay evim, ay eşim dostum, ay memleketim diye zırlarken iki sanat eseri, heykel, çeşme, müze, köprü falan görür, ağzım açık aval aval bakarken de unuturdum derdimi kederimi.



Ben sırf şu eldeki damarları bile gün boyu inceleyebilirim. Zaten şehirdeki tüm heykeller bittiğinde ömür de biter :)

24 Ocak 2017 Salı

ÇUKURLU ÇELINÇ 8

Birkaç gündür sabahları "takadak takadak takadak" sesleriyle uyanıyor ve uyku sersemi apartmanda kimlerin dikiş dikme olasılığı olduğu konusunda tefekküre dalıyorum. İlk daireden son daireye kadar hepsini geçiriyorum aklımdan ve bu olasılığın en yüksek olduğu kişinin kendim olduğu kanaatine varıyorum. Eh, ben de halihazırda yarı uyur olduğuma ve carpal tunnel sendromlu ellerimden dolayı dikiş makinemi bile evden atmış olduğuma göre "dikiş diken yok, peki bu ses ne?" diyerek kalkıyorum yataktan. Ayaklarımı yere bastığım anda da acı gerçek "dank!" diye iniyor kafama. Ne dikişi yahu, caddenin karnını yardılar, yoğun bakımda ve muhtemel ki uzun süre bitkisel hayatta kalacak. O "takadak" sesleri de devasa karın yarma makinalarından geliyor, adları her neyse, kepçe mi, dozer mi, beton kırıcı mı, bilemedim şimdi. 

Yağmur suyu drenaj çalışmaları başladı sokağımızın hemen paralelindeki caddede. Daha hava aydınlanmadan başlıyor takırtı ve gecenin ilerleyen saatlerine kadar devam ediyor. Asfaltın karnında koca mağaralar açıldı, içlerinde iş makineleri çalışıyor. İki adımlık markete gitmek için epeyce bir dolanmak gerekiyor. Toplu taşımaların güzergahları değişti, ortalık toz toprak içinde, bir de yağmur yağarsa tadından yenmeyecek. Arada sırada kesilen su da-ki geldiğinde lavabomuz bir süre Lara plajı moduna geçiyor akan kum yüzünden-işin bonusu. Daha önceki tecrübelerimize dayanarak öyle pek kısa sürede biteceğini de düşünmemekteyiz. Alışmak lazım gürültüye, hatta bakarsın o takadaklardan esinlenip beste bile yaparım. Çocukken bir film izlemiştim, başrolde Orhan Gencebay, kendisi nalbant ya da bir nalbantın yanında çalışıyor tam bilemedim şimdi. Nal çakılırken çıkan seslerden besteler üretiyordu. Benim ondan neyim eksik...dermişim 😀 Şimdilik beste yapamıyorum belki ama çukurun yanından her geçişimde "Kaz mezarcııı, deriiiin kaz, eeelleriiiin tiiiitremesin" şarkısını söylüyorum içimden. 

Gelelim günün Çelınç sorusuna:

-Bir dahaki hayatında kim olmak isterdin?

Ay istemem, istemem. Kendime bile zor tahammül ediyorken bir de başka birine uyum sağlamaya uğraşamam. Yine kendim olayım, hem tecrübelerimden yararlanır yaptığım salaklıkları bir daha yapmam belki. Yalnız ricam kaportanın biraz daha estetik, motorun da biraz daha sağlam olması şeklinde 😉


Ve giderken sizi Nuri Sesigüzel abimiz ve "Kaz Mezarcı" ile başbaşa bırakıyorum...

23 Ocak 2017 Pazartesi

ÇELINÇ 7

Çelınçda bir haftayı devirirken bugünün sorusu şöyle efendim:

-Eğer bir hayvan olsaydın hangisi olurdun?

Elbette ki şu:


Avustralya'da bir koala olur, günde 20 saat uyur, geri kalan 4 saatte de okaliptus yaprağı çiğnerdim. Oh, gam yok, kasavet yok, geçim derdi yok, çorçocuk TEOG'a mı girmiş, LYS'yi kazanmış mı, KPSS sonuçları ne olmuş, evsahibi kiraya zam yapmış mı, arabanın vergisi ödenmiş mi, bana ne yahu. Yerim yaprağımı, uyurum uykumu, her daim fit kalırım. Haa çok mu canım sıkıldı, atlar Sydney'e giderim, opera binasında artık Carmen mi olur, Saraydan Kız Kaçırma mı olur, Rigoletto mu olur, bir opera seyreder dönerim sıcak yatağıma, misss. Ayrıca şu şirinliğe bir bakın yav, sevmeyenin sevesi gelecek :)

Bir arkadaşımın oğlu vardı, 4-5 yaşlarındayken "Büyüyünce ne olacaksın?" diye sordular mı şöyle cevap verirdi: "Belki bir öğyetmen olurum, öğyetmen olamazsam müyendis olurum, müyendis olamazsan dottor olurum, dottor da olamazsam babamın işini tutarım". Babası avukattı bu arada :) Ben de belki bir koala olurum, koala olamazsam panda olurum, panda da olamazsam parkta yürüyüş yaparım dünkü gibi:




Koala dinginliğinde geçsin gününüz...

22 Ocak 2017 Pazar

ANILI ÇELINÇ 6

Dün sanatla dolu bir gün geçirdim ve gündemi dert etmeden dilediğimizce yaşadığımız eski günlerin ne kadar büyük bir lüks olduğunu anladım. En sevdiğin şeyleri yaparken bile içinde bir huzursuzluk hep varsa yeterince mutlu olamıyorsun, yine de hayata karışmak, rutinlerimizden vazgeçmemek zorundayız. Birkaç gün önce John Berger'in son kitabı "Hoşbeş"i okudum. Rosa Luxemburg için yazdığı sayfalarda Rosa'nın bir mektubundan alıntı vardı, paylaşmak istiyorum:

"O halde insan kalmaya bak. Temel mesele insan olmak. Bu ise kararlı, dürüst ve neşeli olmak demek, evet, herkese ve her şeye rağmen neşeli olmak, çünkü sızlanmak zayıfların işidir. İnsan olmak demek, gerektiğinde tüm hayatını seve seve "kaderin büyük terazisi"ne koymak, fakat aynı anda her aydınlık güne ve her güzel buluta sevinmek demektir."

Her güzel buluta sevinmeye devam o zaman.

Dün biri gündüz gözüyle, biri akşam vakti iki rüya gördüm, hem de uyanıkken. Biri Devlet Tiyatrosu sahnesinde "İbişin Rüyası", diğeri ise Opera Sahnesi'nde "Kış Rüyası" idi. "İbiş'in Rüyası" malum, oldukça bilinen yerli oyunlarımızdan biri, zamanında TV'de dizi olarak yayınlanmışlığı bile vardır. Tiyatronun ilk yıllarını, Nuran Tiyatrosu'nu, onun başındaki Nahit Bey'i anlatan, yer yer Darülbedayi'ye ve Muhsin Ertuğrul'a dokunduran, gerçek hayatla kurmacayı karıştıran (Nahit-Naşit, Nuran Tiyatrosu-Turan Tiyatrosu) hem eğlenceli, hem hüzünlü bir oyundu. Allah için oyuncular oyunun hakkını vermişti, biz de bu eski ama yıpranmamış oyunu keyifle izledik. Akşamki konser ise gerçek anlamda bir kış rüyası idi. Opera orkestrasının 8 çello sanatçısına eşlik eden kontrbas, klarinet, arp, ud, kanun ve perküsyon eşliğinde üç opera sanatçısından şahane yorumlar dinledik. Yer yer de bu yorumlara bale gösterileri eşlik etti. Şahsen ben hafiften esrimiş bir şekilden ayrıldım salondan, devamını diliyoruz. Sanat en güzel sağaltıcı çünkü. 

Çelınca gelecek olursak, 6. günün 6. sorusu şöyle:

-Hatırladığın en eski anını anlatır mısın?

Benim gibi gerekli gereksiz her ayrıntıyı hafızasına itinayla tıkmış ve gerektiğinde kolayca bulup çıkaran bir insan evladı için çelincın en kolay sorusu olabilir. Zaman zaman yorsa da bana bahşedildiği için mutlu olduğum ve ölene kadar benimle kalmasını istediğim bir özelliğim bu. Şu fotoğrafı koyayım öncelikle, sonra anlatayım:


Kendimi bildim bileli bu fotoğrafa ne zaman baksam yemyeşil otlar ve annemin bana doğru uzanan eli geldi gözümün önüne. Bir yaşından daha küçük olduğum ve o yaşta bir şey hatırlamamın ne kadar zor hatta imkansız olduğu düşünülürse bunun kendimce uydurduğum bir hayal olduğu konusunda açık kapı bırakmak isterim. Ama o el, annemin bilezikleri şıngırdayan ve muhtemelen düşmemi engellemek için bana doğru uzanmış eli bu fotoğrafın ayrılmaz parçası haline dönüştüğüne göre küçük de olsa bir gerçeklik payı vardır diye düşünmekteyim. 

Haydi yukarıdakini anıdan saymayalım madem, bu anlatacağım teyit edilmiştir. 2,5-3 yaş civarındayım. Konya'nın Karapınar ilçesinde yaşıyoruz babamın işi gereği. İki katlı bir evin (o evin üst katında oturduğumuzu öğreniyorum sonradan) önündeki taşlık bir yerde bir grup çocuk oynuyoruz. Taş dediysem çakıl taşı değil, bayağı inşaatlarda kullanılan koca koca taşlar. Civcivler kaçmış o taşların arasına ve onları arıyoruz. Derken benim ayak kayıyor ve düşüp alnımı, tam kaşımın üstünde bir yeri, o taşlardan birinin sivri yerine çarpıyorum. Gerisi meçhul ama kaşımın üstündeki yara izi o güne vurulmuş bir mühür gibi hala benimle. 

Çelınç düzenleyenleriniz çok, Pazar gününüz güzel olsun...

21 Ocak 2017 Cumartesi

HAFTA SONU ÇELINCI 5

Geldik 5. güne, net cevap vermekte zorlanacağım bir soru, ne yapayım cevabımı beğenmezseniz kanaat kullanın.

-Her zaman ve bazen özlediğin iki şey:

Bir sürü şeyi özlüyorum aslında, uzaktaki sevdiklerimi, çocukluğumu, insanların daha iyi, daha hoşgörülü, daha saygılı oldukları zamanları. Tek bir cevap vermem gerekirse "annemi" diyeceğim tabii ki. 


Şu zamanlarımızı en çok; onun altın dişli, benim püskül saçlı olduğum, elini kalbimin üstünde hissettiğim anları...

Gittiği yerde huzurludur umarım...

Bazen özlediklerimse pek çok, tek cevap istendiğine göre yine çocukluğuma döneceğim. İlkokula başlayacağım yıl bir süredir birlikte oturmakta olduğumuz anneannemin evinden ayrılıp kiraladığımız küçük bir eve taşınmıştık. Bahçeye açılan, sessiz, sakin, kutu gibi bir evdi. O bahçe bana dev bir orman, evse Pamuk Prenses'in sarayı gibi gelirdi, öyle severdim. Eşyamızın az, evin yetersiz, maddi durumumuzun kısıtlı olmasına rağmen hayatımın en güzel, en huzurlu bir yılını o evde geçirdim. Babamın sabah okula gitmem için uyandırışı, güç bela açılan gözkapaklarım, mavi boyalı demir karyolam, akşamları soba başında babamla ikimizin ders çalışması. Babam Roma Hukuku çalışırdı yüksek sesle, ben dinlerdim, "Corpus, Iuris, Civilis"in Justinianus'un hazırlattığı ilk hukuk külliyatı olduğunu 7 yaşımda öğrenmiştim bu sayede. Bense aceleyle ödevlerimi bitirir babamın vereceği sürpriz kitabı beklerdim: "Deve Yavrusu Çinçan", "Tekir ile Mekir", "Zevzek Guguklu Saat", "Arap Cambi", "Küçük Leylek Taktak". Mutluluk hafızayı besliyor sanırım, kapaklarına kadar hiçbirini unutmadım. Annemin antreyi perdeyle ayırıp mutfak olarak kullandığı küçük bölmeden tabak çanak şıkırtıları ve annemin şarkı söyleyen sesi duyulurdu, Türk Sanat Müziği parçaları ve mutlaka bir Abdullah Yüce: "Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap". Güzel havalarda bahçede yenirdi yemekler, pazar sabahları radyodan erkek sesli Zehra Eren'den tangolar yayılırdı evin içine ve bahçeye: "Ayrılık belki ölümden de beter". Annem ve Zehra Eren sustuğunda babam başlardı: "Kız sen ne güzelsin sana gençler tapacaklar". Müzikli bir evdi, sıcacık bir evdi, pencerelerde annemin ördüğü güllü perdeler asılıydı, doğru dürüst eşyamız bile yoktu, en büyük oda boştu ilk taşındığımızda. Sonra bir gün annem pazara gitti, bir süre sonra döndüğünde gözlerime inanamadım. Arkasında bir tornet (tornet sebze meyve kasalarının altına tekerlek yerine dört tane bilyeli rulman, dar kenarına da bir sap takılarak öte beri taşımakta kullanılan ilkel bir araçtı, gençler arasında çok yaygındı), tornetin içinde 4 tane kıpkırmızı koltuk vardı. 60'ların modası, kenarları sivri, siyah ahşaptan, 2. el tabii ki :) Annem mutfak masrafından arttırdığı paralarla en büyük özlemini gidermişti, pazardan koltuk almıştı. Sonraları evimize çeşit çeşit koltuk takımları alındı, hiçbiri annemi o elden düşme kırmızı koltuklar kadar sevindiremedi. Ben o gün annemde mutluluğun cisimleşmiş halini ve etekleri zil çalmak deyiminin hayata geçişini izledim. Böyle bir ev özlenmez mi peki?

"Hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken
Hani körkütük şarhoşken gençliğimizden
Daha biz kimseye küsmemiş
Daha kimse ölmemişken
Eskidendi, çok eskiden"

M. Mungan

20 Ocak 2017 Cuma

ÇELINÇ 4 VE BAŞKA BİR ŞEYLER

Dün havanın gayet güzel ve güneşli olduğunu, kaç gündür ertelediğim birtakım işleri halletmek için dışarı çıkacağımı yazmıştım. Çıktım, akşam üzeri yorgunluktan dilim bir karış dışarıda, şahit olduklarımdan gözüm pörtlemiş ve yaz günündeymişcesine terlemiş olarak döndüm. İlk durağım müzeydi, yok onyüzmilyonbininci kere müzeyi gezmek gibi bir niyetim yoktu-ki yapabilirdim de ama zaman kısıtlıydı-derdim satış mağazasıylaydı. Arkadaşlarımın bende görüp beğendiği bir-iki objeyi hala kalmışsa onlar için almaktı niyetim. Ama kapıdan girip de satış mağazasına yöneldiğimde gözlerime inanamadım. Mağaza bir çöl kadar ıssızdı, raflarda tek bir ürün bile yoktu, hepsi silinip süpürülmüş ya da depolanıp kaldırılmıştı. İşletme değişikliği yapılacağını, bu nedenle ürünlerde indirim olduğunu biliyordum ama yeni yıl geldiğine göre yeni işletme devralmış ve yeni ürünler gelmiştir diye düşünüyordum. Yanlış düşünmüşüm, Ajda söylemiyle "Fakat ne yazık ki sokak boştu". Kös kös bahçeye çıktım, çardak altının ve bahçenin gediklisi lahitlere, mezar taşlarına, heykellere, küplere ve çıplak bir tanrı heykelini ilgiyle izleyen müze nüfusuna kayıtlı tavuskuşuna bir göz atıp ayrıldım oradan, ortama uygun melodi "Ellerim böyle boş, boş mu kalacaktı" oldu. 

Müzenin önündeki durağa konuşlanıp beni gitmeyi planladığım alışveriş merkezine götürecek bir vasıta beklemeye başladım. Güneş, "beni çok özlemiştin, al bakalım" dercesine gözüme gözüme giriyor, otobüs gelmedikçe gelmiyordu. Refüjün üzerinde çiçeklendirme çalışmaları vardı, birkaç kasa hercai menekşeyi tarhlara ekmek için 8  işçi görevlendirilmişti, evet sayıyla da sekiz. Üşenmeyip üç kere saydım, soldan, sağdan ve tekrar soldan. Sonuç yine 8 çıktı, hatta az sonra 2 kişi daha eklendi. Benim durakta beyhude yere bekleyip sonra vazgeçtiğim 15 dakika içerisinde o 8 kişi 4-5 metrekarelik aynı yere hala menekşe ekmeye uğraşmakta idiler. Muhtemelen bugün de oradadırlar. 

Durakta ziyan ettiğim 15 dakika sonunda yürümeye karar verdim, vermesem iyiymiş ama verdim. Manzaralı olsun diye tercih ettiğim park parkuru bana yol, su, elektrik olarak değil ama ter, diz ağrısı, ayak sancısı ve yorgunluk olarak geri dönüş yaptı. "Yaşlandın Leylak, bu kadar yürüyüş sana vız gelir tırıs giderdi, neneme döndün, yürüyemiyorsun bile, sen ne işe yararsın" diye kendimi üçüncü tekil şahıs olarak düşünüp söylenerek menzilime ulaştım. Bir çay, bir de sandviç kapıp yemek bölümündeki masalardan birine yerleştim. Vızıldayan bebeleri, hamburger ve patates atıştıran ergenleri, çeşitli tepsilerdeki çeşitli yiyecekleri aceleyle götüren yetişkinleri gözleyerek karnımı doyurup dinlendikten sonra alışverişe giriştim. Bir değişim işlemi gerçekleştirdim, bir arkadaşıma hediye aldım, mecburiyet kitapçısı D&R'a göz attım, birkaç alışveriş ve sonra biraz daha yorulmuş olarak kendimi ilk gelen otobüse atmak üzere durağa koşturdum. Şansıma tam da bizim caddeden geçen bir otobüs denk geldi, elimde poşetlerle zor bela bindim, kartımı çıkardım, makineye yanaştırdım ve enenenen, "yetersiz bakiye". Bir an panikledim ve normalde çok zor yapacağım bir şeyi yaparak hemen arkamdan otobüse binen delikanlıya dönüp "rica etsem benim için de kartınızı okutur musunuz, ben size ödeme yaparım" dedim. Genç itirazsız kartı makineden geçirdi, parasını verdim tam arkaya doğru yürüyecekken ön sıradaki koltukta oturan bir adam söylenmeye başladı: "Kartınızı kontrol etseniz de, yükleme yapsanız da, insanları meşgul etmeseniz de". İşte o an içimde bir yerlerde uyuyan canavar harekete geçti, adama "sana ne, sana ne?" diye öyle bir çemkirmişim ki kendimden korktum. Ben yorgunken bana bulaşmayın arkadaşlar, kurt kadına dönüşüyorum. Neyse arkalarda bir yer boşaldı geçtim oturdum. Bugünlük bu kadar vukuat fazla oldu diye düşünüyordum ki meğer devamı varmış. Ön taraftan bağrışlar yükselmeye başladı, kucağında küçük bir çocuk taşıyan genç bir kadın bağırıyordu: "Kucağımda çocukla bana niye yer vermiyorsunuz, bu koltuklar çocuklu kadınlara, hamilelere, yaşlılara, engellilere ayrılmış, siz yayılmış oturuyorsunuz" mealinde hiç bitmeyen yüksek sesli bir monolog sürdürürken muhatapları kıllarını kıpırdatmadan oturmaya devam ediyorlardı ki birden sol yanımdaki koltukta oturan kadın harekete geçti. "Kes sesini be kadın, burası babanın arabası mı, köşkten mi geldin, taksiye bineydin, sana yer vermek zorunda mıyım?" Hedef kitlede değildi halbuki ama nedense otobüsü sahiplendiği için çatlak seslere ağzının payını vermekle görevlendirmişti kendini. Karşılıklı bağırış çağırış, otobüsün içi karıştı. Derken solumdaki ayağa fırladı, "Benim asabımı bozma, şimdi gelir saçını başını yolarım, zaten canım sıkkın". Basbayağı gidiyordu ön tarafa tuttular, kimi kadını haklı buldu, kimi çocukluyu, derken çocuklu indi ama öteki söylevine devam etti. Kadın kadının kurdu arkadaşlar, kesinlikle emin oldum ve insanlık, merhamet, yardımseverlik, vicdan falan bir yerlere girip enikonu arazi olmuş, aradığımız kişiye ulaşılamıyor. Herkes hem etrafıyla hem kendiyle kavgalı, "hoşgörü" şarkılardaki gibi uzaklarda kalan bir his olmuş. Eve kendimi attığımda Yüzyıl Savaşları'ndan çıkmış gibiydim. 

Vay be ne uzun yazmışım, buraya kadar sabırla geldiyseniz Çelinç 4'e geçelim bari:

-Etrafındakiler hangi sorunun çözümü için sana gelirler:


-En çok organizasyon için başvurulur bana. Bir toplantı mı olacak, arkadaşlar arası bir buluşma mı sağlanacak, bir kutlama mı yapılacak, genelde benim düzenlemem beklenir. 
-Yine sanatsal faaliyetler çoğunlukla benden sorulur; sinema, tiyatro, bale, opera, nerede, ne zaman, seanslar, fiyatlar hakkında başvuru kaynağıyımdır.
-Ve siz de tahmin edersiniz ki kitaplar. Kitap tavsiyesi isteyen, kitap ödünç almak isteyen için resimdeki Lucy'nin yerine beni koyabilirsiniz, hem de ücretsiz olarak :)
-Bir de küçük çaplı sağlık hizmeti veririm hiç istemediğim halde, genellikle teşhislerim doğru çıkar, insanları rahatlatırım, tahlillerini okuyup yorumlayabilirim. 

Evet, 4. günü de tamamladık. Dünkü sorunun cevabındaki ironiyi anlamamış bir takipçi demeyeceğim, zira takipçilerim beni iyi kötü tanımıştır, sıradan bir okuyucu bana bir yorum yazmış adsız olarak ve "Üff ne pis bir ego" demiş. Birazdan egomu kuru temizlemeciye götüreceğim, bunu da buradan duyurayım da rahatlasın. Haydi kalın sağlıcakla...

19 Ocak 2017 Perşembe

ÇELINÇLI YAZI 3

Güneşli bir günden merhaba. Hava şıkır ve hafta sonundan beri ilk kez kendimi sokaklara atacağım yazıyı ekler eklemez. 

Üçüncü sorumuz nisbeten kolay ve fekat iddialı, şöyle efenim:

-Hayatın bir kitap/film olsa türü ve adı ne olurdu?

Vay vay vay, ben haddimi bilirim arkadaş, ben kim hayatım roman kim, ancak blog yazarım, günlük tutarınm. Ammaaa madem sormuşlar uzuun uzuun düşündüm (5 dakika kadar) kitap olmasına karar verdim. Film diye çok ısrar ederlerse bilim kurgu, fantastik istemem derim, bir de Türkan Şoray kanunları geçerli olsun pliiz derim :) Kitap olacaksa adı ne olsun, tabii ki "Leylak Dalı" olsun, bizim de kendimize göre bir şanımız var. Gelgelelim pek beyaz dizi ismi gibi oldu yav, ben dantellektüel bir kadınım, okuyucu seçerim, herkes de okumasın yani :) O zaman ne yapsak, ismin altına açıklama getirsek: "Leylak Dalı adıyla meşhur bloggerin felsefi ve psikolojik analizi". Öf süper oldu, araya anekdotlar da atarız, böyle aşure gibi ne idüğü belirsiz bir tür olur, her telden çalarız. Tuttum bu fikri, kapak da şöyle olsun:



Ben kesin Nobel falan alırım bununla, ay pek mutlu oldum, havaya girdim falan, gidip havamı alayım :))))

18 Ocak 2017 Çarşamba

ÇELINÇLI YAZI 2

Her sabah güneşli bir güne uyanma hayaliyle kalkıyorum yataktan ve daha yüzümü yıkamadan, gözlerim yarı açık, ayaklarımı sürüye sürüye mutfak balkonuna koşturuyorum. En net hava raporu oradan alınıyor çünkü. Bu sabah muradıma erdim, yerler hala gece yağan yağmurun izlerini taşıyor olsa da güneş ortalığı pırıldatmıştı. Güneşe göz kırpıp banyoya yönelirken burnuma sucuk kokusu doldu. Hemen başlamayın, "Ooo kahvaltın da hazırlanmış" diye, yok bizde sucuk mucuk, hazır kahvaltı falan. Bu tamamen "komşuda pişer, kokusu bize düşer" meselesi, bu eve taşındık taşınalı çözümsüz konulardan biri. Alt kat komşumuz ne pişirirse bizim evde kokar. Hatta en ilginci mutfaktan en uzak konumdaki yatak odasında en yoğun kokar, alt katın mutfağından bizim yatak odasına uzanan aromatik kanallar var sanırım :) Güneşle gelen keyfim sucuk kokusuyla biraz kaçsa da "kuyruk yağı da olabilirdi-ki oluyor-buna da şükür" diyerek sabah rutinine daldım. 

Balkonumuzun çınarı iyice çıplanmış, son yağmur ve fırtına inatla direnen son yapraklarını da savurmuş dört bir yana. 


Perdelerini sonuna kadar fora etmiş evlere dönmüş görüntüsü. Üst dallarından avizeler sarkıyor, ardından ise karla kaplanmış Beydağları görüş alanımıza girmiş. Kimi zaman tombul kumrular da göze çarpıyor çıplak dallar arasında ama kumrular çınardan ziyade bizim balkonu seviyor. Bilhassa da mutfak balkonunun kapısının tam üstünü. Bu yeni nesil bir garip, öncekiler bulduğu çukur zemine yuva yapar yumurtlardı, bunlar tepelerde geziyor. Klimanın üstüne göz diktiler bir ara, havalı naylonla doldurup engelledim. Şimdi dışa açılan balkon kapısının tepesine bayılıyorlar. Kumru gübresi işe yarasa zengin olurdum, kapıdan pislik kazımaktan gına geldi. 10 yıl kuş doğumevi hizmeti verdikten sonra yaşadığımız bitlenme olayından beri mümkün mertebe uzak tutmaya çalışıyorum kusura bakmasınlar, üç gün kaşındık evcek :)

Gelelim çelıncımıza, bugün 2. gün ve yine kazık bir soru:

-Kalbini kazanmanın 5 yolu:

Bu soruyu yazılı yoklamada sorsam öğrencinin biri parmak kaldırır ve "Hocam soruyu anlamadım, küsken mi kalbimiz kazanılacak yoksa normal zamanlarda mı?" diye sorabilirdi. Hoş benim öğrencilere adını sorsam yine "soruyu anlayamadım" diyen çıkardı ya :) Ben de Sonik Hanım'a sorsam dedim ama o da aynı şeyi kendine sormuştur muhtemelen, ne bilsin soruyu hazırlayanın ne amaçla sorduğunu. En iyisi iki şekilde de cevap vermek. 
Küsken kalbimi kazanmak diye bir şey yok, küstürmeyeceksin arkadaş. Ben kolay kolay küsmem, çok affedici, hoşgörülü ve manyakcasına empaticiyimdir. Çoğu kez kendime haksızlık ettiğimi bile bile kendimi suçlarım olup biten tatsızlıklarda ve sanırım insanlar da bunun farkında ki sürekli sitem yer, suistimal edilirim. O yüzden çok zor küserim ama küstüm mü de tam küserim. İlişkim sürer belki ama Cahit Külebi'nin dediği gibi "içimdeki şarkı biter". Yeniden bestelense de detone olur, rağbet görmez. 

Kalbimi kazanmanın amacı mutlu etmekse bak onlar çok kolay. Şu aşağıdakini bana getiren yalnız kalbimi kazanmakla kalmaz ciğeri, böbreği de feda ederim :)


Sadece bu değil, karşıdakinin beni düşünerek seçtiği, kişiye özel minicik bir hediye bile kalbimi kazanmanın en basit yoludur. Sevdiğim bir şeye rastlandığında, sevdiğim bir kitap okunduğunda, özel bir günümde "seni hatırladım" denmesi mutluluk kaynağıdır benim için. Bir de "harbi ol, canımı al" derler ya, içi-dışı bir, riyadan uzak, samimi, vicdan sahibi herkes için kalbimde daima suit bir oda mevcut, girsin sereserpe yerleşsin...

17 Ocak 2017 Salı

ÇELINÇLI YAZI

Sabah uyandığımda ayaklarım yorganın dışından bana "günaydın" demekte idiler biraz üşümüş olarak. Artık nasıl bir uyku uyuduysam yorganın boyu enine dönmüş, zavallı ayacıklarım soğuğa maruz kalmıştı. "Ayağını yorganına göre uzat Leylak, ayağını yorganına göre uzat" diyerek kazıdım kendimi yataktan. Bir süredir bedenim ruhuma direniyor, ruh "kalk" derken beden "yat" diyor, müdahale edip kafasına vurmak gerekiyor bedenin ruha uyum göstermesi için. Bu sefer spatula kullandım ve kazıdım kendimi yataktan. Bir yandan da "niye ayağımı yorgana göre uzatacağım yav, yorgan uzasa ya" diye söyleniyordum. Bir arkadaşım var, ne zaman bir dilek sözkonusu olsa ve ben "Aman Allah sağlık versin başka bir şey istemem" desem kızar, "Yav memur zihniyetiyle dileme, sen iste de vermezse vermesin" der güleriz. Yavaş yavaş akıllanıyorum galiba :)

Bloglardaki durgunluğu gidermek adına ara ara meydan okumalar yapıyoruz, takipçiler bilir. Sonik Hanım yeni bir tane başlattı, siz de katılmak isterseniz tıklayın Sonik Hanım yazan linki. 17 soru var ve uyumlu olsun diye ayın 17'sinde başlattık. Ben yaş ortalamasını yükseltme kontenjanından katılıyorum ama ilk soru biraz zor, çalışmadığım yerden gelmiş. Ne de olsa eski öğretmenim, bende mazeret bol, "Elektrikler kesikti, büyük büyük nenem öldü, sular akmıyordu, ben o gün sınıfta yoktum" desem, cık yemezler iyisi mi bir şeyler yazayım olsun bitsin :)

Çelınç 1:

-Beş sözcükle kendini anlat:

"Bana sözcükler yetmez ki" dermişim :)

1- Ruhu hâlâ 15 yaşında
2- Kitap Kurdu
3- Kendiyle dalga geçebilen
4- Hayır diyemeyen (ve bunun hayrını görmeyen, bir türlü akıllanmayan)
5- Ve galiba eğlenceli

Ayh utandım şimdi, insan kendini niteleyince övünmüş gibi oluyor, belki dıştan böyle görünmüyorum kendimi öyle sanıyorumdur. O zaman siz anlatın ben neyim :)

Kendime ne zamandır istediğim mühürü yaptırdım, hem de kendi tasarımımla. muhurce.com a sipariş verdim ve çok memnun kaldım, özenli çalışıyor, fikrinizi alıyor ve siparişinizi gecikmeden gönderiyorlar. Kendi tasarımınızı uygulatabildiğiniz gibi hazır tasarımlardan seçme şansınız da var, fiyatlar da benzer sitelere göre daha hesaplı:


İlk olarak şu anda okuduğum kitapta denedim. "Kasım Yağmuru" bana sevgili Macera Kitabım Özlem'in geleneksel yeni yıl hediyesi. Yazarın adına her baktığımda gülüyorum, öttür, düttür gibi bir şey :) Kitap güzel gidiyor ama, değişik bir yazım tarzı var ve ilk kez İzlandalı bir yazarın kitabını okuyorum. 

Antalya bu aralar yağışlı, eve kapandık kaldık, sevimsiz bir kış yaşıyoruz, her bakımdan. Kendimize küçük keyifler yaratmasak hayat çekilir gibi değil. Ben gidip kahve içeyim, sonra da öttürlü düttürlü kitabıma döneyim. Kalın sağlıcakla...

14 Ocak 2017 Cumartesi

CUMARTESİ CUMARTESİ

Sabahleyin sehpanın üstündeki vazoda duran ve yaklaşık bir aydır bizimle olan çiçekler dikkatimi çekti. Bunca zamandır inatla hayatta kalmak için direnmekteydiler. Suyunu döküp kendi halinde kurumaya bırakmak istedim ve vazoyu alıp mutfağa yöneldim. İçindeki suyu eviyeye boşaltırken aklıma geldi. Zihin garip bir şey, ne zaman, nereden, ne çıkaracağını bilemiyorsun. Henüz ilkokuldaydım, bir haftasonu babamın arkadaşını ziyarete gittik. Aynı zamanda hemşehrisiydi ve sanırım ilk kez gidiliyordu ev ziyaretine. Makbul bir semtte, yeni yapılmış bir apartmanın teras katında oturuyorlardı. Kapıyı eşi açtı, Fransız film yıldızları zerafetinde, şık ve soğuk görünüşlü bir kadındı, kelimeleri kırıp dökerek, duraklayarak, adeta zorla konuşuyordu. İçeriye buyur edildik, ev de en az eş kadar şıktı. Biz somyalı, yorgancı işi fitilli yastıkları ve örtüleri olan divanlarımızda oturur, mütevazı koltuklarımızı kırk yılda bir gelecek konuklar için misafir odasının kapalı kapısının ardında hapsederken bunların sürekli oturdukları yer gayet modern eşyalarla döşenmiş, bol pencereli, kocaman bir salondu. İçimden "bunlar çok zengin galiba" diye geçirmiştim. Babam çalıştığı yerin bahçesindeki onlarca ağaçta yetişen muhteşem leylaklardan hazırlayıp getirdiği koca bir demeti evin hanımına sundu. Demek ki mevsim bahardı. Kadın dudaklarının kenarında yarım bir gülümsemeyle teşekkür edip güzelim leylakları masanın üstündeki kristal vazoya öylesine koyuverdi, susuz olarak. Bir daha da ilgilenmedi. Bu olay ne annemin, ne babamın ilgisini çekti ya da farkına varmadılar. Varmış olsalar cin annem mutlaka dönüşte bunun lafını ederdi. Bense çocuk kafamla şu sonuca vardım: "Hımm, zenginler çiçekleri suya koymuyorlar, demek ki konulmaması lazım". Bir süre buna gerçekten inandım, çocuklar biraz salak oluyor galiba veya ben salak bir çocuktum. Eve gelen çiçekleri epey bir zaman susuz vazolara koyup iki günde boynunu büktürdükten sonra annem olaya uyandı. Yediğim sıkı azarın üstüne bunun zenginlere has bir tavır olmayıp kadının küstahlığından, değer bilmezliğinden kaynaklandığını çözebildim. Oysa ne güzel leylaklardı, hala gözümde tüter o bahçenin çift katlı, mis kokulu, beyazlı, morlu leylakları. Belki leylak sevgimin kaynağı o ağaçlardır. 

Öğleden sonra tiyatroya gittim. Evden son anda çıkabildiğim için mahalle durağındaki taksilerden birine bindim. Yol boyu aracın içindeki telsizden yükselen konuşmalarla ambale olmuş bir vaziyette indim taksiden. "Aaamet abi hastanenin önünde taksi yok", "Hasan abi falanca lise neredeydi?", "Zil çalıyor araç gönderin" sözcüklerini tekrarlayarak girdim tiyatronun kapısından. Bu sezon Belediye Tiyatrosu'na abone oldum adeta. İlk defa matine koydular, ben de bütün oyunlara sırayla gidiyorum. Şimdiye kadar kaçırdıklarıma da fena halde pişmanım, zira çok yetenekli oyuncu kadrosuna sahipler ve sergiledikleri oyunlar da çok güzel. Bugün Engin Alkan'ın yazıp yönettiği "Huysuz" adlı oyunu izledik. 3 saati aşkın süre nasıl geçti bilemedik.


Tiyatro çıkışı girdiğimiz pastanenin kendi imalatımız diye önümüze koyduğu salep lohusa şerbeti kadar şekerliydi, salep içmeye tövbe ettim açıkçası. 

Eve dönerken akşam için yemek olmadığı aklıma gelince mahallemizin pidecisine daldım. Eve götürmek için sipariş ettiğim pidelerin hazırlanmasını beklerken içeriye Karl Marx girdi. Bir zombi gibi ilerledi, ustaya pide malzemesi olup olmadığnı sordu. Yahu bu pideyi nereden biliyor, daha bunun zamanında Almanya'ya işçi göçü başlamamıştı derken pidecinin sahibi "İhsan abi naber yav?" deyince kendime geldim. Birebir kopyaydı yemin ederim, reenkarnasyona gel de inanma.

Çok etkinlikli geçmiş bu Cumartesi en iyisi ben gidip bir çay içeyim de kendime geleyim...

12 Ocak 2017 Perşembe

HATIRLADIKLARIM


Elime bir armut alıp izlemek istediğim filmin başına oturdum ama filme konsantre olamadım. Hemen hemen her armut yediğimde kulağıma mutlaka o ses çalınır: "Nayiiim armıt aldın mı?". Sonra devamı gelir, "Aldım aldım, hanım Fatmanıma armut getir". Annem armut dolu tabağı getirip Fatmanımın yanına koyar, Fatmanım bir yandan armudu soyarken bir yandan da mutlaka aynı repliği tekrar eder: "Pek severim armıdı". 

Bazı yiyeceklerin, bazı objelerin, bazı seslerin, şarkıların, kokuların bana birilerini anıştırmasını çok seviyorum. Bu anıştırma çoğu kez hüzünlü olsa da eninde sonunda yüzümde bir gülümsemenin çiçek açması da konuya dahil. "Armut" Fatmanım teyzedir mesela, ıhlayıp tıslayarak çıktığı merdivenlerin sonunda açtığımız kapıdan girerken "Yoruldum gıı" deyişi, her daim iki dirhem bir çekirdek giyinişi, şıklığı hatırlatıldığında "Ben genciken güzel giyinen yaşlılara pek özeniridim, şimdi de elimden geldiğince onlara benzemeye çalışıyorum" açıklaması, ilerlemiş yaşına, türlü çeşit hastalığına rağmen eliyle açtığı katmerleri önümüze koyuşu bir armutun daracık çeperleri içine sığabiliyor yerine göre. O başka bir aleme gitse de anıları bir armutla önümüze dökülüveriyor.

"Altın Damla" kokusu anneannemdir. Süslü şişelerin içindeki yoğun, altın renkli, İzmir kökenli sıvının ağır rayihasına meftundu anneannem. Kim İzmir'e gitse sipariş ederdi, küçük büfesinin vitrin kısmında-çoğunlukla Fuar'dan alınmış-birkaç şişe Altın Damla kolonyası bulunurdu. Elime bir bez tutuşturup beni ekşimiş suratımla toz alma işine mecbur ettiğinde vitrinin içindekileri boşaltırken sıkı sıkı tembih ederdi: "Aman ha, sakılarsakıl (bu onun dilinde sakın ha sakın demekti) Altın Damla'ları kırma". Ödüm kopardı zaten kırmaktan, anneannemin azarı bir yana o ağır kokuya şişedeyken bile tahammül edemezdim, değil ki yere dökülüp bütün odaya yayılsın. 


Görsel: Buradan

Annem "Revdor (Reve D'or)" kullanırdı mesela. Sanmam ki Fransa'dan gelsin, bu iş için ayrılmış süslü bir şişeyi bittikçe babamın eline tutuşturur, Eyüp Sabri Tuncer'in Ulus'taki (ne mutlu ki hala eski dekoruyla varlığını sürdüren) kolonya mağazasına, "içine esans da kattır" diye tembih ederek yollardı. Ucu pompalı cam galonlardan o süslü şişeye aktarılan sıvı çakma da olsa annemi mutlu ederdi. Daha da süslü, ucundaki incecik hortumla üzeri file kaplı bir pompaya bağlanan, boynu püsküllü bir şişesi daha vardı, belki de ilk "Reve D'or"u o şişeyle bir tanıdık tarafından çeyizine konmak üzere Fransa'dan getirilmişti. Pek beğenirdim, günün birinde benim olacağı düşleriyle oynarken kırmış olabilirim. Zira aklım erdiğinde ortadan yokolmuştu.



Annem hayatı boyunca şöyle bir hamakta sereserpe uzanıp altın rüyalar görmedi belki ama "Reve D'or" hem adı, hem kokusuyla ondan bize bir hatıra olarak kaldı. 

"Kız sen ne güzelsin sana gençler tapacaklar/Saklan güzelim kalbime saklan kapacaklar" şarkısını kim, ne zaman söylese, ben 60'lı yıllara, Cengiz Sokak'taki bahçe katı minik evimize, babamın incecik, gencecik, dalgalı kahkülleri kaşlarına düşen zamanlarına dönerim. Dilinden düşürmezdi bu şarkıyı, evin küçük odalarında, üç-beş ağacın gölgelediği minnak bahçesinde söyler gezerdi. Annem süslenir püslenir, ince topuklu pabuçlar giyer, anneannemin koluna girip Niğdeli hanımların kabul günlerine giderdi. Baba Teberiği Tayibanım, Kümsarın Meliha, Vıdıvıdıların Gülten, Pamuğun Sayime gibi üstlerine yapışmış lakapları olan bu hanımların evlerini gide gele bellemiştim. Her birinin kokusu hala burnumda. Tayibanımın torunları vardı yaşları yaşıma yakın. İskandinav kanı taşırmışcasına sağlıklı, ışıltılı, akça pakça bir güzellikleri vardı. Büyük yüz vermez, küçükse gününe göre gönül düşürürdü benimle oynamaya. İçimin gittiği üç boyutlu kitapları vardı, sayfaları çevirince Külkedisi gerçeğe dönüşüverirdi. Asla elime vermez, lütfederse uzaktan bakmama izin verirdi. İçimde ukde kalmıştır, bir kızım olsayda bu tarz kitaplara boğardım herhalde :) Kabul günlerine sürüklenmediğim zamanlarda evsahibinin yaşıtım kızlarıyla oynardım. Yaz mevsiminde bahçede geçerdi ömrümüz, pazar sabahları tepesine vurulmadan çalmayan siyah radyodan yayılan Zehra Eren tangoları dinleyerek kahvaltı ederdik. Tangolar bitince babam başlardı: "Saklan güzelim kalbime saklan kapacaklar".

Ne mutlu ki yaşadım bunları ve hep benimle olacaklar...

2 Ocak 2017 Pazartesi

YILIN İLK YAZISI VE ARALIK OKUMALARI

Sadece gülümsemek için bir sebepti, yoksa insanlar tarafından belirlenmiş bir takvim dönümünden ibaret olduğunu, bize bir saniye içinde mucizeler sunmayacağını biliyorduk. Ama bu kadar erken inmeseydi keşke tepemize tokmak. Gecenin neredeyse çoğunu TV bile açmadan arkadaşlarla sofra başında muhabbetle geçirdik, arkadaşımın kızının yaptığı bu pasta sofranın kraliçesiydi (üzerindeki ekstra süslemeler, baygın kardan adamla, tulumbacı kılıklı Noel Baba küçük oğlunun eseri ve arzusu 😀 👦)


2016 nın veda etmesine 3-5 dakika kala açtık TV'yi ve Tarkan eşliğinde içeri aldık 2017'yi. Tarkan'ı o da sever diye düşünmüştük, sevmedi. Konukları uğurlayıp etrafı toparlamış ve biraz dinlenmek için oturmuştum ki ekranın altında yazan "Son Dakika" ibaresiyle olanları az çok tahmin ettik, keşke yanılmış olsaydık. Olan bitenin verdiği acının yanısıra "Nereye gidiyoruz?" endişesi yorgunluğun bünyede harekete geçirdiği ağrılarla birleşip uyutmadı uzun süre, kısa ve tatsız bir uykunun ardından daha da tatsız bir güne açtım gözlerimi. Hava üşütücü, gündem daha üşütücü, kendim de parçalara bölünmüş ve yağsız kalmış teneke bir robot gibiydim. Oysa eskiden güneşli, ılık günlerde sahilde piknik yaparak geçirirdik 1 Ocağı, şimdiyse "Gül hazin, sümbül perişan, bağ-ı zarın şevki yok". Çocukluğuma dönmek, Seyran Sineması'na ışınlanıp "Hıçkırık" filminde Nalan'ı oynayan Hülya Koçyiğit'in dantelli mendiline tükürdüğü kana bakıp gözyaşı dökmek istiyorum, sadece filme, filmdeki ince hastalıklı kıza, gerçek ölülere değil :(

Neyse bu kadar iç dökümü yeter, gelelim Aralık okumalarına, pek verimli geçmedi ay, bazı kitaplar elimde süründü, bazılarını sevmedim derken 131 kitapla 2016 yılını noktaladım, darısı 2017'ye:


-Ayın ilk kitabı bir polisiye idi: "Konsey Cinayetleri". Korkunca altına kaçıran kahramanımız Metin Çakır yeni maceralar peşinde koştururken beni de epey eğlendirdi. Gerilimden ziyade eğlenceli polisiyeleri sevenler için ideal.


-Simon de Beauvoir'in "Sessiz Bir Ölüm"ü bu ayın en severek okuduğum kitabı oldu. Piyasada bulunmadığı için kardeşim pdf olarak yolladı. Hüzünle okudum, bana annemin hasta yattığı günleri ve ölümünü hatırlattı, yazarın kendi annesinin hastalığını ve ölümünü anlattığı satırlar. 


-"Taşlaşan Dünya" toplama kamplarında geçen, oradaki günlük yaşamı anlatan, insanların zamanla acıya bile alışabileceğini, hayatta kalmak için her şeyi yapabileceği gösterin bir kitaptı. İbretle, acıyla ve insanın insana yaptıklarına hayretle okudum. 


-Evet "Fare Evi" bir çocuk kitabı anladığınız gibi, bana çocuk kitaplarını çok seven 2Balık'ın hediyesi. Büyük bir keyifle okudum. Kitabın en ilginç özelliği içindeki fotoğraflardaki dekora ait tüm eşyaların yazar tarafından üç boyutlu olarak yapılmış olması idi. Arada çocuk kitabı okumak lazım :)


-"Öğlen Kadını" elimde o kadar uzun süre süründü ki kitaptan alacağım zevkin ancak asgarisini alabildim, oysa bu yıl okuduğum kitaplar içinde en güzellerinden biriydi. Almanya'da geçen, geri dönüşlerle anlatılmış bir aile öyküsü, önerilir.


-Yılın son kitabı kendime yılbaşı hediyesi olarak aldığım "Lolly Willowes" oldu. Bir kadın öyküsü idi, Jane Austen kitapları tadında. Çok da sevdiğimi söyleyemeyeceğim. 

Yeni yılda yeni kitaplarda görüşmek üzere...