.

.
.

27 Şubat 2015 Cuma

ÖZETLE


Oscar beni yormuş galiba hafta başından beri tek satır yazmamışım, zaten yazacak fazla bir şey de yok:

-Antalya bu kış 10 yıllık yağmur stokunu tüketti, benim de içimi tüketti.
-Bugün güneş bulutlarla saklambaç oynuyor, şimdilik yağmur yok.
-Dün pazardan frezyalar (aslında burada frezyaya arpa çiçeği diyorlar) ve pazarcının bozuk parası çıkışmayınca bir demet de solmak üzere olan nergis aldım. Mis gibi kokuyorlar, bakınca seviniyorum. 
-Enginar tezgahları açılmış, bugün pişirerek siftah yaptım ve bahar geliyor diye mutlu oldum. 
-Bir aydır diyetteyim, bir kilo bile veremedim. İnatla direnen arasına beton dökülmüş hatta çelik konstruksüyonla güçlendirilmiş yağlarımı kutluyorum.
-Tayfun Pirselimoğlu'nun yönettiği, başrolünde Ercan Kesal'ın oynadığı "Ben O Değilim" isimli filmi izledim, hem yönetmeni, hem de Ercan Kesal'ı beğenmeme rağmen bu filmden çok sıkıldım.
-Antalya Devlet Tiyatrosu'nca sergilenen "Vahşi Batı" oyununu seyrettim, uzun zamandır sahneye konan ADT oyunları arasında en dişe dokunur olanıydı. 
-Hayatımın yazarı Isabel Allende'nin son kitabı "Cinayet Oyunu"nu okudum, polisiyeyi bile kendi üslubunca şahane yazmış yine, elleri dert görmesin. 
-Hazır hava açılmışken çarşıya çıkmam lazım, hepinize güzel bir hafta sonu diliyorum. Kalın sağlıcakla...

23 Şubat 2015 Pazartesi

VE BİR OSCAR DAHA GOES TO...

Aslında biraz kırgındım, geçen yıl beni kapılarda bırakıp ödül törenine almadıkları için. Arsızlığımla yan kapıdan girmiş, narçiçeği kostümlü, genç irisi Gabourey Sidibe'nin (bakınız bu yazı) eteğine yapışıp kırmızı halıda az biraz dolanmıştım. Oscar Komitesi geçen yıl bana karşı yaptıkları büyük saygısızlığın ve değer bilmezliğin farkına varmış olacak ki Digitürk aracılığıyla özel davetiye yolladı. Kendimi naza çekecektim esasen ama siz değerli takipçilerime olan saygımdan "eh hadi bari gideyim, şahsım için bir şey istiyorsam namerdim, her şey cânım okuyucularım için" diyerek hazırlanmaya başladım. Bu kez "C&A" höt kütürü olan gri eşofmanımı çektim ayağıma, üstüme nadide bir butikte örülmüş soluk mavi süveterimi geçirdim. Son anda yaka kenarında bir leke olduğunu farkettim ama ilgi çeksin diye özellikle yaptığımı düşünmeleri için değiştirmedim. Ayağıma kalın çoraplar ve pofuduk terlikler giydim, mazallah üşütürüm de programı kaçırıveririm diye tedbirli oldum. Zaten şakır şakır yağmur yağıyordu, bizim memlekette olsa çıngar çıkar, "yağmur yağdı, branda delindi, kafamıza su aktı" diye. Höt kötür, milyonluk tufaletlerini çekmiş artizler "gık" bile demediler kuaför elinden çıkmış saçlarına tepedeki deliklerden şıp şıp akan damlalara. Bu kez yanıma sefertasıyla yiyecek almadım, hem diyetteyim, hem de elbet "after party"ye beni de alırlar, marul, havuç, turp bir şeyler bulur atıştırır, açlığımı yatıştırırım diye.

Efendim kırmızı halıya adımımı atmamla beraber karşıma şu iki hatun çıktı:


Ben bir sevin, bir sevin; "Çarşı Çarşı, kara kartal, en büyük Beşiktaş" diye koştum yanlarına. Esasen Fenerbahçeli'yim ama "gurbette sıcak suyun faydası var" demişler, el memleketinde Beşiktaşlı da oluruz icabında. Ben öyle deliler gibi koşturunca kadınlar "Vat iz di matter looo?" diyerek kaçmaya başladılar, güvenlik falan girdi araya. Meğer Beşiktaşlı değillermiş. Oscar adayı artizlermiş bunlar Patrişya Arket'le, Rees Vittersıpon. Siyah-beyaz modacılarının seçimiymiş. Soldaki balık etli olanınkini çocukluk arkadaşı tasarlamış. Bence o bilmiyor ama tasarımcı kesin Beşiktaşlı. Lakin ürktüm öyle güvenlik müvenlik devreye girince bir kenara çekildim, dilimi yuttum seyretmeye başladım. Baktım siyahlar giymiş, cami yıkılmışsa da iskeleti sağlam ama kubbesi epey elden geçmiş bir sarışınla, kırmızılar giymiş bir afet-i devran sarmaş dolaş poz veriyorlar. Parmaklarımın ucunda yükselip "Kim ola ki bunlar?" diye bakınca tanıdım. Antonio abimizin yâr-ı âyali Melani ablamız ile Don Johnson'dan olma kerimesi Dakota hanım imiş. Melani ablamızın şakül hafiften kayık, botoks ve diğer estetikler nedeniyle harita suratlı benzerlerine dönmüş ama kızı Dakota kırmızı kostümüyle bir içim su idi.



Geçen yılki bolluğunun aksine bu sezonun tek hamilesi kemçik Keira Knightley'di. Tören başlayana kadar boş durmamış çiçek bahçesine benzeyen elbisesinin üstüne hatıra kabilinden kırmızı halıdaki ünlülerin imzalarını almıştı. "Ay em from Törki, bi imza da ben şeyetsem" diye yanaştım ama pek kötü bakınca sıvıştım hemen :)


Sağa sola bakınırken kenarcıkta çekingen çekingen duran temiz yüzlü bir oğlancıkla karısını gördüm. Oğlancağızın ya midesi ağrıyor, ya çişi gelmiş tuvaletini yolunu bilmiyor, eli karnında buruşup durur. Konukseverliğimizle ve yardımseverliğimizle nam salmış bir ırkın ahfadı olarak hemen koştum yanlarına, "Evladım, Rennie pastil ister misin, karnın mı ağrıyor, tuvaleti mi bulamadın?" dedim. Gülmeye devam etti, bu sefer İngilizce sordum: "Var senin ağrımak karın, WC, WC?". Aa terbiyesiz döndü arkasını yürüyüverdi, ben de o temiz yüzüne bakıp da efendi bişey sandıydım. Sonra birine sordum "bunun derdi ne?" diye, derdi yokmuş, Steven Hawking'miş o, yok ya pardon onu canlandıran oyuncuymuş, Edi mi, Büdü mü, öyle bi adı var. Zaten sonra Oscar'ı da ona verdiler temiz yüzüne aldanıp, bana sorsalar ne saygısız olduğunu söylerdim. 


Ben Edi'yle Büdü'yle uğraşırken kırmızı halı kalabalıklaştı, önümden çıplak denize girmiş de üstüne yosunlar yapışmış gibi biri geçti, pek şirindi, kimmiş diye sordum yanımdakine "Emma Stone" dedi, saçını kızıla boyatınca bilememişim. 


O da ne Nikol yengemiz ve şapşirik kocası düğün törenlerinden çıkıp buraya gelmişler. Hatta Nikol'e babası kırmızı kuşağını bile bağlamış. Çantamda çeyrek altın arandım ama bulamadım, biraz buruşmuş bir yüz lira çıktı, "Allah mesut etsin" deyip iğneledim dekoltesine. 


Derken önümden bir garip kıyafetli dilber geçti. Baloncuklarını patlatmayı pek sevdiğim havalı naylondan mı dikilmiş bilemedim. Poposundaki o bolluk otururken rahat etsin diye mi konmuş, içine minder mi dikmişler onu da bilemedim. Bildiğim bu Marion afetinin "2 Gün 1 Gece" filmindeki salaş kıyafetleriyle çok daha güzel ve doğal göründüğüydü.


Gözüme çarpan bir başka beyazlı geçen yıl kölelikten azat ettiğimiz Oscar'lı Lupita kızımızdı. Hacca ve Umre'ye giden her tanıdığına ısmarladığı incilerle bir fistan diktirmiş, giyinip gelmişti. 


Baktım Oscar heykelinin yanında yeşil renkli bir başka heykel daha var, bu neymiş ki diye yanına gidip dürttüm, heykel değil canlıymış. Skarlet kızımızmış meğersem. O nasıl bir şeydi yahu, Amazon mu desem, Valkyr mi desem, bu kadınsa biz neyiz mi desem, kısacası ne desem bilemedim. Skarlet'i size havale ediyorum.


Heykeller bitmemiş meğersem, bu defaki pembeydi. Omuzundaki aile boyu güle rağmen Givenet bacımız bence gecenin en asil, en zarif kadınıydı. 


Feliçiti kızımızla Jeylo yengemiz gecenin seyyar çadırları olarak salındılar kırmızı halıda.


Terzileri vaktinde yetiştiremediği için isimlerini bilemediğim bu iki arkadaştan birincisi salonun perdesine, ikincisi de mutfaktaki küp örtüsüne sarınıp gelmişlerdi. İnsana ev sıcaklığı hissettiriyorlardı.


Baktım Adriyan Bırodi geliyor pek sevindim. Kendisini oğluma benzetirim, hemen yanına koştum omuzunu tıpışlayıp "Maşallah" dedim, "Allah zihin açıklığı versin evladım" diyerek uğurladım salona.


Soldaki hanım ablamız Julyan filmde Alzheimer oluyordu evlerden ırak, pek üzülmüştüm ama neyse ki yorulduğuna değdi, Oscar'ı kucakladı götürdü evine. Sağdaki Rozmund hanım ablamız da adaydı ama öyle cadıydı ki filmde "oh olsun" dedim ödül alamayınca :)


Orkestra şefi J.K. abimize de bir selam çakmak istedim ama korktum yanaşamadım, pek sertti zira filmde.


Birdenbire kronik aday, ezeli ve ebedi hayranı olduğum kraliçem Meril'imi görüverdim. Takıldım peşine, yanına oturdum, başımı omzuna yasladım, "Sen her sene aday ol, gönlümüzün kraliçesisin" dedim, hüngürdedim.

Sonra efendim sabahlara kadar uykusuz kah güldük, kah sıkıldık, ödüller alındı verildi, benim Beşiktaşlı sandığım ablalardan biri de ödül aldı, alkışlarken Kara Kartal diye bağırdım ben yine de. Törenden sonra After Party'ye gidip yiyip içtik, derken ben müsaade istedim. Ben salondan ayrılırken Leydi Gaga bulaşıkları yıkamak için mutfağa gidiyordu:


Seneye görüşmek üzere efendim...

19 Şubat 2015 Perşembe

TERCÜME-İ HAL



Koyup zarfın içine, üstünü acıyla pulladım
Sana bir sevinçlik menevişli kuş yolladım

Son kuşlarımdı bunlar, dedim telef olmasın
Geçti artık göğsümde bir kuş barınmaz anladım

Esti rüzgar bozuk bozuk, örselendi yüreğim
Eksik gedik ne varsa ezberden tamamladım

Bende sönen şavkıması sürsün diye yaşamın
Bu kuşları senin için gözlerimde sakladım

Kim sürmüş Altıok Metin dünyanın sefasını
Kirletilmiş bir zamanı yürürken adım adım

Metin Altıok


17 Şubat 2015 Salı

UÇMADAN-KAÇMADAN


Görsel: Buradan

Dün hem yürüyüş hem de alışveriş yapmak üzere dışarı çıktım. Niyetim oturma odası için artık eskiyen halının yerine yeni bir halı almaktı. Bir süredir yaptığım gözlemler sonucu halı piyasasının son derece çirkin modellerden oluştuğunu farketmiş ve aklımdaki modeli bulabileceğimden emin olmayarak sıkıntıyla yola düşmüştüm. Yol üstü denk geldiğim tüm halı mağazalarına girip çıkmaya başladım. Aklımın kalacağı, hoşuma gidecek tek bir model göremedim. Baktıklarıma göre nisbeten daha büyük ve kapsamlı bir mağazaya "inşallah burada bir şeyler çıkar" duygusuyla girdiğimde beni "buyur gızım" diyerek yaşlı bir amca karşıladı. Bana "gızım" dediğine göre yaşını hesabedin. Açık renkli, modern görünümlü, fazla deseni olmayan bir halı istediğimi söylediğimde bir tabure ikram edip oturmamı söyledi. "Yok ayakta da bakabilirim" deyince kızdı, "otuu işte, gatılok veecem" dedi. Korktum, pıstım, "oturiiiim bari" dedim. Oturdum, "gatılok" geldi kucağıma kondu. Tesadüf daha önce internette bakıp bir modelini beğendiğim markanın kataloguydu. Sayfaları hızlı hızlı çevirip beğendiğim modeli aramaya başlamıştım ki kızdı: "Ağır ağır bak bakem, göömeden geçiveriyon". "Yok aradığım bir model var, ona bakıyorum" derken buldum istediğim sayfayı. "İşte bu, var mı bu modelden?" diye sorunca yine kızdı. "Bunun neyini beeeniyonuz bilmen, anlameyonuz halıdan, onu alceeene hordaki modellerden birini al, bak sen beni dinle pişman olmazsın" diye söylenmeye başladı. Yahu halı almaya mı geldik azar işitmeye mi anlamadım. "Benim zevkime bu uygun getirtebilirseniz bakayım, yoksa gideyim" deyince, "du o zaman bakeem, ben bi tilifon çekeem bayiye vaaa mıymış". Telefona doğru yürürken içeri kendi yaşlarında bir teyze girdi "selamünaleyküm" diyerek ve oradaki kilimlerden birinin fiyatını sordu. Amcam teyzemle muhabbete başladı, benim tilifonu unuttu. Teyzem amcaya "Nerelisin?" diye sordu "Ispartalıyım" cevabını alınca "ben de Buldurluyum" dedi. "Aa ben Buldur'da otuudum, sen içinden min?" minvalinde muhabbet uzayınca ben usulcacık sıyrıldım aradan, caydım halıdan da, bayiye edilecek tilifondan da.

Bunca sohbetin üzerine baktığım birkaç mağazada da istediğim gibi bir şey bulamayınca artık vazgeçmek üzereydim ki tam da evin yakınında daha önce farkına bile varmadığım bir halıcıda aradığım gibi bir halıyı buluverdim. Beş dakikalık bir inceleme ve bir dakikalık pazarlık sonrası halı eşimin omzunda eve doğru yola koyulmuştu bile. Ben alışverişin hızlı, zahmetsiz ve kafama uygun olanını severim :)

14 Şubat 2015 Cumartesi

ÖYKÜ ŞALANJJJ'I :)


Daha dün en vahşilerinden birini duyduğumuz kötülükler, sevgisizlikler gitgide ülkeyi ve dünyayı sararken ben ruh sağlığımı ancak sanata ve edebiyata sığınarak koruyabiliyorum. O yüzden bugün benim için "Öykü Günü". Sevginiz ve sevdikleriniz her gün sizinle olsun, hep hayatınızın içinde olsun ama gelin bugün Ferminanım kardeşimin deyimiyle bir "şalanjjj" başlatalım. En sevdiğiniz öykünün ilk paragrafını paylaşalım blogumuzda (tabii abartmamak kaydıyla, 3 sayfalık ilk paragraflar da olabiliyor :) Ben artık "Edirne'nin Köprüleri" ile bıktırdığımı düşündüğüm için bir başka sevdiğim öyküyü, Pınar Kür'den "Bitmiş Zamana Dair"in ilk paragrafını paylaşacağım:

"Ahmet de ölmüş. Bir 'açık artırma' ilanından öğrendim bunu. Bir sızı döndü dolandı yüreğimde. Ahmet değil, tüm o ölümler dizisi değil, içimde birden canlanan bütün bir yaşamaydı o sızıyı salan, biliyorum. Bütün bir yaşama... Oysa o yaşama Nebile Hanım'ın ölümüyle sona ermemiş miydi zaten? Geride kalanlar, Pertev Bey, Beyhan Hanım, Enise abla, o yaşamanın ne kadarını sürdürebilmişlerdi birer birer ölüp gitmeden önce? Şimdi de Ahmet, ellisine varmadan. Varabilseydi ellisine, hatta yüz yaşına, haberim bile olmayacaktı belki-ya da kesinlikle. Bitmişti o yaşama. Çoktan."

Akışı Olmayan Sular/Pınar Kür
Can Yay./1986, 3.bası

Hadi, ne duruyorsunuz, gidip çekin raftan en sevdiğiniz öykünün olduğu kitabı, yazmasanız bile bir kere daha okuyun, ruhunuz güzelleşsin...

13 Şubat 2015 Cuma

ANILAAAAAR...


"Hatıralar kocamış dimağların koltuk değnekleridir" diye okumuştum bir zamanlar bir yerlerde. Kendimi henüz kocamış hissetmesem de sıkıldığımda, bunaldığımda hatıraları koltuk değneği olarak kullandığım doğrudur. Çocukluğumu ve ilk gençliğimi geçirdiğim semtin bir grubu var sosyal paylaşım sitelerinden birinde, hayli aktif bir grup, bu aralar insanlar anılarını paylaşıyorlar, çok da güzel oluyor. O vesileyle ben de eğlenceli bir anımı yazmıştım, daha kapsamlı olarak buraya da yazayım dedim, belki yüzlerde bir gülümsemeye neden olur.

Yaşı bana yakın olanlar belki hatırlar, çocukluğumda "Sangam" adında bir Hint filmi gişe rekorları kırmış, haftalarca vizyondan kalkmamış, şarkıları dillere pelesenk olmuş, insanlar akın akın filmi izlemeye koşmuştu. Diğer oyuncular kimdi bilmiyorum ama ana rollerden birinde artık olgunluk çağını yaşayan ve babamın sürekli "Avare" filmini anarak aile içinde bile gündemde tuttuğu ünlü Hintli aktör Raj Kapoor oynuyordu.


Türkçe'ye "Arkadaşımın Aşkı" adıyla çevrilmişti ve ben de vizyona girdiği ilk hafta izlemeye giden bir komşumuzun peşine takılarak Ankara'nın o zaman için en klas sinemalarından biri olan Gölbaşı Sineması'nda seyretme şansını yakalamıştım. İlkokulun ilk sınıflarındaydım, sonradan "üç film birarada" türü seks filmleriyle itibarını yitirip ayağa düşecek Gölbaşı sinemasına ilk gelişimdi. Hem sinemanın havası, hem de filmin renkli, canlı, yer yer eğlenceli, yer yer hüzünlü havası, hareketli şarkıları çok hoşuma gitmişti. Hatırladığım kadarıyla aynı kadına aşık iki arkadaşı anlatan klasik bir konusu vardı ama tüm Hint filmleri gibi rengarenkti, damardan giriyordu, o yüzden çok ilgi çekmişti. Uzun zaman şarkılarının Türkçeleştirilmiş sözlerini söyleyip gezmiştim evin içinde, hala da bazılarını hatırlarım:

"Buudaya buudaya butamildeya
Peçemi biraz açsam ihtiyar kızar
Sözde çiçek yerine getirir karnıbahar"  

ya da

"Ne olur vazgeç arkadaşımdaaaan 
Öleceğim inan senin aşkındaaaan
Kimin aşkı olursan ol sanma sevemeeeeeeem
Sonu ölüm olsa bile asla dönemeeem
Bir tarafta arkadaşım bir tarafta seeeen
İki ateş arasında halimi görseeeen"

Evdekileri şarkılarımla hem bıktırıp hem film hakkında epey meraklandırdıktan sonra bulunduğumuz semtin açık hava sinemasında gösterime girdi film. Başta anneannem olmak üzere hemen niyet ettik tabi izlemeye. Ben geri kalır mıyım, bayıla bayıla bir kere daha izlerdim. Öyle de oldu, hep birlikte gittik arka tarafında sinema perdesine bakan bir dizi ev olan ve çay-kahve eşliğinde balkonlarında beleş film seyreden sahiplerine imrendiğim Akın Sineması'na. Filmin başlamasına az kala anneannemden "Ayy!" diye bir çığlık, ardından da peşpeşe beddualar geldi: "Yaha ciğerine ateş düşsün e mi, kahrolasıca, koca sinemada bula bula beni mi buldun? Kafam kırıldı, kim attı o taşı". Ne olduğunu çok geçmeden anladık. Yarı karanlıkta arka taraftaki evlerden ya da duvar üstünden atılan bir taş onca insanın içinde gelip anneannemin kafasını bulmuştu. Normal şartlarda bile canı çok kıymetli olan annannem adeta başına bomba düşmüş kadar patırtı kopardıktan sonra güç bela sakinleştirildi, o esnada oynamaya başlayan filmi izlemeye devam etti ama olan bana oldu. Film arası verilir verilmez anneannem kendi sığamayacağı için beni bir taş daha atarlar da kafama gelir korkusuyla oturduğum tahta sandalyenin altına soktu. On dakika boyunca orada büzülüp oturdum, ancak ikinci yarı başlayınca çıkmama izin verildi :)

Eve dönerken ben yine filmin şarkılarını söylüyordum, anneannemse taşı atana söylenmeye devam ediyordu. Meraklısı için aşağıda filmin en meşhur şarkılarından biri var:



12 Şubat 2015 Perşembe

.....



Bugün bir cami avlusunda toplandık uzun zamandır birbirini görmeyen arkadaşlar olarak. Kiminin saçı ağarmış, kimininki dökülmüş, kiminin göbeği haşmetlenmiş, kimi aksine zayıflayıp iğne ipliğe dönmüş, geçen yıllar yüzlere izlerini bırakmış. Başka bir sebeple biraraya gelsek o göbeklere bir fiske vurup "göbek mi, bebek mi?" diye sorabilir, zayıflayanlara "mankenliğe mi başladın?" diyebilir, çoluğu çocuğu sorgulayıp kahkahalarla görüşülmeyen günlerin acısını çıkarabilirdik ama cami avlusu buluşmaları ne yazık ki tatsız nedenlerle oluyor. En aşağı yirmi yıl birlikte çalıştığımız bir arkadaşımızı toprağa verdik bugün. Cenaze namazını beklerken insan geçmişe doğru bir yolculuk yapıyor. İkinci kat koridorunun sonundaki yer yetersizliği nedeniyle camla kapatılıp odaya dönüştürülen bölümündeki yerinde siyah takım elbisesi ile gözümün önüne geldi, koridorlarda kolunun altındaki dosyalar hızlı hızlı yürüyüşleri, öğretmenler kurulundaki konuşmaları, birlikte gidilen okul gecelerindeki kahkahaları, adeta okulda büyüyen oğluyla halı sahada yaptığı maçlar ve daha pek çok anı. Ne diyeyim nur içinde yat arkadaşım ve dilerim bir dahaki buluşma yüz güldüren bir sebeple olsun...


9 Şubat 2015 Pazartesi

AVAZ AVAZ





İki sokak ötedeki camiden "mahallemiz sakinlerinden falanca" için okunan sela yükselirken, gökte kara bulutlar safları sıklaştırırken, Müzeyyen sesini arkada bırakıp giderken, elime kitap diye "Abim Deniz"i almışken, az sonra eskiden bize kadayıf dolmaları pişiren şimdi yatağa mahkum bir kadını ziyarete gidecekken, okuduğun her haber ruhunu kasvete boğarken yine de "şarkı söylemek lazım  avaz avaz". Leylaklar dökülmesin, güller ağlamasın...



8 Şubat 2015 Pazar

TİYATRO NASIL İZLENİR, ESKİ ÖĞRENCİLER, MÜZEYYEN SENAR...

Görsel: Buradan

Dün akşam ilçe-mahallelerden birinin belediye tiyatrosunun Haldun Taner'den sergilediği "Gözlerimi Kaparım Vazifemi yaparım" isimli oyununu izlemeye gittik. Çok profesyonel bir sunum olmasa da iyi niyetle kotarılmış bir çalışmaydı, göze batan bir aksaklık, bir yetersizlik olmadı, oyun sonunda da oyuncuların emeklerini alkışla ödüllendirdik.  İlk kez gittiğim, yeni yapılmış bir kültür merkeziydi. Anfi şeklindeki geniş, ferah salonu, büyük sahnesi, yeterli koltuk aralıklarıyla adet yerini bulsun diye inşa edilmiş pek çok benzerinden daha güzeldi. Gelgelelim aynı şeyleri izleyiciler için söylemek ne mümkün. Oyun ücretsizdi, biraz da bu nedenle gerçek tiyatroseverlerden ziyade vakit geçirmek için gelenler çoğunluktaydı. Mebzul miktarda çocuk vardı, hem de ellerinde atıştırmalık gofretleri, cipsleri ve krakerleri ile. Oyun başlamadan önce telefonların kapatılması, flaşlı fotoğraf çekilmemesi, çocukların ailelerce kontrol altında tutulması anonsu yapıldı ki ben bu anonslardan çok utanıyorum. Tiyatro ve konser izlemeye gelen insanların bunları uyarılmadan yapması gerekir sanki. Neyse oyun başladı, başladı başlamasına da ne fısıltılar kesildi, ne kıpırtılar. Sahnenin köşesinde oyun için canlı müzik yapıyordu bir müzisyen. Daha ilk notaları çalarken alkışla tempo başladı, ardından ıslık. Bekledim "Buraya oturmaya mı geldiniz, sizi sahneye alalım" anonsunu, yurdum insanının ritm duygusuna hayranım, sonuçta içkili lokantalarda kapanışı 10. Yıl marşıyla yapıp göbek atabilen bir nesiliz. Çalan telefonları, fütursuzca yapılan konuşmaları, sahnenin önünde parkta dolaşır gibi dolaşan çocukları, analı oğullu hışırtılı poşetlerden çıkarılıp tıkırtıyla yenen krakerleri, "Babaaaa!" diye anıran, tiyatroya getirilme amacını anlamadığım el kadar bebeleri saymıyorum bile ama gecenin zirvesini yan taraf koltuklardan birinde oturan teyze yaptı. Muhtemelen tuvalete yolladığı torunuyla bağıra çağıra gerçekleştirdiği dialog tüm salonun ilgisini sahneden alıp kendine çevirdi. O kadar uzun sürdü ki oyuncuların oyunu durdurup ikaz etmelerini bekledim. Yıllar önce, Antalya Devlet Tiyatrosu'nun ilk açıldığı yıllarda "Mahur" isimli bir oyun izlemiştim. Ankara Devlet Tiyatrosu'nun turnesiydi, Maral Üner'in olağanüstü bir performansla  canlandırdığı tek kişilik bir oyundu. Oyun boyunca salonda dolaşan çocuklar, konuşmalar, yerli yersiz alkışlar kadıncağızın konsantrasyonunu ne kadar olumsuz etkilemiş olacak ki aniden oyunu kesip "Tiyatroda konuşulmaz, bir şey yenilip içilmez, ortalıkta dolaşılmaz" şeklinde bir uyarı yapmıştı. Hasılı sahnede oynanandan ziyade salonda olup biteni izlediğimiz bir etkinlikle geceyi sonlandırdık.

Dün günün en güzel olayı ise 32 yıl önce, çok genç bir öğretmenken mezun ettiğim öğrencilerimden bir grupla buluşmamdı. Güzel, güneşli bir havada çok güzel saatler geçirdik birlikte. Böyle zamanlarda seviniyorum öğretmen olduğuma işte :)

Ve bugünün tatsız haberi Müzeyyen Senar'ın ölümüydü. Yaşı ve son yıllardaki rahatsızlığı düşünülürse vakitli bir ölümdü denebilir ama o bambaşka bir kadındı, hayatı güzelleştirenlerden. Umarım gittiği yeri de güzelleştirir, şarkılarıyla yaşayacak, huzurla uyusun. Ondan dinlemeyi en çok sevdiğim şarkı da burada dursun; "Sofular haram demişler bu aşkın şarabına ya da bilinen adıyla Haydar Haydar"


6 Şubat 2015 Cuma

KİTAPLAR VE FİLMLER


Yukarıda gördüğünüz üç kitabı 10 gün içerisinde neredeyse arka arkaya okudum. Bu zamana kadar Jhumpa Lahiri adını ne duymuş, ne de tek bir kitabını okumuştum, geç bir buluşma oldu yani ama geç de olsa iyi oldu. Tavsiye üzerine okuduğum "Saçında Gün Işığı"nı o kadar beğendim ki kitap biter bitmez ilk işim yazarın diğer kitaplarını aramak oldu. Baskıları tükendiği için hiçbir kitap sitesinde bulamadım, imdadıma her zamanki gibi "Nadir Kitap" yetişti, siparişi verdikten üç gün sonra ikinci el "Adaş" ve "Dert Yorumcusu" elimdeydi. "Adaş"ı dün geceyarısı bitirdim, "Dert Yorumcusu"na ise öğleden sonra saçımı boyatmak için gittiğim kuaförde başladım, kitaba adını veren en uzun öyküyü boyama süresi dolana kadar bitirmiş, ilk öyküyü de yarılamıştım bile. 

Jhumpa bacımızla tanıştığımıza çok memnunum, en kısa zamanda yeni kitaplar yazmasını, yazılmışlarınsa Türkçeye tez elden çevrilmesini diliyorum. Sayesinde Hindistan'la o kadar içli dışlı oldum ki canım samosa, dal, biryani yemek, ipek bir sari giymek, alnımın ortasına kırmızı bir bindi yapmak, baharat kutularımı köri ve zerdeçalla doldurmak istiyorum. Üstelik daha Hintli polisiye yazarı Tarquin Hall'den 3 kitap okunmamışlar rafında sırasını bekliyor. Onlar da bitince Bengalce konuşmaya başlayabileceğimi umuyorum :)

Uzun lafın kısası dün gece bitirdiğim "Adaş"ı da çok beğendim, bazı bölümlerinden çok etkilendim. Hâl böyle olunca sabah ilk işim "The Namesake" adıyla çekilmiş olan filmini izlemek oldu. Açıkcası filmi kitap kadar sevip etkilenmedim. Daha ruhsuz geldi, "Gogol" rolünü canlandıran oyuncu o kadar çok Küçük Emrah'a benziyordu ki zaten konsantre olamadım. Kitapta bir parça da olsa sempati duyduğum "Mouşumi" den ise nefret ettim. "Aşima" ile "Aşoke"ye olan sevgimde bir değişiklik olmadı. Kısacası film sevilen romanların filmlerinin akibetine uğramıştı, kitabı okumadan izlesem belki daha çok beğenebilirdim. 


Yine de rengarenk sariler görüp kitapta tam çözemediğim bazı adetleri uygulamalı izlemek fena olmadı. Hindistan'da yaşamaya karar verirsem zorluk çekmeyeceğim demektir :)

Onca iştah açıcı Hint yemeğini okuduktan sonra akşam diyet tabağımdaki haşlanmış brokoli ve yoğurda talim etmek pek hoş olmayacak. Diyette değilseniz yemek yemenin tadını çıkarın diyor ve güzel bir hafta sonu diliyorum...

3 Şubat 2015 Salı

ORDAN BURDAN

Bugün tahminen 8 yıldan beri ilk kez bağlı bulunduğum aile hekiminin çalıştığı sağlık ocağına glukoz, kolesterol gibi bazı kan tetkikleri yaptırmak için uğradım. Daha önce netten araştırıp doktorun adını öğrenmiş, yaptırmak istediğim tetkikleri de garantili olsun diye kağıda yazmıştım. Vatandaşlık numaramı girdim, sıra numaramı öğrendim ve 2. kata yönlendirildim. İçerideki hastanın çıkmasını bekledim, sonra izin alıp geçtim muayene odasına ve bazı tetkikler yaptırmak istediğimi söyleyip yazdığım kağıdı uzattım. En sonda yazan tetkike bakıp "bu ney ki?" diye sordu doktor, evet doktor sordu. Ben ki söylerken yanlışlık yaparım diye daha önceki tetkik kağıdından aynen kopyalamıştım tahlilin ismini. Milyonda bir görülen bir hastalık tetkiki falan değildi istediğim, insülin tolerans testiydi alt tarafı. Söyleyince "hımmm" dedi, "bizde bu yok". Olmayınca bilmemesi mazeret sanırsam. "Sizde ne var, ondan alayım, bildiğiniz bir şey olsun ama" diyemedim tabii ki, "peki o kalsın madem" dedim. Sonra doktor bana kişisel bilgilerimle ilgili 5 soru sordu, 5 ini de üç kere tekrarlatttıktan sonra cevaplayabildim, zira konuşmuyor, fısıldıyordu. Bu kadar çok tekrarlattığım için kızmasın diye çıkarken neredeyse reverans yapacaktım. İnsülin tolerans testinin adını bilen ve işini düzgün yapan tüm doktorları tenzih ediyorum ama bu kadarına da pes diyorum. İki tüp kanımı sağlık ocağına bağışladıktan sonra uzun bir yürüyüşle yapmam gereken bazı alışverişler için bir AVM'ye doğru yola koyuldum, yol boyu duvar yazıları okuduğum için hiç sıkılmadım:




"Ben Nesrin'i Çoook Seviyorum"




Okurken okurken bir de baktım gelmişim :) Alışverişimi tamamlayıp sinemaya girmeye karar verdim, fragmanı ilgimi çeken "İçimdeki Ses"in saati uygundu, biletleri alıp bir arkadaşla yerleştik salona. 



Toplam 8 kişiydik, 2 si aşık çiftti, onlar ikili koltukta film dışı meşguliyetler geliştirdiler, biz filmi izledik. Gülünecek ne varsa fragmandaymış zaten, izlemeye gerek yokmuş. "Olsun evde pineklemekten iyidir" diyerek ayrıldık salondan. Üstüne de sade kahvelerimizi içtik, sefamız olsun, en kötü günümüz böyle olsun. Şimdi gidip bakayım kolesterolüm düşmüş mü :)