.

.
.

31 Ocak 2015 Cumartesi

ÖYLEYMİŞ




Bir yaş daha almışım, ben takvimlerin yalancısıyım...



28 Ocak 2015 Çarşamba

UMUDA DAİR BİR ŞEYLER


Bazen insan dünyanın bütün yükü üstüne binmiş gibi hissediyor ve böyle zamanda küçük sürprizler, beklenmedik bir-iki sözcük yüzünü güldürüveriyor. Sabah zil çaldığında kargo olduğunu tahmin ettim ama beklediğim değil sürpriz bir kargoydu. Aramızın iyi olduğu kargo şubesinin sempatik genç elemanı botlarını merdivene vura vura çıkıp geldi. 2-3 yıldır ağır paketleri o getirir bize, güleryüzlü, saygılı, bir o kadar da içten bir gençtir. Birkaç kez evde misafir varken ve haliyle kurabiye, börek, çikolata türü bir şeyler yapılmışken denk gelmişliği ve benim de teşekkür kabilinden paketleyip vermişliğim vardır. Bugün paketimi teslim ettiğinde aramızda şöyle bir diyalog oldu: "Leylak abla (uzun zamandır abla diye hitap eder :), merdivenden çıkarken ne düşündüm biliyor musunuz?" "Ne düşündün?" "Siz bir geldiğimde bana kurabiye ikram etmiştiniz" "Ah canım ya, keşke şimdi de olsaydı evde yine ederdim ikram ama bu aralar pek o tür şeyler yapmıyorum" "Yok abla, önemli olan kurabiye değil, beni düşünüp ikram etmeniz, ben hiç unutmuyorum bunu". Yav ağlayacaktım neredeyse. Cümle kurabiyeler köpeğin olsun senin diyemedim tabii ama gerçekten iyi geldi. Hâlâ küçük şeylerden mutlu olabilip aklının, kalbinin bir köşesine yerleştirebilen insanlar olması moralimi ve umudumu yükseltti. 

Gün güzel başlangıç yaptı, umarım arkası gelir. Şimdi çıkıp güneşli havadan istifade yürüyüş yapacağım, belki şu sırtında otlar yeşermiş kameran ve ekibini de ziyaret ederim.  Sürpriz yapanlarınız çok olsun...

21 Ocak 2015 Çarşamba

NE OLMUŞ, NE BİTMİŞ


Mutluluğun minicik şeylerde olduğuna inananlardan mısınız? Ben öyleyim; bazen bir gün batımı, bazen sahilde bulduğum renkli bir kabuk, bazen bir kitabın tek bir paragrafı, bazen komşunun kavruk oğlunun çöpten bulup sunduğu bir çiçek eskisi beni mutlu etmeye yeter. Hayat anlardan ve bu anların size sunduğu şeylerden ibaret değil midir zaten. Fotoğraftaki ayraç da böyle bir mutluluğa sebep oldu, bir sessiz takipcim bir gün sessizliğini bozup bana bir ayraç yollamak istediğini söyledi ve 2 gün önce posta kutuma bu güzellik düştü. Adıma yapılmış, el emeğiyle işlenmiş bu harika ayraç için ne kadar teşekkür etsem azdır, umarım bir yaz günü bir fincan kahvenin başında sohbet etmeyi gerçekleştirebiliriz Zehra hanım...

Havaların soğuk gitmesinden midir, güneşin nazlanıp kara bulutların arkasına saklanmasından mıdır enerjim düşük bu aralar, sanırım bünyeyi de etkiliyor ki bir süredir kuytu köşelere gizlenen vertigom dün sabah "ce!" diyerek önüme atladı. Kendisini pek iyi karşıladığımı söyleyemeyeceğim, pas vermedim, hatta kapıyı suratına çarpmak istedim ama baş edilecek bir yüzsüz değil, inatla daldı içeri. Gün boyu didiştik, büyük bir kısmını itekledim kapı dışarı, ayağını pervaza koydu direniyor ama ben onu defetmeyi bilirim :) Tam da Orhan Pambık'ın son kitabı "Kafamda Bir Tuhaflık"a başlamışken senkronize olsun diye de düşünmüş olabilir, "Kafamda Bir Tuhaflık"ı kafamda bir tuhaflıkla okuyayım istedi galiba. Yeni yılın 6. kitabı olarak başladım, henüz 50 sayfa okudum ama iyi gidecek sanki, severim zaten Orhan Pamuk kitaplarını. "Sessiz Ev" favorimdir, "Cevdet Bey ve Oğulları" da öyle. Esasen "Yeni Hayat" ve "Masumiyet Müzesi" dışında sevmediğim kitabı olmadı. "Masumiyet Müzesi"ni birkaç kez elimden fırlatma aşamalarına geldimse de bitirdim ama kavgadan çıkmış kadar yorulmuş ve sinirlenmiştim son sayfayı okuduğumda. Yazın müzeyi gezdim yine de, müze gezisi kitaptan keyifliydi.

Bu aralar Oscar Filmleri etkinliği yapıyorum, malum tören yaklaşıyor. Biliyorsunuz her sene kırmızı balmumlu davetiye yollanır şahsıma, hatırlarını kırmam giderim. O yüzden hazırlık yapmam gerekli. Gerçi geçen yıldan beri Digitürk'le yaptıkları anlaşma canımı biraz sıkıyor olsa da yine bir yol bulurum diye düşünmekteyim. 8 aday filmden "Selma" ve "American Sniper" dışındakileri izledim. Hepsini beğendim ama oyun kime diye sorarsanız "Whiplash" diyeceğim. Yabancı dildeki adaylardan şimdilik sadece "Ida"yı izleyebildim, diğerleri sırada. Bugün bilgisayarın babası sayılan Alan Turing ve Enigma şifresinin konu edildiği "The Imıtation Game"i seyrettim. Soyadını bir türlü aklımda tutamadığım için Benedict Cumpurlop dediğim erkek oyuncu ile çemçük ağızlı Keira başroldeydiler. Cumburlop rolünün hakkını vermiş, Keira'yı bir türlü sevemediğim için objektif olamayacağım. Yarın sırada "Selma" var, bakalım ne menem bir şeymiş. 

Dün akşam vertigo mertigo dinlemeyip yılın ilk sanatsal etkinliğine katıldım, Opera Sahnesi'nde "Kelebekleri Öldürmeyin" ve "Çeşmebaşı" balelerini izledim. Başdönmesi eşliğinde başdöndürücü bir dans gösterisiydi, çok beğendim. Sanat varolsun, emek verenler çok yaşasın. Birkaç fotoğraf görmek isterseniz blogun sağ yanındaki "Sayfalar" kısmında "2015 Etkinlikleri" linkini tıklayabilirsiniz.

Bu aralar böyle sevgili takipçiler, vertigom ve ben hepinize güzel ve sağlıklı günler dileriz...


16 Ocak 2015 Cuma

FİLM, KAHVE, TATLI, PASTA, FALAN VE DE FİLAN...

Günlerdir önce soğuk, sonra yağış olarak devam eden hava koşulları nedeniyle mahkum olduğum ev hapsimi dün sonlandırdım. Sabah uyanıp da güneşi görünce nasıl mutlu olduğumu tahmin edersiniz. Hemen kendime program yapıp o gün doğumgünü olan bir arkadaşımı aradım. Buluşup kahve içmeye, sonra da sinemaya gitmeye karar verdik. Kahvelerimize doğum günü nedeniyle birer dilim de pasta eşlik etti, ardından filmi izleyeceğimiz salona yollandık. Genelde komedi filmlerinden beklediğim verimi alamam, biraz zor bir insanımdır, kolay kolay güldürmez perdedeki espriler beni. O yüzden fragman hoşuma gitmiş olsa da film konusunda şüpheliydim, neyse ki film bitip salondan çıkarken şüphelerim yersiz çıkmış ve hayli eğlenmiş durumdaydım.


Masal dozu biraz abartılı kaçmış olsa da  eğlenceli 1-2 saat geçirmek isteyenlere tavsiye ederim. 

Dünden alıştım ya bugün de aynı güneşi bulurum hevesiyle bir uyandım ki yine yağmur yağmış. Söylene sokurdana kahvaltımı yapıp bir de film ("İda", yabancı dilde Oscar adayı bir film, cidden çok güzel, bunu daha çok tavsiye ederim) izledikten sonra bir gün önce sözleştiğim arkadaşla buluşmak üzere yola düştüm, şemsiyemle birlikte tabii ama neyse ki gerek kalmadı.


Esasen dışarıda oturup Beydağlarının ve falezlerin şahane manzarasını seyretmek isterdim ama üşüme riskini göze alamayıp içeri geçtik. Niyetimiz kahve içmekti ama birbirimizi ayartıp tatlı yemeye karar verdik, iyi ki de vermişiz. Paylaştığımız sıcak incir tatlısı son zamanlarda yediğim en lezzetli tatlıydı. Karamelize edilmiş kuru incirler sıcağa yakın bir ılıklıkta cevizlerle bezenmiş olarak, yanında kaymaklı dondurma ile geldi ve kocaman porsiyonu görünce "aa biz bunu bitirirsek şeker komasına gireriz" dememize rağmen tek bir lokma bırakmadık :) Üstüne içtiğimiz sade kahvelerde fincan kapatmadan fal baktık. Bu, bu, nedir buuu?


Benim yorumum, incir tatlısına çaktırmadan uzanan el oldu :)


Eh bunun ne olduğunu anlamak için de falcı olmaya gerek yok sanırsam :)

Yarın güneşli bir gün umudundayım, umarım yine hüsran olmaz. Hafta sonunuz güzel geçsin...


14 Ocak 2015 Çarşamba

ŞEMSİYEMİN UCU KÂRE


Evet, peşin söyleyeyim fotoğraf reklam amaçlı. Geçen yıl yaz başından, Ankara parklarının birinden. Gri gökyüzü ve yağmurdan o kadar bezdim ki içim açılsın-içiniz açılsın-diye ekledim. Bir haftadır evden çıkmadım, acınacak haldeyim. Fırtına dindi, lakin yağmur dinmedi, hababam yağıyor. Her yer gri, hiç Antalya'ya benzemiyor, sıkıldım ki nasıl. 

Sabah baktım yine şakırdıyor ortalık, balkon pervazına ıslak ekmek koydum kuşlar için. Az sonra toraman bir kumru ile minnak bir serçe gelip arkalarından kovalayan varmış gibi yemeye başladılar. Onlar soluksuz tıkınırken bir başka kumru uçup geldi ve bir gaga attı ekmeklere, vay sen misin gelen, toraman kumru bir popo darbesiyle ikinciyi pervazdan aşağı itekleyiverdi. Garibim uçmayı son anda akıl etti, yoksa doğrudan çakılacaktı zemine. O arada aklıma çubuk krakerin paketinde kalan susamlar geldi, döktüm avcuma ve "yan masadan gönderdiler" diyerek serdim önlerine. Şefin spesiyalitesini görünce ekmeğe burun kıvırdı tabii hainler, hemen susama daldılar. Ben de kendime kahve yapıp dün izleyemediğim "Gone Girl" filmini izlemeye gittim. Günlerdir battaniyeler, klima ve elektrik sobası üçgeninde yaşayıp duruyoruz. Ruhuma daral geldi. Film biter bitmez ne bahasına olursa olsun çıkmaya karar verdim. Zaten evdeki peynir stoku da suyunu çekmişti, peynirsiz yaşayamayan bir insan evladı olduğum için acil durum söz konusuydu yani. Ayrıca kargo şubesine uğrayıp 2 gün önce ulaşan kitaplarımı almam gerekiyordu. Sıkı bir gerilim filmi olan ama çok da bayılmadığım "Gone Girl" bitince giyindim. Günlerdir üzerimde olan ve çıkardığımda kafası olmayan bir Leylak Dalı şeklini alan eşofmanlarımı kendilerine dönmeleri için katlayarak soğuk odaya bıraktım, nemden dolayı çimlenmişim, filizlerimi toplayıp bir saksıya diktim. Kendimden bir tane daha istiyorum, konsantre yapıp şişeleyeceğim, ihtiyaç halinde suya ıslayıp yardım amaçlı kullanacağım. Kısa süreli sokağa çıkmalarımın değişmez giysisi laci kadife pantlonumu (burada pantlon özellikle kullanılmıştır, pantolona pantlon diyen eski bir komşuyu anmak için, kendisi mandaline de mandlin derdi) çekip gökkuşağı renklerini taşıyan uzun saplı şemsiyemi de alarak attım kendimi sokağa. Yürümeyi unutmuşum desem yeridir, yağmur hafiflemişti, şemsiyemi açmadım. Kendisine "şemsiyemin ucu kâre/yok mu şu yağmura çare" türküsü eşliğinde ahenkli figürler yaptırarak ilerledim. Bu arada "Tatlı-Sert" dizisindeki Mrs. Peel ve  şemsiyeli Mr. Steed'i de hatırlamadım desem yalan olur (bu cümleden sonra yaş tahmini yapmak zinhar yasaktır). Kavgalı olduğum kargo şubesine ulaştığımda pek sitayişle karşılandım, paketim acilen bulunup teslim edildi ve "sizi tanıyoruz efendim" diyerek uzattığım kimlik geri çevrildi. Sanırım şikayetim sonuç vermiş, zira geçen akşam da berbat bir yağmurda, mesai bitmişken paketim özel olarak elime ulaştırılmıştı. Oh olsun :)
Hayatları boyunca hiç yaya olarak yürümediklerini tahmin ettiğim taşıt sürücülerinin havalara fışkırttığı çamurlu sulardan kaçmak için zigzaglar çizerek peynir alışverişlerimin cenneti markete ulaştım. Arpa ambarına düşmüş aç tavuk gibi saldırdım peynirlere ve kaç gündür yıldızın oğlu yaşlanmış Suna'nın saçma sapan reklamıyla canımı istettiği sucuktan da bir kangal kaptım, her daim denk gelmediğim güzel ekmeği de bulunca keyfim yerine geldi. Torununun diş dilgiti için buğday arayan bir hanıma bulabileceği dükkanı tarif ederek günlük iyilik kotamı da doldurup kasaya yöneldim, hesabı ödedim. Poşetlerimi yüklenip eve doğru doğru yola koyuldum, 50 metre kala "yeter bu kadar kıyak" diyerek yağmur başladı. Koşturup attım kendimi içeriye. Saksıya diktiğim çimlerimden minik bir leylak fidanı çıkmaya başlamıştı bile, eşofmanlarımla tekrar muhabbet geliştirip aldıklarımı yerleştirdim ve sergüzeştimi sizlerle paylaşmaya koyuldum. Ha bu arada, "Dido Black" pek lezzetli bir şeymiş...

13 Ocak 2015 Salı

YAĞMURRRRR


Dün başlayıp sürekli yağan yağmur gece fırtına eşliğinde şiddetini arttırdı ve hâlâ da yağmaya devam ediyor. Geceki rüzgar öyle böyle değildi, bir ara apartmanın kökünden havalanıp başka bir mahalleye konacağını bile düşündüm. Çatıya kimin istiflediğini tesbit edemediğimiz onlarca strafor levhanın fırtınanın musikisi eşliğinde gökte ahenkle dansedip sokağın dört bir yanına yayıldığını gördük sabah balkondan baktığımızda. Bir nevi suni kar misali. Gökyüzü grinin en koyu tonuna bürünmüş, pencereden bakınca yüzümü güldüren Beydağları saklambaç oynamaya niyetlenip bulutların arasına gizlenmiş, görünmüyor. Çınar ağacında kalan tek tük yaprak rüzgarın ve yağmurun kendilerini yere indirmesine inatla direniyorlar, çok sürmez onların da zemini boylaması. Hasılı tatsız, güneşle beslenen bünye hafif depresif durumda, en azından elektrikler kesilmedi buralarda, o da olsaydı hapı yutmuştuk. 

Hava koşulları eve hapsetti, sıkıntımı gidermek için ne yapacağımı şaşırdım. "Saçında Gün Işığı" bitti, Jhumpa Lahiri ile bu kadar geç tanıştığım için kendimi kınıyorum. Uzun zamandır okuduğum en doyurucu kitaplardan biriydi. Türkçe'de yayınlanın diğer kitaplarını almaya niyetlendim ama baskıları tükenmiş. İmdadıma Nadir Kitap yetişti, "Dert Yorumcusu" ve "Adaş" siparişimin 3. gününde elime ulaştı, okunma sıralarını bekliyorlar. 

Dün "Whiplash"ı izledim. Festival sırasında çok beğenilen bir film olmuştu ama ben saatini denk getirememiştim. Gerçekten güzelmiş, azmin zaferi denecek bir olay kurgulanmış, özellikle cazseverlere öneriyorum. 

Şimdi bir çanak mısır patlatıp bu kez "Gone Girl"i izlemeye gidiyorum, dileğim yağmurun en azından hafiflemesi. Kalın sağlıcakla...

8 Ocak 2015 Perşembe

ÜZÜNTÜ VE MUZ KABUĞU


Olup biten her şey için canım sıkılıp dururken aklıma geldi bu replik: "Üzüntü ve muz kabuğu". "Pepen'in Balonu" animasyonundaki maymun söylerdi galiba sık sık, geçmiş zaman tam hatırlayamıyorum. Üzüntülerimiz artık muz kabuğu kadar işe yaramaz hale geldi, çaresizce bakıp duruyoruz TV'ye, gazeteye, en çok da sosyal medyaya. İşin kötüsü muzun içinin bile eskisi kadar değeri yok ki kabuğunun olsun.

Memleketin dört bir yanına yoğun şekilde yağan karın Antalya'daki yansıması sıkı bir ayaz, uçuran bir rüzgar ve ancak kapalı bir mekanda pencereden girerse ısıtan bir güneş şeklinde oldu. Beydağları kardan şapkalarını giymişler, berrak havada en güzel pozlarını veriyorlar. Balkonuma uzanan ve üzerindeki kurumuş yaprakları bu zamana kadar inatla muhafaza eden çınar tamamen soyunmuş durumda. Kısacası Akdeniz ikliminin soğuk şaşkınlarıyız. Evlerdeki ısıtmadan çok soğutmaya yarayan klimalar dalga geçer gibi üflüyor tepemize ama pek işe yaradığı söylenemez. Eski İzocam reklamlarındaki gibi "Yak şu kaloriferi donuyoruuuuz" diye azarlayacak ne kapıcımız var ne de merkezi ısıtma sistemimiz. Bizim evler soğuğa değil sıcağa karşı muhafazalı. Kış boyu taş çatlasa 10-15 gün arz-ı endam eden bu soğuk havalar bizi iyice bir üşüttükten sonra nanik yapıp kaybolur, ne kadar etkili olduğuna ise Akdeniz ikliminde yaşamayanları inandırmak zordur. Salıdan beri aramızda konuk kendileri; klimamızla, epeydir uykuda olduğu odadan mecburen sürükleyip getirdiğimiz elektrik sobamızla, pencereden süzülen güneşle, battaniyelerimiz ve yün hırkalarımızla kendisine savaş açmış bulunuyoruz. Cephane olarak çay, kahve, ıhlamur, zencefilli-limonlu sıcak sular, sahlep gibi insanın hem içini hem avcunu ısıtan sıvılar kullanıyoruz. En güzeli evden hiç çıkmamak, güneş alan kanepeye yayılıp kitap okumaktı ama dün mecburiyetten çıkmış bulundum. Bulunmaz olaydım. Bir bankadan maaş çekip başka bir bankaya yatırmak, artık şekil almayan saçlarımı kestirmek ve boyatmak, 2 farklı kargo şubesine ulaşan paketlerimi almak ve zorunlu market alışverişlerimi yapmak durumundaydım ve daha fazla erteleyemezdim. Giyinip çıktığımda uzayda kapladığım hayli okkalı yere rağmen rüzgar beni beş metre kadar sürükledi, sonra uğraşmaya değer bulmadı sanırım ki kendi çabamla yürümeye devam ettim. İtiraz edebileceğim yaşa geldiğim andan beri başıma takmadığım berenin esasen ne kadar faideli bir eşya olduğu konusundaki hakkını teslim etmeme rağmen yine kullanıma sokmamıştım. Bu inadın geri dönüşü tepemde seyrelmeye başlayan saçlarımın arasından vuran ayazla kafa derimin buz kesmesi oldu. Yarı uçup yarı yürüyerek bankadan parayı çekip salimen diğerine yatırdım. Bu arada ufaktan ellerimi hissetmemeye başlamıştım. Kuaför salonunun kapısından girdiğimde suratımın tamamına botoks yapılmış gibiydi, güç bela kuaförüme dönüp kelimeleri zorla çıkararak: "Saçomo kostormok istoyorom" dedim. Kuaför beni kıpkırmızı olmuş burnumdan dolayı gecikmeli Noel Baba sandı ve yan taraftaki erkek berberini işaret etti :) Bu densizliğinin karşılığını hediyesiz kalarak ödedi ve özür mahiyetinde çok güzel bir kesim yaptı. O arada yüz kaslarım yumuşamış, normal telaffuza geçmiştim, "teşekkür ederim" diyerek ücretimi  ödedim ve uçuran rüzgara bağrımı vererek çıktım salondan. "Boya ne oldu?" diyeceksiniz ama ben öyle tek kuaför kullanacak kadar sıradan bir insan evladı mıyım, kesim farklı yerde, boya farklı yerde. Hatta fön de farklı yerde... dersem inanmayın :) İki kuaför arası iki farklı kargo şubesine uğrayıp paketlerimi aldım ve boya için diğer salona gittim. İçerisi sıcaktı, gevşedim, saçım boyanırken neredeyse uyuyacaktım. Boyanın bekleme süresi dolana kadar Hintli dedektif Vish Puri'nin maceralarını okudum, en heyecanlı yerindeyken yıkama setine davet edildim. Boyanmış ve fönlenmiş saçlarımın kuaförden çıkar çıkmaz her bir teli başka yöne uçtu. Son bir gayretle markete daldım, alışverişimi yapıp kendimi eve attığımda bir süre kim olduğumu hatırlayamadım. Cüzdanımdan nüfus kağıdımı çıkarıp ismime baktım, gözüm doğum tarihime ilişince moralim bozuldu. Gidip kendime bir kahve yaptım ve ayıldım. 

Şimdi kararsızım. Aynı rüzgar ve soğuk dışarda hükümranlığını sürdürüyor. Bugün semt pazarının kurulma günü. Dünkü üşümenin bünyede uyandırdığı kırıklık ve elma sirkeli, tuzlu suyla yıkayarak ötelemeye çalıştığım nezleye rağmen çıkıp pazara gitsem ve 2-3 demet nergis alıp koklayarak mutlu mu olsam, yoksa evde sıcak sıcak pineklemeye devam mı etsem, ne dersiniz?

5 Ocak 2015 Pazartesi

HAFTA SONU, HAFTA BAŞI VE YILIN İLK FİLMİ


2015'in ilk haftasını yarım da olsa geride bıraktık. Eski hamam eski tas gidiyoruz. Ev dışı ilk etkinliğimizi de dün yaptık. Hava kapalıydı, yağmur beklentisi vardı ama o kadar sıkılmıştım ki önce çantaya bir şemsiye, sonra da kendimi dışarı attım. Eski bir öğrencimizin mekanında hem onu görüp, hem çay içmeyi planlamıştık ama izin günüymüş. Biz de gidip turunç ağaçlarının altındaki kaldırım cafelerinden birine yerleştik ve kahve ısmarladık. Tesadüfen yoldan geçen bir arkadaşımız da bize katılınca kahveleri üçledik ve sonrasında çay içmek üzere onların evine yöneldik. Kime niyet kime kısmet buna denir. Çaylı sohbetli bir-iki saatten sonra arkadaşları da alıp niyet ettiğimiz üzere yemek yemeye gittik. Antalya usulü piyaz ve şiş köfteyle günü tamamladık. Evden çıkmadığım 5 günün acısını böylece çıkarıp ertesi günün planını bile yaptık. Niyetimiz aynı arkadaşla "Son Umut" filmine gitmekti. Son anda onun mazereti çıkınca ben eylemi tek başıma gerçekleştirdim. 

Öğlen bindiğim dolmuş doluydu, yaşı bana yakın bir kadın kalkıp yer verince reklam filmindeki gibi "Bana teyze teyze dedileeeeeer" diye bağıracaktım neredeyse ama neyseki açıklama "ben ineceğim, siz buyrun" olunca gönül rahatlığıyla yerleştim koltuğa :) Sinemanın olduğu AVM'nin önünde indim, üstgeçitin merdiveni arızalıydı, aralarına sigara izmaritleri dolmuş yüksek basamaklardan söylene söylene, güm güm atladım. Havada nereden geldiğini anlamadığım bir ızgara ciğer kokusu vardı, midem bulandı. İçeri girince karnımın acıktığını farkettim, yemek katındaki hiçbir şey hitap etmedi, Migros'a girip peynirli poğaça ve ayran aldım, film başlamadan bitirmek için boğula boğula yedim. Derken salonun kapısı açıldı, koltuğuma yerleşip arkama yaslandım, arızalıydı galiba neredeyse yatacaktım. Bir pazartesi gününe ve gündüz seansına göre oldukça kalabalıktı, önce 15 dakika reklam izledik, reklamdaki kadın benim dolmuşta yapamadığımı yapıp "Bana teyze teyze dedileeeeeer" diye zır zır bağrındı. Sonra film başladı.


Film hakkında ne düşünsem bilemedim. İlk başta "The Water Diviner" isminin "Son Umut" olarak çevrilmesini garipsedim. Sonra Ayşe rolündeki, "ben kesinlikle Türk değilim" diye bağıran oyuncuyu. Belki yabancı gözüyle izlesek daha iyi bulabilirdim ama yerli olarak gözüme batan epeyce ayrıntı oldu. İyi yönleri de vardı elbette, savaşa bakışı çok iyiydi, bir destan düzmemiş, olumsuz yönlerini güzel diyaloglarla ortaya koymuştu. Yılmaz Erdoğan'ın oyununu beğendim sonra, Cem Yılmaz'a gelince Cem Yılmaz'dı işte. Ne bir eksik, ne bir fazla. Kendini oynamış, Çanakkale Savaşı'na katılsa böyle şavaşırdı muhtemelen. Hele o "Av Mevsimi" filmindeki şarkılı sahneyi buraya da  "Hey Onbeşli" ile taşıması "niye kendini tekrarladı ki" diye düşündürtmedi değil. İstanbul'dan Afyon'a giderken yolun Fethiye Kayaköy'e düşmesi bana epey garip geldi ama yabancılar anlamaz nasılsa :) Sonuçta pek sevmedim ama izlediğime pişman da olmadım, merak edecektim zira. Tavsiye beklemeyin, istiyorsanız izleyin, izlemezseniz de pek bir şey kaçırmış sayılmazsınız.

1 Ocak 2015 Perşembe

1 OCAK



Gelecek, geliyor derken geldi bile 2015, hatta ilk günü yarıladık bile. Dışarda kurşun gibi bir hava ve şakır şakır yağmur var, pek keyifli bir ilk gün değil yani. Oysa bir zamanlar 1 Ocak'da sahile ya da koruluğa gidip piknik yapardık Antalya şehrinde.

Yeni yıla ilk kez 2 kişilik bir aile olarak evde tek başımıza girdik. Her zaman eşlikçimiz olarak ya arkadaşlar, ya çocuklar, ya eş-dost, akraba olurdu. Bu kez bir ilki denedik ve memnun kalmadık, yılbaşı gibi özel günler kalabalıkla güzelmiş. Yine de sülaleyi doyuracak kadar yemek hazırlayıp hevesle oturduk süslü püslü soframıza. Çorbadan sonra iştahım kesildi ama pek lezzetli olan kestaneli pilavımın aşkına yemeye devam ettim. Yarım aldığımız için tek bacaklı olan hindimizin budu ikimize yetti arttı bile. Yılbaşı 3 gün sürse yemek yapmaya gerek kalmayacaktı, kalanları dolaba nakledip ufak tefek mezelerle beyaz renkli sıvımızı yudumlamaya devam ettik. Fonda TV kanallarından birinde abuk subuk bir dizinin sulandırılmış şarkılarla bezenmiş Sibel Can soslu sözde yılbaşı programı vardı. Ege şivesi aşkına göz ucuyla izlemeye devam ettik. Skype'da çocuklarla halleştikten sonra ben mekan değiştirip bilgisayar başına konuşlandım ve eş dostla naklen yılbaşı muhabbetlerine giriştim. Bir ara feci uykum geldi, normalde geceyarılarına kadar yatmayan ben oracıkta sızıverecektim neredeyse. Gözkapaklarımı parmaklarımla açıp çay-kahve içerek geceyarısını bekledim. Yeni yıla girmeden önce Noel Ana şapkamı giyip kendimi havaya soktum. O arada 2015 gelivermiş bile, farkettiğimizde eski yıl geride kalmıştı. Bir yıl daha yaşlanmanın üstüne bir fincan kahve devirip Candy Crush Soda'nın bir türlü geçemediğim leveliyle cebelleştikten sonra daha fazla dayanamayıp bünyeyi uykuya teslim ettim. Hoş geldi 2015, huzur getirsin ülkeye ve dünyaya, sağlık getirsin.


Fotoğraf  salı akşamı gittiğim Opera Sahnesi'ndeki "Yeni Yıl Konseri"nden. Balerin kızımız "Kuğunun Ölümü" dansını yapıyor. Pek leziz bir konserdi. Şu anda da TV'den "Viyana Filarmoni Orkestrası"nın "Yeni Yıl Konseri"ni izliyorum. İzlerken de dünkü hindiden artanlarla sandviç yaptım şalgam suyu eşliğinde götürüyorum. Beyaz et olduğu için arada boğulma tehlikesi atlatıyorum ama şalgam suyu imdada yetişiyor. Viyana Filarmoni'den klasik konser izlerken şalgam suyu içmek pek konsepte uygun olmasa da ben uydurdum valla, nasılsa onlar görmüyor. Şu anda orkestra şefi garsonun getirdiği şampanyayı orkestra elemanlarına dağıttı, şerefe kadeh kaldırıyorlar, ben de ekrana karşı şalgam suyumu kaldırarak eşlik ettim. Konser bitince bulaşık makinesini boşaltmam ve ıslattığım fırın tepsisini yıkamam lazım. İnsan yılın ilk günü daha romantik eylemler bekliyor ama elimizdeki bu, yersek :)

Neyse ben sizlere bir kez daha mutlu yıllar dileyerek sahneden ayrılayım. İşim var, bis yapamayacağım, alkışlayan elleriniz dert görmesin (konserden sonra feci havaya girdim de :) ).