.

.
.

30 Mayıs 2014 Cuma

DÜNDEN BU YANA


-Hava çok sıcak ve aşırı nemli.
-Halletmem gereken bir iş için kilolarca ter döktüm.
-Üst geçidin yürüyen merdiveni yine bozuktu, mecburen tırmandım. Önümdeki adamın ayakkabısının altına sakız yapışmış, her adımda 20 santim sündü.
-Bindiğim otobüsün yolcu almak için durduğu durakta 3 farklı kişide aynı gri-siyah çizgili tişört vardı ve insanların birbiriyle alakası yoktu. Otobüs hareket edene kadar 4. çizgili tişört de gelirse işim rast gidecek dedim, geldi valla :)
-Manolyalar çiçek açmış.
-Denize tepeden bakan yeşillik bir mekanda iki arkadaşın doğum gününü kutladık. 


-Dönüşte pazara uğradım, tezgahlarda en çok kayısı ve kiraz vardı. 
-Günü şahane bir şarap içerek kapattık, arkadaşımın hediyesiydi, kendisine sevgiler yolluyorum.
-Hakan Bıçakcı'nin "Doğa Tarihi"ni okuyup bitirdim, hem de bir çırpıda. Bir edebiyat şaheseri sayılmasa da plaza kadınlarıyla ilgili harika gözlemler vardı ve çok akıcı bir dil kullanılmıştı. ilginç bir kitaptı, keyifle okudum.


-Üstüste okuduğum ve boşa vakit kaybı saydığım bir kaç kitaptan sonra elime Juli Zeh'in "Serbest Düşüş"ünü aldım. Henüz çok başlardayım ama daha önceki Juli Zeh okumalarıma güvenerek güzel olduğunu düşünüyorum. 


-5 saat boyunca sular kesildi, hazırlıksız yakalandığım için ne kadar cinim varsa gelip tepeme yuvalandılar.
-Sivrisinek sezonu açıldı, şu anda dışardan ilaçlama aracı geçiyor ama geçmiş olsun. Larvayken aşılanmadı mı hiç faydası olmuyor. 
-Ankara yolları ufukta göründü, ufaktan toparlanmaya başladım.
-Durum budur, kalın sağlıcakla...

28 Mayıs 2014 Çarşamba

TİYATRO FESTİVALİ BİTERKEN

Tiyatro Festivalini kendi çapımda bitirmişken dün ani bir kararla kapanış oyunu olan ve Slovenya Ulusal Drama Tiyatrosu tarafından sahnelenen "Ben Öldüğümde" isimli oyunu izlemeye gittim, ne kadar iyi etmişim.

Ernst Lubitsch'in yazdığı, Diego de Brea'nın yönettiği oyunda kadın rolleri dahil tüm karakterler erkekler tarafından canlandırılıyordu. Konuşma olmayan ve canlı piyano eşliğinde sahnelenen oyunda oyuncuların mimik ve beden dili kullanımlarına hayran oldum. Çok ilginç ve görülesi bir oyunmuş, kaçırmamakla isabet etmişim. Aşağıdaki fotoğraflar selam anından, unutulmaması için burada dursun:


 

26 Mayıs 2014 Pazartesi

YORGUN PAZARTESİ

Yeni haftanız güzel geçsin sevgili takipçilerim. Ben geçen haftayı öyle yoğun geçirmişim ki şu anda kendimi bir ton dayak yemiş gibi hissediyorum. Hele dün, yataktan adeta kazıyarak kaldırdım kendimi ve tüm günü dinlenmeye ayırdım. Tek yaptığım öğle-akşam karışımı yemek niyetine kısır hazırlamak ve film izlemek oldu.

Martina Gedeck'i gecikmeli olarak "Kapı" filmiyle tanımış ve sevmiştim. ardından "Lizbon'a Gece Treni"nde de izleyince filmografisini araştırdım ve sanırım Elektra'dan duyduğum "Die Wand/Duvar" filmini seçtim.


Küçük bir hafta sonu kaçamağı için dostlarıyla gittiği ıssız bir dağ evinden etrafına örülen görünmez duvarlar nedeniyle ayrılamayan ve hayatını tek başına sürdürmek zorunda kalan bir kadının doğayla ve kendisiyle savaşımı anlatılmış. Özellikle köpeğiyle gelişen ilişkisinin insanı duygulandırdığı film ilginç ve anlamlıydı. Benim açımdan izlenmeye değer bir film oldu.

Akşam ise Tiyatro Festivali kapsamında izleyeceğim son oyun olan "39 Basamak" için tiyatroya yollandım. Konya Devlet Tiyatrosu oyuncularının sahneleyeceği eser için açıkçası pek umutlu değildim, taşra tiyatroları son yıllarda bende hayal kırıklığı yaratmaktaydı ama oyun bitip salondan çıktığımda önyargımdan utanmış ve müthiş bir görsel doyum hissetmiş durumdaydım. 


Mizahi bir polisiye olan "39 Basamak"ın orijinalini Alfred Hitchcock ve John Buchan yazmış, Patrick Barlow oyunlaştırmış. Nafiz Sami Gürcüali'nin yönettiği oyun çok değişik bir şekilde sahneye uyarlanmıştı ve gerek esprilerin kalitesi, gerek doğaçlamalar, gerekse oyuncuların başarılı performansları bizi 2 saat boyunca gülmekten kırdı geçirdi.

Bir Tiyatro Festivali'ni kişisel olarak bu yapımla kapatmış oldum. Esasen akşam bir Polonya oyunu için de biletim var ama gidecek gücü kendimde bulamıyorum. Bu günü istirahat ve tembellik günü ilan ettim, kitap okuyup film izleyeceğim. Yeni festivallerde, sanatsal etkinliklerde buluşmak üzere diyor ve kaçıyorum...

25 Mayıs 2014 Pazar

ÇİÇEKLER, RENKLER VE SANAT

Oksijen delikleri açmaya devam ediyorum, bu seferkiler çiçekli-böcekli oldu biraz, iyi de oldu. Gözüm gönlüm şenlendi.

Antalya bir festivaller cenneti, gün geçmez ki yeni bir festival başlamasın. Bu seferki hem güzel kokulu, hem renkli, hem eğlenceliydi: Çiçek Festivali. Festival nedeniyle Cumhuriyet meydanı süslenmiş, rengarenk olmuştu:






Meydana kurulan standda çocuklar için taş boyama atölyesi kurulmuş, onlar da çiçek resimleri yapmışlar taşların üstüne.


Ayrılmadan dayanamayıp yine bir Antalya manzarası çektim on yüz milyon bininci kez :) Sonra farklı sokaklara sapıp kendi şehrimde turist olmaya karar verdim:


Duvarı saran mercan çalısı da doğal yoldan kendi çapında katılmış festivale :) El sallayıp Yivli Minare'ye doğru yürüdüm. Bunca yıldır içine girmediğim İmaret Medresesi'ne girdim, Yıkık Minare'yi, Atabey Armağan Medresesi'nin ayakta kalan kısımlarını inceledim, Yivli Minare'ye böcek bakışı (alttan yukarı doğru bakınca böcek bakışı olur sanırsam) baktım, turistmiş gibi yaptım. İyi oldu :)




Mesela Kalekapısı'nı bu açıdan hiç görmemişim ya da dikkat etmemişim, ne garip değil mi?


Böylece dolaşarak yapmam gereken birkaç alışveriş işini de tamamladım, dönüşte Çiçek Festivali'nin kortejine denk geldim:







Hediye edilen çiçek kolyemi ve karanfillerimi de alıp yorgun argın bu defa tiyatroya koşturdum. O akşamki gösteriyi çok merak ediyordum, merakıma değen, olağanüstü bir eser izledik. Çin  "Chengdu Chuanju Opera Topluluğu"nun "Arzu Denizi" isimli gösterisi Amerikalı yazar Eugene O'Neill'in "Karaağaçlar Altında" oyunundan geleneksel Çin operasına uyarlanmış. Geleneksel kostümleri ve makyajlarıyla 10 Çinli oyuncu şahane bir oyun izlettiler bize. Şarkılar, danslar, oyuncular hepsi harikaydı. Hakettikleri alkışı da aldılar zaten.





Eh bu kadar, daha ne olsun dediğinizi duyar gibi oluyorum. Haklısınız, bugün çok yorgunum, akşama kadar evde dinlenip film izleyeceğim. Akşam yine Tiyatro Festivali kapsamında Konya Devlet Tiyatrosu'ndan "39 Basamak" isimli oyunu izlemeye gideceğim. Sizlere de güzel bir Pazar günü diliyorum...

24 Mayıs 2014 Cumartesi

OKSİJEN DELİKLERİ

Ülke gündeminin ardarda gelen olayları bizi nefessiz bırakırken bu hengamede ruhumu ve bedenimi ayakta tutabilmek için kendime küçük oksijen delikleri açmaya çabalıyorum. Balkondaki çekirdekten yetiştirdiğimiz biber mesela, her sabah çıkıp okşuyorum yapraklarını, büyüyenlerini koparıp kahvaltıma yoldaş ediyorum.

 

Açıldığından beri uğramaya niyet edip bir türlü fırsat yaratamadığım evin hemen dibindeki "Kent Müzesi"ne gittim Perşembe günü "zamanıdır" diyerek. "Çağlar Boyu Antalya" sergisi vardı, önce onu gezdim:



Sonra kitap standından ne zamandır aklımda olan üç kitabı satın aldım: "Kentimiz, Kendimiz, Geçmişimiz", "Arşivden Günışığına Antalya" ve "Antalya Bitkileri". Yaşadığı şehri tanıması ve sahip çıkması gerek insanın.


İlk kitabı oturduğum cafede dondurma eşliğinde gözden geçirdikten sonra park içindeki Bülant Ecevit Kültür Merkezi'ne gidip geçen ayın sonunda "Sanat Festivali" nedeniyle açılan karma sergiyi gezdim:


Fatih Uzunç
 

Emel Mülayim
 

Zeynep İpek
 



Yoldaş Ataseven

(İsmini göremediğim eser sahiplerinin affına sığınarak)

Sergi sonrası eve uğrayıp bir şeyler atıştırdıktan sonra Tiyatro Festivali'nin 2. oyununu izlemek için Opera Sahnesi'ne koşturdum: "Rumuz Goncagül".


Oktay Arayıcı'nın bu ünlü eserini  Diyarbakır Devlet Tiyatrosu oyuncuları müzikal olarak sahneye uyarlamışlardı. Eğlenceli ve naif bir çalışma olmuş. Müzikal oluşu nedeniyle mikrofon kullanıldığı için ses sorunu yoktu.

Dün günün ikinci yarısı ütü eşliğinde film ya da film eşliğinde ütü ile geçti. Geçen yıl kitabını okuyup kendim için yılın en iyisi olarak kabul ettiğim "Lizbon'a Gece Treni"nin uzun zamandır sıra bekleyen filmini sonunda izledim. Tahminlerimin aksine perdeye çok iyi aktarılmış bir yapım olmuş, çok beğendim. Jeremy Irons'u zaten severdim, yanında Martina Gedeck de bonus olarak rol alınca tadından yenmedi.


Ve günü akşam Antalya Devlet Senfoni Orkestrası eşliğinde İtalyan gitarist Aniello Desiderio'dan "Rodrigo'nun Gitar Konçertosu"nu dinleyerek kapattım, şahane bir icra idi.


Görüldüğü gibi epey oksijen deliği açmışım, hatta kalbura çevirmişim de diyebiliriz :) Bu akşam ilginç bir gösteri izleyeceğim Tiyatro Festivali kapsamında. Çin "Chengdu Chuanju Opera Topluluğu"ndan "Arzu Denizi". Bakalım nasıl bir nefes üfleyecek bize...

22 Mayıs 2014 Perşembe

TİYATROYLA

Uzun zamandır ilk kez tüm günü etkinlikle geçirdim dün. Normal hayata bir şekilde geri dönmek gerekiyor, yoksa ruh sağlığımızdan olacağız. Takip ettiğim etkinlik bülteninde alışveriş merkezlerinden birinde "Çiçek Festivali" nedeniyle Japon ikebana sanatçısı Kaoruko Sugimoto'nun bir gösteri yapacağını duyunca uzak falan demedim, atladım otobüse gittim. Hep merak ettiğim bir şeydi ikebana, ne menem oluyormuş bir göreyim dedim.

Ben ulaştığımda Kaoruko hanım ilk düzenlemesini yapıp bitirmişti bile, bir köşeye iliştim ve ikinci düzenlemeyi izlemeye başladım.


Şimdi açık söylemek gerekirse biraz gülesim geldi, biraz da hayal kırıklığına uğradım. 3 çiçeğin sapını 3 dakikada kesip reveransla saksıya yerleştirme olayını-Japon geleneklerine hakaret etmek istemem haşa da-biraz zorlama buldum. O çiçekleri vazoya ben o şekilde yerleştirmeye kalksam annem "ne uyuşuksun" deyip elimden kaparak atardı suyun içine :) Şaka bir yana sanırım çok kompleks bir düzenleme yapmadı zaman darlığı nedeniyle ben de o nedenle hayal kırıklığına uğradım. Yukarıdaki ikebana geleneksel usulde olanmış, diğer modern düzenlemelerin bizim bildiğimiz çiçekçi düzenlemelerinden pek farkı yoktu. Aşağıdaki de Türk-Japon dostluğu adına yapıldı kırmızı-beyaz karanfillerle, bayrakların rengine atfen:


Gösteri bitip Kaoruko hanım selamını da verince ayrıldım oradan ve gelmişken biraz alışveriş yaptım. Akşam da "5. Antalya Tiyatro Festivali" kapsamında izleyeceğim ilk oyuna gittim.


Anton Çehov'un "Üç Kız Kardeş" isimli ünlü oyununu İstanbul Devlet Tiyatrosu oyuncularından izledik. Mehmet Birkiye'nin sahneye koyduğu oyunun salonun akustiğinden kaynaklandığını düşündüğüm en büyük kusuru sesti. Konuşmaların çoğunu anlamadık. Keşke bir yaka mikrofonu kullanılsaydı. Dekor ve özellikle giysiler iyi, oyunculuklar başarılıydı. Tek anlam veremediğim oyun içinde turna olarak sözü geçen ve metafor olan kuşların tavandan sarkan dekorda leylek olarak kullanılmasıydı.


Görsel: Buradan

Aksaklıklara rağmen içinde yaşadıkları taşra kasabasından sıkılıp Moskova'ya yerleşme hayalleri kuran üç kız kardeşin öyküsünün anlatıldığı oyun günlerdir kararan ruhumuza sanatın ışığını tuttu. Bugün sırada Diyarbakır Devlet Tiyatrosu'ndan "Rumuz Goncagül" var, haydi bakalım rastgele...

20 Mayıs 2014 Salı

KİTAPLA, SANATLA VE HAYATLA


Geçen hafta, hepimizin içinin yandığı o tatsız günlerde kendimi kitap okuyarak avuttum. "Annemle Konuşmalar"dı bunlardan biri, kendimi avutmak bir yana daha beter içimi yaktı. Hem bana annemin son günlerinde hastanede yaşadığımız anları hatırlattı, hem geçmişle yüzleştirdi hem de kadının her zamanki, her mevkideki ezilmişliğini bir kez daha yüzüme vurdu. Aşağıdaki satırlar kitaptan:

"Kadınlar suçluluk duygusuyla doğarlar ve yaşarlar. Yolunda gitmeyen her şeyden hep onlar sorumludur; yanan yemekten, sehpanın üstündeki tozdan, çocuğun otobüste ağlamasından, altına çiş kaçırmasından, kötü gelen karnesinden, kocaya kaçan kızından, serserilik eden oğlundan, yolda peşine takılan adamdan, dizinin üstüne çıkan eteğinden görünen bacaklarından, mutfakta hamarat yatakta şıllık olamamaktan, kocanın asık suratından, hovardalığından, içkisinden, eve giren üç kuruşu idare edememekten, yırtık faniladan, buruşuk gömlekten, kalabalıkta kalçasına yediği çimdikten, çorbanın soğukluğundan, çayın deminden, çocukların zayıf not almasından, kocanın yerli yersiz bağırmasından, evin içinde yitip giden huzurdan, babayla çocuklar arasında sağlam bir köprü olamamaktan, herkesin ruh halini ayrı ayrı anlayamamaktan, kendi ruhunu mutfağın unutulmuş bir kuytusuna iyice saklayamamaktan. Suçludur. Kimsenin hatırlatmasına gerek yoktur bunu, daha çocukken, hayatta yolunda gitmeyen her şeyi düzeltmeye ayar edilir kız çocuklar. Eteğini ört, fazla gülme, idare et, getiriver bir bardak su, ne olur ki, cevap verme..."

Hayatın acılarını sanatla örtmekten başka elimden bir şey gelmiyor bu aralar. Sanat ruhun dermanı, acıların şifası, yaşamın rengi benim için. O zaman Tiyatro Festivali başlasın:


19 Mayıs 2014 Pazartesi

HAFTALIK

Artık "güzel" demekte zorlandığım ülkem çok acı günler geçirmekte geçen haftadan bu yana. Tadımız tuzumuz kalmadı, bir umutsuzluk denizinde debelenmekteyiz. Gördüklerimiz, duyduklarımız, yaşadıklarımız hayretten hayrete sürüklerken giden yüzlerce canın acısı da yüreğimizi dağlamakta. Dileğim tez zamanda ülkece feraha ermemiz, hayatını kaybedenlere Tanrıdan rahmet, yakınlarına sabır dilemekten başka bir şey gelmiyor elden.

Bir haftadır kilitlendik adeta, gözümüz TV'de, Twitterde iyi bir haber almak için bekleştik durduk. Yine tek kurtarıcım kitaplar oldu, okudukça okudum. Kimi daha beter dağıttı, kimi bir gülümseme oturtabildi yüzüme. Şöhret Baltaş'ın "Annemle Konuşmalar"ını okudum bir çırpıda. Hasta yatağındaki annesinin başucunda geçmişiyle ve annesiyle hesaplaşmalarını kağıda dökmüş yazar. Hastane sahneleri o kadar tanıdık ki yazarla yer değiştirdim sanki okurken. Kısacası çok etkilendim, hüzünlendim, dağıldım. Ardından Yaprak Öz'ün bir polisiyesini aldım elime: "Berlinli Apartmanı". Sürükleyici ve eğlenceli bir öykü idi, daralan ruhuma iyi geldi. Alison Bechdel'in "Annem Sen misin?" isimli grafik romanı ise kolay okunabilir gibi gelmesine rağmen psikolojik ağırlıklı, oldukça sert bir kitaptı. 

Konusunu mutfaktan ve yemekten alan iki de film izledim. İlki Fransa cumhurbaşkanının aşçısı Hortense Laborie hakkındaki "Sarayın Tatları" isimli Fransız filmi, diğeri de yine Fransa'dan kaçıp Danimarka'lı püriten iki kızkardeşin yanına sığınmış Babette'nin piyangodan çıkan parayla püriten cemaatine çektiği ziyafeti konu alan bir yapımdı. Bu tarz filmleri sevdiğim için her ikisi de hoşuma gitti. 

Eklediğim fotoğrafları merkezi bir yerdeki binanın terasından çektim, Antalya'yı bu açıdan kuşbakışı ben de ilk kez gördüm diyebilirim. Biraz ruhunuzu hafifletir belki (tıklayıp büyütün lütfen):



 




Ve son olarak 19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramımız kutlu olsun...