.

.
.

30 Mayıs 2013 Perşembe

AĞACIN UTANDIĞI ÇIĞLIĞI ŞİİR FISILDAR*

 

Bir yaşındayken evimizi vuran korkunç sel baskınından annemle beraber bir atkestanesi ağacının dallarına sığınarak kurtarmıştık hayatımızı. O günden beri kardeşimmiş gibi bakarım atkestanesine ve tüm ağaçlara...


*AĞAÇLAR GAZELİ

inadına aşk, inadına özgürlük, inadına yaprak…
ağacın utandığı çığlığı şiir fısıldar
ne batıda ne doğuda tek yaprağını görmedim
kırgınım felsefeye yer vermemiş ağaca bir bilge olarak
şiirle ağacın köleri aynı: ya sabır ya aşk!
insanın hızla terkettiği anıların gölgesi olmak
yavaş git ruhum yetişemiyor sana, dedim, içimden
kopan yolcuya, dursaydı, ağaçların gözyaşını dinletecektim
ruhun sendeyse hâlâ bir ağaca emanet et onu
dünyaya yalnızca hayvanların ve ağaçların itirazı var
ey ağaçlarla konuşmadan insanlarla konuşmaya çalışanlar
Adilin ağaçlarını dinleyin, susmakmış o kayıp dil
zeytini dinledim beklemeyi öğrendim, akasyadan gitmeyi,
vuslatı ceviz ağacından, limonun dediği ayrılığı ve aşkı nardan
ağaçlar komşumuzun evidir, ruhumuz gülümsüyor avlusundan

Haydar ERGÜLEN

 

28 Mayıs 2013 Salı

SERGİLER GEZMEKLE BİTMEZ

Hazır Ankara'ya gelmişiz, sergi gezmeye başlamışız, eh eksik bırakmamak lazım değil mi? Bugün ilk olarak hem bir sergi gezdim, hem de çoğunuzun tanıdığı bir dostla, Mavianne ile buluştum. Onun da bir fotoğrafı ile yer aldığı Trabzon Vakfı Fotoğrafçılık Kulübü'nün sergisini birlikte gezdik.




Mavianne'nin sergide yer alan fotoğrafı





Ve sergide yer alan birkaç başka fotoğraf, sahiplerinin affına sığınarak, isimlerini okuyamadım çünkü...


Lalem, bunu da senin için eklemeden duramadım

Sergiyi gezip Mavianne'yle vedalaştıktan sonra bir başka sergiye, Behiç Ak'ın "Yazmaya Çizmeye Devam" sergisine gittim, karikatürler hayli düşündürücüydü, birkaç örnek aşağıda:





Tıklayın ki büyüsünler.  Yeni sergilerde görüşmek üzere...

26 Mayıs 2013 Pazar

SERGİLERE DEVAM

Ankara'ya geldiğimdenberi son hız bitmeden yakalamayı başardığım sergileri geziyorum. Dün sırada Cermodern'de açılmış olan Hale Karpuzcu'nun "İnsan Yavrusu" isimli sergisi vardı. Çocuğa dayatılan tek ve en büyük rolün "insan yavrusu olmak" temasının işlendiği sergi ile ilgili olarak sanatçı Hale Karpuzcu şöyle diyor: 

"Çocuk masal dünyası ile gerçek dünya arasında gidip gelir. İki dünya arasındaki bu gezinti hem keyiflidir hem de kendi istemediği anlarda gerçek tarafa geçmek zorunda kalan çocuğu zorlar. Bu durumlarda kimse onun çocuk olduğunu hatırlamaz. İşte o zaman bu küçük yavrucuk, 'İnsan yavrusu' değildir."

Her bir tablonun üzerimde ayrı ayrı üzerimde etki yaptığı sergiden birkaç tane de sizin için ekliyorum (tıklayıp büyütünüz lütfen):









Sergi bugün sona eriyor, ben kılpayı ucundan yakaladığım için mutluyum, zira Antalya'da iken açıldığını duyduğumda görmeyi çok istemiştim, denk geldi. Eğer Ankara'da yaşıyorsanız ve bugün müsaitseniz kapanmadan gidip bir görün derim. Cermodern'in atmosferi bile insanı keyiflendirmeye yetiyor zaten...

25 Mayıs 2013 Cumartesi

AYAĞIMIN TOZUYLA

Malum Çarşamba'dan beri Ankara'dayım, internet bağlantımsa bu sabah sağlanabildi. Ben de o internetsiz 2 güne temizlik, kitapçı ziyaretleri, sergi gezme ve alışveriş halleri sığdırdım. Sona ermeden yetiştim diye sevindiğim Çağdaş Sanatlar Merkezi'ndeki "Hisseli Harikalar Kumpanyası, Sıra Dışı Objeler" sergisinde ne yazık ki bir gün evvel toplandığı için fena hayal kırıklığı yaşadım. Tek görebildiğim hâlâ duvardan indirilmemiş kapı kulpları koleksiyonu oldu:



Hazır buraya kadar gelmişken diğer sergileri gezeyim bari dedim ve "Yüzler ve İzler" isimli Gülizar Kılıç'a ait bir resim sergisini, Türkan Saylan anısına düzenlenmiş 41 ressamın 41 eserinden oluşan "41" isimli sergiyi ve çok beğendiğim bir fotoğraf sergisini dolaştım, aşağıdaki fotoğraflar son sergiden:


Mehmet Serhat Gürsoy


Ali Haydar Ceylan


Melih Sular


Melih Sular


Harun Özkara


Sebahattin Özveren
(Lale bu senin için olsun)


Ali Mermertaş


Seyit Konyalı

Efendim sanatsal etkinlikleri tamamladıktan sonra Piraye Cafe'ye uğrayıp katalog karıştırarak bir kahve içmeyi haketmiştim sanırsam:


Ve sonra en keyifli saatler; merkez ve şube Dost Kitabevi, YKY Satış mağazası ve İş Bankası Kültür Yayınları Satış Mağazası'nda standlar arasında kendinden geçme halleri. Epeydir kitapçı gibi bir kitapçıya hasret kalmıştım. Sonuç olarak üç ayrı poşette bir sürü kitapla çıktım.

Dün Ankara'da rüzgarlı ve hayli alerjen bir hava vardı. Kızılay'da ben dahil herkes hapşurmaktaydı, sonra başkaları da teyit etti bu durumu. Zaten ağaçlardan yerlere dökülmüş çiçek petalleri ve tohum zarfları durumu belgeliyordu. Alışveriş için dolaşırken bir başka etkinliğe denk geldik, insan bedenini tuval gibi kullanarak resim yapan bir genci izledik Karanfil Sokak'ta, sonuç aşağıdaki gibiydi; bir Van Gogh denemesi:


Eh 3 güne bu kadar etkinlik ancak sığdı, devamı takip eden günlerde diyelim ve güzel bir hafta sonu dileyelim cümlemize...

Not: Fotoğrafları tıklayıp büyütürseniz tadına daha çok varırsınız...


24 Mayıs 2013 Cuma

YAZLIK SEZONU AÇARKEN ANIMSAMALAR

Üç gündür Ankara’da, 17 yaşımdan itibaren yaşamaya başladığım, evlenip başka bir şehre yerleştikten sonra sık sık gelip belirli süreler kaldığım, son birkaç yıldır da yazlarımı geçirdiğim evdeyim. Ev aynı, eşyalar aynı, komşuların çoğu aynı ama evin havası farklı; artık annem ve babam yok bu evde. O yüzden ilk günler hep biraz buruk geçiyor, ortama alışıncaya kadar anılar resmigeçit yapıyor gözlerimin önünde. Az önce de zaman tünelinde anılar arasında bir yolculuk yapıp geldim. Keşke dedim annem balkonda yeni açan ful çiçeğini gözleriyle severek dantelini örse, 4 yaşındaki kardeşim giriş katındaki bakkalın yan apartmandaki evine, 40 yaşındaki karısıyla evcilik oynamaya gitse, babam ceket cebine katlayıp koyduğu Cumhuriyet gazetesiyle mesai bitişinde eve gelse. Balkondan sepeti sallandırsak, Ahmet bakkal içindeki parayı alıp ekmek koysa, kimi zaman dükkâna insek, tadına baktığımız peyniri beğenmeyip kızdırsak, kıpkırmızı olsa suratı, ela gözlerini belertse, “git başka yerden al, gâvurun bebesi” dese. Bakkalın bitişiğindeki matbaanın giyotininin “güm güm” sesleri sakin saatlerde evi sarssa, arka bahçedeki cılız dutun verdiği üç-beş meyve yerlere dökülse, kömürlüğün nemli loşluğundan 3. kattaki dairemize teneke teneke kömür taşısak. Bitişik komşu Kifo kapı aralığından bir tabak baklava uzatsa, meraklı Hafizanım ayak sesimizi duyar duymaz göz deliğinden erketeye yatsa, yaşlı Eminanım dar akşamdan misafirliğe gelip sık sık saati sorsa, uyku vakti gelince “Saat on, yatağa kon” diyerek gitse.   Telefon etmeye yan apartmanın altındaki kebapçıya gitsem, sahibi Mehemmed emmi ben konuşurken çaktırmadan kulak kabartsa, üçüncü katta oturan ve tüm dairelerin sahibi olan varyemez ve pasaklı amcanın kırmızı saçlı, çilli ve pasaklı karbon kopya üç çocuğundan erkek ve en şapşal olanı pencerenin pervazına oturup çitlediği çekirdekleri yoldan geçenlerin kafasına atsa. Tek kanallı siyah beyaz TV’de “Uzay 1999”u, “Tatlı Cadı”yı, “Kaçak”ı izlesek. Bahar gelince şimdi otoparka dönüşmüş apartman bahçelerindeki leylaklar açsa, havayı koklayarak okul yoluna düşsem. Eski mahallede kalan arkadaşlarımın özlemine üniversiteli olmanın heyecanı karışsa. Her şey daha zor, daha ilkel ama daha güzel olsa, gelgelelim olmuyor işte, bir "Yeni Türkü" şarkısı söylemenin zamanıdır öyleyse: “Biz büyüdük ve kirlendi dünya…”

4 gündür internetsizdim, bu sabah yeni bağlantım sağlandı, "oh" dedim. Görüyorsunuz internet kafa dağıtan birşey, o olmayınca anılara fena dalıyor insan. Artık yaz sonuna kadar bloggeriniz sizlere Ankara'dan seslenecek ama Ankara yazılarına başlamadan önce okul çağında çocuğu olanlar için bir okul tanıtımı yapalım, gündelik hayata sonra geçeriz. Kitapsız, kahvesiz, okulsuz ve internetsiz kalmamanız dileğiyle...

 

Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği tarafından kurulan BÜMED Merak Eden Çocuk Anaokulu ve İlkokulu, Arnavutköy'den sonra şimdi de Çekmeköy'de ikinci şubesini açıyor. Eğitim dünyasına farklı bir bakış açısı getirmek üzere yola çıkan Merak Eden Çocuk Okulu, 150 yıllık geçmişi olan Boğaziçi Üniversitesi'nden aldığı kültürel ve bilimsel mirası, uzman eğitimcilerinin dinamizmiyle birleştiriyor. Okul merak eden, hayata olumlu bakan, öğrenme sürecinden keyif alan, kendine güvenen, mutlu bireyler yetiştirmeyi hedefliyor. Çekmeköy'deki ilkokulun anasınıfları ve 1. sınıfları için kayıtlar halen devam ediyor.

21 Mayıs 2013 Salı

VE YOLCULUK BİTER

Sabah biniyorum Marmaris'e giden minibüse. Kalkış saatini beklerken ilginç birşey oluyor. Datça'ya gelirken Zero'ya okuması için kendi kitaplarımdan 3 tanesini getirmiştim, aramızda bir çeşit kitap takas kardeşliği mevcut. 2 ilk baskı Ayla Kutlu ve bir Hasan Ali Toptaş romanından oluşan üç kitabı bazı ıvır zıvırla birlikte bir poşete koymuş ve oturduğum koltuğun üstündeki rafa yerleştirmiştim. Datça'ya vardığımızda minibüsten inerken poşeti unuttuğumu farketmiş ve diğer insanları bekletmemek için aceleyle çekip almıştım durduğu yerden. Kitapları vermek istediğimde sadece tek bir Ayla Kutlu kitabı çıktı poşetten, diğerleri sırrolmuştu. Neyse yazıhaneye telefon edip baktırdık ve bulduklarını, ertesi gün uğrayıp almamızı söylediler, sevindik. Lakin ertesi gün uğradığımızda elimize verilen sadece Hasan Ali Toptaş'ın romanıydı, başka birşey bulamadıklarını söylediler. Ben önemsemedim ama Zero üzüldü bana ait bir ilk baskının kaybolmasına. İşte dönüş için minibüsün hareket etmesine ramak kala şeytan dürttü, kalkıp üst rafa baktım. Tanrı sevindirmek istediği kuluna kitabını kaybettirip sonra tekrar buldururmuş hesabı benim "Kadın Destanı" rafın dibinde uyuklamaktaydı. Onca minibüsün içinde beni getirene denk gelmem ve son anda kitabı bulmam Datça'nın bana yaptığı veda kıyağı oldu. Kitabı Zero'ya teslim edip el sallayarak ayrıldım bu güzel kentten.

 

Marmaris'e geldiğimde Datça'ya giderken 2 tane bıraktığım liliumun üçlediğini gördüm. Eve dönmeden bana son bir kıyak da o yaptı sağolsun.  Gün boyu yarı güneşli yarı bulanık bir hava yaşandı Marmaris'te, neyse ki yağmur yağdırarak akşamki düğünün tadını kaçırmadı.


Cumartesi akşamı bu gezinin amaçlarından biri olan düğüne katılma zamanı gelmişti. Blog sayesinde tanıyıp sevdiğim, kızkardeş yerine koyduğum sevgili "Ness'in Kelebekleri"nin düğünü küçük çaplı bir blog toplantısına dönüştü desem yalan olmaz. Gelin hanımın ablası olan "Buğday Tanesi", blogumu ilk açtığımda takipçim olan ve zamanla tanışıp abla-kardeş konumuna geldiğimiz bir insandı, zaten kardeşini de onun sayesinde tanımıştım. Çok güzel bir gelin olmuştu Nesrin, dilerim ömür boyu sürer mutluluğu. Bu düğünün bir diğer güzel yanı ise yine blog aracılığıyla tanıştığım Sünter ve Ayci ile yüzyüze görüşebilme imkanını sağlaması oldu. Hep söylüyorum, bu blog karşıma  çoğunlukla şahane insanlar çıkardı, hayatımı zenginleştirdi, ne mutlu bana...

Düğünün ertesi sabahı Abbas yolcu halidir aşağıdaki görüntü:

 

Leylak rengi valizim ve ben yolculuğa hazırız. Çam havasından son bir nefes çekip otogara yollanıyoruz, vedalaşma ve otobüsteki yerime yerleşme derken ayrılıyoruz Marmaris'ten. Dalaman'a kadar yayıldığım iki kişilik koltuk orada doluyor ve yanıma kesintisiz konuşan bir kadın biniyor. Geri kalan 4 saat boyunca hayat hikayesinin detaylarını dinliyor ve tepe sersemi olarak iniyorum Antalya'ya. Hoşgeldim evime, ufukta Ankara'ya doğru görünen yeni bir yolculuk öncesi bir küçük ara bu...

Seyahat detaylarımı okumaya sabırla katlandığınız için teşekkürler ama okumasanız da yazacaktım açıkcası, burası benim not defterim :)
 

YOLCULUK 5

Datça'yla vedalaşmadan önceki son günümde rotamızı Ovabükü'ne çeviriyoruz ama önce Palamutbükü'nde bir mola:


Kuşbakışı bakıyoruz oyuncak gibi görünen kırmızı çatılı evlere, badem ve zeytin ağaçlarına, kıraç toprağındaki iki tek ağacın traş olmuş yüzdeki etbeni gibi durduğu gitar şeklindeki adaya. Pastoral bir tabloyu seyreder gibiyiz.



Aşağıya inince bir kahve içiyoruz sarı şemsiyeli plaja ve paslanmaya yüz tutmuş sandala karşı, sandalla aynı ismi taşıyan cafede.


 

Ovabüküne ulaşana kadar birbirinden güzel koylardan geçiyoruz.  Gelincikler tek tük de olsa apansız atılan gürültülü bir kahkaha gibi canlandırıyorlar görüntüyü.



Ovabükü görünüyor uzaktan, kuşbakışı bakıldığında kafasını kabuğundan çıkarmış meraklı bir kaplumbağaya benzerken yaklaştıkça dinozor görünümü alıyor ama korkutamaz bizi:)


Ortam son derece huzurlu, benekli bir köpekten başka kimse yok kumsalda. Masamıza yerleşiyor, dalgaların sesini dinleyerek bu ortama yakışan ne yenip ne içilirse gereğini yerine getiriyoruz. 


Lavaboya gittiğimde paçama birşey yapışıyor, el kadar bir kedi yavrusu. Orada çalışan işçiler "Abla annesiz bu, alıp götürsene yanında" diyorlar. Mavi gözleriyle öyle şirin ki ama biraz erken başlamış sigaraya, akşam olmadan paketi bitirip boşunu atmış baksanıza :)


Çok geç olmadan Ovabükü'nden ayrılıyor ve bir başka güzel koyun, Hayıtbükü'nün içinden geçerek Datça'ya geri dönüyoruz. Akşam inerken şiddetini arttırmış rüzgara aldırmadan uzun bir yürüyüşle vedalaşıyorum bu güzel şehirle:


 

Ertesi sabah ayrılıyorum Datça'dan  Marmaris'e doğru; cebimde anılar, yüreğimde güzel insanlar, belleğimde unutulmaz görüntülerle...

Bitmedi, ha gayret bir bölüm kaldı :)



YOLCULUK 4

 

Datça'da ikinci sabah ve denize karşı keyifli bir kahvaltıyla başlıyoruz güne. Güleryüzlü, incecik bir yeniyetme kız servis yapıyor masamıza. Kahvaltının mutlulukla ilişkisi olduğunu bir kez daha kanıtladıktan sonra kalkıyoruz  ve belirli aralıklarla fotoğraf molaları vererek Kargı Koyu'na doğru yola koyuluyoruz. 

 

Önce kuşların gözünden bakıyoruz Kargı'ya.

 

Sonra kendi gözümüzle bakıp manzaraya karşı bir de kahve yuvarlıyoruz. Denize karışan tatlı suda keyif yapan ördeklere bir selam çakıp Eski Datça'ya çeviriyoruz yönümüzü.

 

Begonviller taş duvarlardan sarkıtmışlar pembe saçlarını. Eski Datça tenha, henüz sezon tam anlamıyla açılmamış, dar sokaklara dalıp çıkan sadece biz varız.


Can Yücel sokağının girişi güllerle bezeli. "Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi" demiş şair, mezartaşında da öyle yazıyordu kırılmadan önce. Ailesi kırgın belli ki, evlerinin kapısına astıkları yazıda sitemlerini dile getirmişler haklı olarak.


Begonviller çıldırmış adeta, Hürriyet Abla'nın el sanatları dükkanının kapısını süsleyen oyalarla yarış halindeler.

 

Girdiğimiz her sokağa ilk kez görüyormuş gibi hayran kalıyoruz; Eski Datça şenlik yeri gibi, çiçekler, ağaçlar, yapraklar birbiriyle yarışa durmuş. Acıkan karnımızı doyurmak için hafif birşeyler arıyoruz, lakin sezon henüz açılmadığı için fazla seçenek yok. Can Baba'nın müdavimi olduğu kahveye gözleme bulmak ümidiyle giriyoruz, pek yüz veren olmuyor, bir başka yere bakıyoruz, in cin top oynuyor. Ümidimizi yitirmek üzereyken en güzel mekanı buluyoruz:


Alşıldığı üzere begonvillerle bezenmiş, birkaç basamak merdivenle inilen, gölgeli küçük bir cafeye giriyoruz: Ede Cafe. Güleryüzlü kadınların servis yaptığı sıcak ve sevimli bir yer burası. Tavsiye üzerine pırasalı ve kıymalı börek sipariş ediyoruz ve ev yapımı limonata. Börekler geldiğinde ikisini de pırasalı istemediğimize pişman oluyoruz, öylesine güzel çünkü. Çaylarımızı da içip ayrılıyoruz bu şirin mekandan.

Yorulduk belki ama balkonda kahve keyfi yapmadan gün bitmez değil mi? Devamı gelecek...