.

.
.

31 Ocak 2013 Perşembe

İYİ Kİ DOĞMUŞUM BEN...


Bugün benim doğum günüm. Adetim olduğu üzere yine kendime özel bir kitap hediye ettim: "Mutluluk Kitabı". Mutluluğun bir yaşam biçimi değil anlık birşey olduğunu öğreneli çok oldu. Önümde kalan yılları ardımda kalanlarla kıyasladığımda geridekilerin daha fazla olduğunun da farkındayım, her yıl doğum günüme özen göstermem de bu yüzden zaten. O gün benim hala yaşıyor olduğumu, birikmiş "mutlu an"lara başka "an"lar ilave edebileceğimi, yeni kitaplar okuyabileceğimi, yeni şarkılar dinleyebileceğimi, yeni filmler, yeni oyunlar izleyebileceğimi, yeni insanlar tanıyabileceğimi, yeni yerler görebileceğimi müjdeliyor. Berbat bir dünyadan, berbat bir gündemden küçük sevinçler çalabileceğimi söylüyor. Kocaman teşekkürler yolluyorum; gülünce derinleştikleri için göz kenarlarımdaki kaz ayaklarıma, kişisel tarihime şahitlik ettikleri için yüz çizgilerime, kalem kullanmaktan yamulan sağ işaret parmağıma, ağrısına rağmen beni taşıyıp gezdiren menüsküslü dizlerime, hâlâ yakını net görmemi sağlayıp okumamı kolaylaştıran miyop gözlerime, içindeki çocuğu hiç büyütmeyen ruhuma ve varlıkları için tüm sevdiklerime...

İyi ki doğmuşum ben; hayat çok zor olsa da yaşanacak güzel şeyler de varmış...

29 Ocak 2013 Salı

ŞİRİN'İN ÇİÇEKLERİ


Sabah kapı çaldı, baktım bu arkadaş. Kucağında bir demet çiçek mahcup mahcup gülümsüyor. "Hayrola" dedim. "Kutlu doğum şenliklerinizi çiçeklerimle başlatayım istedim" dedi. Buyur ettim, geldi kitaplığa yerleşti. O halde şimdiden başlasın şenlik :)

27 Ocak 2013 Pazar

BİTMEYEN YAĞMURLAR

Dünkü esip gürleyen, bardaktan boşanır gibi yağan, şimşeğin gökgürültüsünün yeri göğü inlettiği bir havadan sonra nisbeten sakin bir Pazar gününe açtık gözümüzü. Yine de aldanmamak gerekir, Beydağları bulutlardan görünmüyor, her an yeni bir sağnak başlayabilir. Antalya bu kış çok sulu.

Cumartesi sabahı ortalığı günlük güneşlik görünce sevinmiştim oysa. Bir hafta önceki yağış uyarısından dolayı biletlerini ertelettiğim "Othello" temsiline rahat rahat ve hatta yürüyerek gidebilecektim. Gel gör ki Antalya havası yapacağını yaptı ve oyunun başlamasına 1 saat kala adeta Nuh tufanı koptu. Bırak yürüyerek tiyatroya gitmek balkona çıkmak bile mümkün değildi. Çaresiz beraber gideceğim arkadaşları aradım ve "vazgeçelim" dedim. Aldığım cevap "Biz taksideyiz, gidiyoruz" oldu. Biletler internetten ayırtılmıştı, gişeden adımı söyleyerek almalarını ve ben gelemezsem girmelerini söyledim. 10 dakika kadar cam önünde gökten inen karmaşaya baktım, sonra giyindim ve 15 dakika içinde biraz sakinleşirse çıkmaya karar verdim. İlahlar sanatsever ruhuma acıdı ve o berbat yağış bir süreliğine tahammül edilebilir düzeye geldi. Ayakkabılarımı giyip şemsiyemi kaptım ve kendimi bir taksiye attım. Çok hafif bir ıslaklıkla tiyatro salonuna ulaşmayı başarmıştım.

 

 
Görseller: Buradan

Shakespeare'nin ünlü ve klasik oyunu "Othello", bir ingiliz yönetmen, Malcolm Keith Kay tarafından yorumlanmıştı ve Antalya sahnemizin oyuncuları da gayet başarılıydılar. Özellikle "Iago" rolündeki Sertel Uğur'un performansını çok beğendim. "Muhteşem Yüzyıl"da Sümbül Ağa olarak izlediğimiz Selim Bayraktar "Othello" rolünü üstlenmişti, Mağrıpli olmak yakışmıştı doğrusu. Kısacası çok fazla beklentim olmadan ve zor koşullarda gittiğim oyunun bitiminde "iyi ki gelmişim" dedim. Tek kusur oyunda abartılı boyutlarda kullanılan duman efektiydi. 2. sırada oturduğumuz için fena etkilendik, göz gözü görmez bir halde, burnumda mendille tiyatro izlemek çok hoş olmadı doğrusu. Yönetmen ne düşünerek bu kadar duman kullandı anlayamadım.

Gece geç saatlerde 7. sanata da biraz ilgi göstermem gerektiğini düşünerek Oscar adayı filmlerden birini, "Django Unchained/Zincirsiz"i izledim. 



"Zincirsiz" tipik bir Tarantino filmi, tek fark spagetti western türünde çekilmiş olması. Bol silah, bol ölüm, bol kan, bol intikam var. O kadar çok adam öldü ve ölürken o kadar çok kan fışkırttılar ki gerçek dışı ve komik geldi görüntüler gözüme. Amerikan İç Savaşı öncesi bir zenci kölenin kelle avcısı bir Alman doktorla işbirliği yaparak acımasız bir yöneticinin çiftliğinde köle olan karısını kurtarmaya çalışması konu ediliyor. Abartılı sahneler çoğunlukta olsa da oyuncuların becerisi ve Tarantino filmlerindeki o tuhaf hareketlilik filmi izlenir kılıyor. Jamie Foxx ve Christoph Waltz çok iyiydiler, C. Waltz zaten yardımcı erkek oyuncu Oscar adayı. Hiç sevmediğim Leonardo DiCaprio ise zaten ağzıyla kuş tutsa da bana yaranamaz :)

Hafta sonu böyle biter, yeni haftaya başlamadan önce derim ki "Kitaplık Kurdu"nu ve "Fincandaki Mucize"yi ihmal etmeyin, sonra küserler, karışmam :)

25 Ocak 2013 Cuma

KIRMIZI-BEYAZ


Ocak ayı tatsız geçiyor. Oysa son günü doğarak ucundan da olsa yakaladığım için pek sahiplenir, pek severim kendisini. Ama bu yıl hışım gibi indi üstümüze; ardarda ölüm haberleri, yangınlar, ülke gündeminden yansıyan sıkıntılar, ortalığı sele veren yağmurlar, bitmek bilmez kış hastalıkları bezdirdi doğrusu. "Lütfen artık yeter" diyor ve kendisine biraz çekidüzen vermesini rica ediyoruz.

Haftabaşından beri yerine getirilmesi zorunlu ziyaretler yaptım, kutlama ve taziye amaçlı. Biraz sonra da alt komşuya "Hoşgeldin"e gideceğiz. Kendimi annem gibi hissetmeye başladım; gözlüklerimi boynuma takıp dantelimi de yanıma alsam mı diye düşünmüyor değilim:)

İki ev gezmesi arasına hem "Altın Küre" ödüllü, hem Oscar adayı bir film sıkıştırarak entellektüalite düzeyimi de düşürmedim Allahtan:) "Operasyon: Argo"yu izledim. Pek tarzım olmasa da iyi bir filmdi. İran devrimi sırasında rehin alınan Amerikalıları kurtarmaya yönelik bir operasyonu konu alan filmi Ben Affleck yönetmiş ve baş rolünde oynamış. Sakal ve bıyığın aslında pek sevmediğim oyuncuya çok yakıştığını da söylemeden geçemeyeceğim. Filmin sürprizlerinden biri John Goodman'dı. Nedense hep Taş Devri'ndeki Fred'le hatırladığım oyuncu hem bu filmin, hem de yakın zamanda izlediğim "Uçuş" filminin gerilimine neşe katan karakterdi.


Bu haftanın ürünü yukarıdaki lavanta torbaları oldu. Bir yakınımızın nişanında anı olarak dağıtılması için hazırladım. Etiketlerini de ayarladım mı bitecek, mis gibi kokuyorlar ve pek şirin görünüyorlar. Umarım nişanlanacak çifte de uğur getirirler. 

Şimdi izninizle, malum kabul gününe gideceğim; gezmelik papuçlarım,  diz örtüm, omuz şalım, yakın gözlüğüm ve dantelim nerede? Çok geç kaldım, çok geç kaldım:)))

22 Ocak 2013 Salı

SABAH SÖYLENMELERİ


Sabahın seherinde kargo şirketinden gelen telefonla yalpalayan bünyeyi "sûz-i dilâra yürük semai" dinleterek sarstım ve kendine getirdim. "40 Makam 40 Anlam" CD'leri dönmekte bu aralar benim bilgisayarda, Hande sağolsun sayesinde keşfettim bu albümü. Şimdi de "Gülyüzlülerin şevkine gel nûş edelim mey" ile cila çekmekteyim. 

Telefon, yürük semai ve kahvaltı seansının ardından soğuk ve yağmur nedeniyle hareketsiz kalan kaslarımı açmak için giderek sayısını arttırmayı planladığım 100 adet pedal çevirme hareketi ve 10 adet mekik hareketi yaptım. Mekikte çok başarılıyım, el parmaklarım ayak parmaklarıma ulaşıyor maşallah, yakın zamanda burnumu dizlerime değdirmeyi de başarırsam Yıldırım Mayruk defilesinde podyuma çıkabilirim. Kaslarım benimle aynı fikirde mi akşam göreceğiz, yol-su-elektrik olarak olarak mı geri dönecek, ağrı-sızı-tutulma olarak mı bakalım ama durmak yok yola devam...

Yine gök yere yakınlaştı dışarıda, yağmur geldim geleceğim diyor. Benim güneş enerjisiyle çalışan bünyeme hiç yaramıyor bu hava ama el mahkum sokağa çıkılacak. Kalkıp hazırlanmalı, çantaya şemsiye atmalı ve yola düşmeli. Haydi bugünlük bu kadar, kalın sağlıcakla...

20 Ocak 2013 Pazar

YAĞMURDAN SONRA

Cuma ve Cumartesi günü-bilhassa Cuma-evlere şenlik bir yağış vardı Antalya'da. Uzun zamandır bu kadar delisini görmemiştik. Coştu, taştı, gürledi, çınladı, esti, savurdu gitti. Bir an 21 Aralığın 18 Ocağa devrettiğini, kıyametin kopacağını düşünmedim desem yalan olur. Öyle sulu 2 gündü ki kendimi ıslak pamuk altına yerleştirilmiş, çimlenmesi beklenen fasulye gibi hissettim. Sonra Antalya kendine yakışanı yaptı ve bu sabah pırıldak bir güne uyandık. Şehrimiz  bize özür niyetine koca bir demet güneş ışığı yollamıştı. Değerlendirmek gerek dedik ve arkadaşlarla sabah kahvaltısı için kendimizi park içi cafelerden birine attık. Kahvaltı bahane, manzara şahaneydi. 


Karşımda karlı doruklarıyla Bey Dağları


Sol yanımda sürat teknelerinin yırttığı deniz


Ve önümde yansıması su bardağına düşen sade kahvem

Çocukluğumda bir şarkı öğretmişlerdi bize, "Hoş birşey var mıdır dünyamızda" diye başlardı. Ben de bugün bu şarkıyı rahatlıkla söyleyebilirdim. 

Manzaralı kahvaltının hafiften sakatladığı diyeti öğleden sonra uzun bir yürüyüşle korumaya alarak yarın yeniden başlayacak yağış öncesi güneşli Pazar gününün tadını iyice çıkardık.

Yağmur nedeniyle evde mahsur kaldığımız iki güne iki film sığdı:


İlki 12 dalda Oscar adayı "Lincoln"dü. Durağan temposuna ve diyaloga dayalı akışına rağmen olağanüstü canlandırdığı Abraham Lincoln için Daniel Day-Lewis hatrına izlenmeli diyorum. Film bittiğinde sürekli kambur duran Daniel Day-Lewis'i izlemekten benim sırtım ağrımıştı.


Ve ikincisi "Anna Karenina". Romanı ne kadar yansıtmış, ne kadar yansıtmamış tartışılabilir, eksikleri mutlaka vardır ama tiyatro oyunu şeklindeki canlandırmasıyla bir görsel şölen olduğu kesin. Keşke sinemada izleyebilseydim ama şartlar uygun olmadı. O hiç sevmediğim Keira Knightley'e bile tahammül edebildiğime göre görselliği benim açımdan tartışılmaz. Bir-iki sahnede görünüp geçen, bayıldığım Emily Watson ise filmin şahsıma sunduğu bonus oldu.

Bu hafta yoğun bir hafta olacak ama bu demek değildir ki hergün bir film izlemeyeceğim. Oscar adayları sıraya girdi, hazır yağmur da yağacakmış, oh gel keyfim gel...

Huzurdan ayrılırken, Kitaplık Kurdu'nu takibe aldınız mı?

17 Ocak 2013 Perşembe

KİTAPLARARASI BİR TASNİF


Okunmayı bekleyenler kulesine sürekli yenileri ekleniyor, doymak bilmeyen ruhumla durmaksızın kitap alışverişinde olunca eriyeceği de yok bu kulenin. Zaten fotoğraftakiler buzdağının görünen yüzü, raflar arasında nice okunmadık kitap beni bekliyor.

Bugün içlerinden birini seçmek için bakınırken aklıma geldi. Birkaç yıl önce kablo TV arızası için eve gelen teknik ekibin çırak konumundaki ergeni kitaplığın olduğu odanın kapısında donup kalmış ve "Anaaa kitaplı ev, ne çok kitap var yav. Hepsini okudun mu apla?" diye sormuştu. Bu soruyu çok duydum ayrıca çocuğun sorması normal geldi. O zamana kadar öyle ummadığım kişilerden yöneltilmişti ki "Hepsini okudun mu?" sorusu. Bir kitaplıktaki kitapların hepsini okumak elbette mümkün değil, ayrıca her kitap okumak için değildir. Başvuru kitapları vardır, sözlükler vardır, ansiklopediler vardır, kataloglar vardır, antolojiler vardır ve henüz okunmasına sıra gelmemiş kitaplar vardır. Benim okuma macerama konu olan kitaplar farklı yollar izlerler, farklı gruplara ayrılırlar, kabaca tasniflersek:

-Bir solukta içilen kitaplar: Zaten o kitabın çıkmasını sabırsızlıkla beklemişsinizdir; piyasaya verilir verilmez alınır, hemen o gün okunmaya başlanır ve bir solukta bitirilir. Mesela Barış Bıçakçı kitapları benim için bu gruptadır.
-Yudumlanan kitaplar: Yazarıyla ilk kez tanışıyor olabilirsiniz ya da bildiğiniz bir yazarın ilk kez okuyacağınız kitabıdır. Ağır ilerler, her satırından ayrı bir zevk alınır, dönüp tekrar okunur, duvara bakılıp sindirilir. Bir süre elden bırakılıp tekrar geri dönülür ama mutlaka bitirilir ve damakta hiç geçmeyen bir tad kalır. "Lizbon'a Gece Treni" bu tür bir kitaptı.
-Sindirimi zor kitaplar: Yıldırım gibi çarpar, ezberinizi bozar, fırlatıp atmak ister hatta atarsınız ama öyle lezzetlidir ki çekeceğiniz mide ağrısına razı olur sonuna kadar gidersiniz.
-Tiryakilik yapan kitaplar: Bunlar insanın kanına bir girdi mi değişik aralıklarla birkaç doz alınması gerekir. Okursunuz, önce kalbinize sonra kitaplığınıza yerleştirirsiniz. Ve sık sık yerinden rahatsız edip bir kez daha, bir kez daha okursunuz. Füruzan'ın pekçok kitabı benim için bu kategoridedir.
-Atıştırmalıklar: Sürekli sağlıklı beslenmekten usandığınızda ele alınır bunlar, fındık-fıstık gibi, cips gibi, çekirdek gibi anlık rahatlatıp sonra vicdan azabı yapan cinstendir. Genellikle yorgunken, sıcak yaz günlerinde ya da plajda tüketilir. Benim bununla ne işim olur diye düşünülür ama yine okumaya devam edilir.
-Alerji yapanlar: İlk sayfada belli olur, derhal kesmek gerekir.
-Organik olduğu söylenenler: Pahalıdır, süslüdür ama her zaman beklenen sonucu vermeyip yanıltıcı olabilir.
-Yenmez-yutulmaz olanlar: Ne kadar zorlasanız da boğazınızdan geçmez. Kaldırın atın hatta kitaplığa bile koymayın, midesi sağlam birine hediye edebilirsiniz. 
-Sonradan iştah açanlar: Bazı yazar ve kitaplar yaşa bağlı olarak farklı özellik gösterebilir. Bir dönem sevmediğiniz ya da hazımsızlık yapan bir kitabın ya da yazarın ilerleyen zamanlarda bağımlısı olabilirsiniz.

Belki sizin de ekleyecekleriniz vardır, ne dersiniz?

16 Ocak 2013 Çarşamba

DÖKÜM

Kitaplık blogunu açalı burayı ihmal ettim galiba, hani yeni bebek doğurunca bir süre büyük olan çocuk ikinci planda kalır ya benimki de o hesap oldu. Birşey değil, Leylak Hanım kıskanacak, bunalıma girip kapatacak kendini. İyisi mi biraz gönlünü alalım.

Pazar günü bir haftalık eve kapanmanın ardından bünyeyi gün ışığına çıkardım, hava da pek güzeldi. Sonuç, bünye memnun, ben memnun. Bu da o güne not, denize ve Bey Dağlarına karşı salep keyfi:


Zincirlerimi bir kere kırdım ya, durur muyum artık evde, Pazartesi günü de attım kendimi sokaklara. İhmal ettiğim bazı zorunlu alışverişler vardı, bahane edip çıktım. Uzun zamandır şehir merkezindeki çarşıya gitmemiştim, gördüğüm değişiklikler şaşırttı beni. Sağa sola bakınarak alışveriş işini tamamladım, tabii bu arada gerekli olmayan bazı şeyleri de attım çantaya. Eh bu da alışverişin şanındandır. Sonra da gelmişken yeni açılan "Filiz-Fikret Otyam Sanat Galerisi"ni gezeyim dedim ama girişimim hüsranla sonuçlandı, zira galeri kapalıydı. Kısmet başka güneymiş deyip bir kahve molası verdim:

 

Bir kahve kesmeyince turunç ağaçlarının altında ikinciyi de içtim ve yaptığım bu ufak gezintiden memnun tramvaya atlayıp eve döndüm. 

Oscar adayı filmlerden birinin gösterimde olduğunu duyunca Salı günü için yaptığım alelacele planla "Umut Işığım" filmini izlemeye gittik. 

 

İzlenebilir düzeyde ve iyi oyunculuklarla beslenmiş bir filmdi ama Oscarlık mıydı, orası tartışılır. Film çıkışı bir arkadaşla yemek yiyip kahve içtik, Evde geçirdiğim günlerin hıncını fena alıyorum görüyorsunuz. Az sonra yine dışarılarda olacağım. Gitmeden önce:

 

Ülkemizin en önemli ressamlarından Burhan Doğançay'ı yitirdik bugün. Sanat aleminin  parlak yıldızları birer birer kaydıkça dünya daha bir karanlığa bürünüyor sanki...

12 Ocak 2013 Cumartesi

ISLAK CUMARTESİ

Pazartesiden bu yana ara sıra balkon kapısından kafayı uzatmak dışında açık havaya çıkmadım, katıklı ev hapsinde gibiyim. Antalya'nın az ve öz soğuğu çivi gibi çaktı oturduğumuz yere bizi. Tepeden üfleyen klima ayaklara kadar ulaşamadığı için elektrik sobasına dikey geçiş yaptık. Onun da köy odalarındaki ocaktan farkı yok, önündeysen iyi, arkaya geçtin mi başka bir iklimdesin. Poyrazın esmeye başladığı günden beri ayaklarımı ısıtmam mümkün olmadı, tipik Antalya iç mekan halleri ve sonunda beklenen oldu. Bu geceyi kolon spazmı atağımla uykusuz geçirdim. Şu anda sağ yanıma koca bir şal aracılığıyla raptedilmiş sıcak su torbası eşliğinde yazıyorum. 

Buraya bildirimde bulunmadığım son 2 günde postacı 4 adet kart daha getirdi:


Gökçedeniz'e, Tezat Renkler'e, Cumbada'ya ve Delikitap'a buradan çok teşekkür ediyorum. Postacımızın gönlü olursa bir parti daha getirir diye umuyorum:)

Sonra bir film izledim. İyi mi ettim, kötü mü ettim bilmiyorum. Tuhaf, etkileyici, yer yer saçma, şaşırtıcı ve ürkütücü bir filmdi. 2011'de yabancı film dalında Oscar adayı olmuş bir Yunan filmi: "Köpek Dişi/Kynodontas"


Şehir dışındaki lüks evlerinde karısını ve biri erkek üç yetişkin çocuğunu tüm dış etkenlerden soyutlayarak baskıcı bir biçimde yöneten bir baba, ona tâbi anne ve yaşları gözönüne alınırsa son derece naif kalmış çocuklar. "Köpek dişiniz düşmeden evden dışarı çıkılmaz" yalanına kanan üç yetişkin evlat ve aslında beklenen son. Neyse merak ediyorsanız izleyin ama +18'i de zorlayan sahneler olduğunu aklınızdan çıkarmayın.

"Yemek Sırları"nı okumadığım zamanlarda ise tüm vaktimi "Delicious Emily's Wonder Wedding" oynayarak geçirdim. 


Turuncu üstüne beyaz puanlı önlüğümü belime takıp kolay, normal ve zor versiyonlarında üç kere oynayıp bitirdim oyunu. Şu aralar bir restoranda garson ve ahçı olarak işe girersem müthiş bir performans sergileyeceğime eminim:)

Dışarda hava tatsız, yağmurlu ve karanlık. Havanın ve spazmımın sona erme durumuna bağlı olarak akşam "Neşet Ertaş Türküleri Konseri"ne gitme olasılığım var. Bakalım ilerleyen saatler ne gösterecek. Kalın sağlıcakla... 

10 Ocak 2013 Perşembe

NE YAPTIM?


İki gündür ne mi yaptım? 
-"Araf" filmini izledim, izlerken bir kucak gömlek ve pantolon ütüledim. 
-Üç posta çamaşır yıkadım.
-Misafir ağırladım
-Sebzeli mercimek çorbası ve köfte yaptım, bir kazan yapmışım hala yiyoruz.
-"Yemek Sırları" kitabını yarıladım.
-"Kitaplık Kurdu" bloguyla uğraştım.
-Ece'nin tavsiyesine uyup ayvayı tuza batırarak yedim, beğendim. Hatta son denemede üzerine limon da sıktım, güzel oluyor.
-Bol bol çay, kahve, turunç suyu eklenmiş sıcak su ve öksürüğe iyi gelir düşüncesiyle keçiboynuzu haşlaması suyu:) içtim.
-Evdeki bütün çikolata ve tatlı ıvır-zıvırı bitirdim, önümüzdeki hafta uzun bir süre kendimi tatlıdan mahrum kılmak ve bir miktar yediğime içtiğime dikkat etmek niyetindeyim.
-Başta ayaklarım olmak üzere bol bol üşüdüm, kar yok ama ayazı buraya kadar geldi.

Bu kadar...

8 Ocak 2013 Salı

KEDİ HAVASI


Dündenberi Twitter'de, Instagram'da, Facebook'da bir kar fotoğrafıdır aldı başını gidiyor. E benim neyim eksik, çıktım balkona ve "Balkonumdan Kar Manzarası" isimli bu nadide çalışmayı görüntüledim:) Yalnız birtakım kuralları var; evvela bir büyüteç alacaksınız elinize, sonra fotoğrafa epeyce yaklaşacaksınız. Büyüteci sol alt köşeye, güneş kollektörleri çöplüğünün üstüne doğru tutacaksınız. Hah, o yarım cm. ebadında görünen şey kar işte. Hem de halis muhlis Beydağları karı. Değil ayak, el bile değmemiştir, bizde karın böylesi bulunur. Üşenmezseniz gidin, yanınızda pekmez de götürün kar helvası yaparsınız:)

Kar yok, yok olmasına da soğuğu buralara kadar geldi. Dündenberi Antalya standartlarına göre düşünürsek epey üşüttü, meşhur poyraz günleri. Çalışırken her sene şansıma kuzeye bakan sınıflar düşerdi, poyrazlı günlerde el ve ayak parmaklarım soğuktan uyuşur, burnum havuca dönerdi. Güya Akdeniz ikliminde, iyi bir semtte bulunan lisede çalışıyorduk ama okulda ısıtma tesisatı yoktu ve ben 24 yıl en berbat kışlarını bile yaşadığım Ankara'nın hiçbir iç mekanında bu kadar üşüdüğümü hatırlamam. Biz emekli olduktan sonra sınıflara klima takmayı akıl etmişler, Allah razı olsun, garezleri bizeydi sanırım.

Lakin böyle havalarda benim ev tam kedilik. Camdan giren güneş hiçbir ısıtma aracına gerek kalmadan evi sımsıcak yapıyor. Yerleş kanepeye, al kitabını-kahveni, kedi gibi gerin. Birazdan o moda geçeceğim zaten, elimdeki kitap çok keyifli, Mehmet Yaşin'in-tahmin edeceğiniz gibi yemekle ilgili-hazırladığı bir kitap: "Yemek Sırları". Birçok ünlüyle mutfak ve yemek konusunda söyleşiler yapıp biraraya getirmiş. Pek sevdim pek. 

Huzurdan ayrılmadan önce yeni blogumuzu bir kez daha hatırlatmak isterim: "Kitaplık Kurdu". Kitap okuma halleriniz, kitaplar hakkında fotoğraflı kısa notlarınız, kitaplık ya da kitapçı görüntülerinizle paylaşımda bulunabilirsiniz. Fotoğraflar bizzAt tarafınızdan çekilmiş olmalı. Mail adresimiz: kitaplikkurdu@gmail.com. Bekleriz efendim...

7 Ocak 2013 Pazartesi

YENİ BİR BLOG, HEM DE KİTAPLI


Görsel: Buradan

Pek sevgili blogger dostlarım, daha önce birkaç kez açma niyetimizden bahsettiğim kitap blogu bugün "KİTAPLIK KURDU" ismiyle hayata geçti. Tıpkı kahve blogunda olduğu gibi katkılarınızla gelişecek olan bu bloga kitaplar, kitaplıklar ve kitapçıları konu alan fotoğraf ve yazılarınızı bekliyoruz. Fotoğrafları kendiniz çekmelisiniz ya da çok orijinal bir fotoğraf ise kaynak göstererek göndermelisiniz. Okuduğunuz kitapların fotoğraflarını hoş bir düzenleme ile çekebilir ve birkaç cümleyle haklarında bilgi verebilirsiniz. Kitaplık fotoğraflarınızı yollayabilirsiniz, haftada bir günü kitaplık fotoğraflarına ayıracağız. Yine sevdiğiniz kitapçıların görüntüleri de blogda yer alabilir. Zamanla daha netleşecektir, tek ricam fotoğrafların görüntü kalitesinin iyi olması ve tanıtımların çok uzun olmamasıdır. Blog konseptine uygun olmayan ve görsel açıdan kusurlu olan fotoğraf ve yazıları affınıza sığınarak yayınlamayacağız. Blogun linki aşağıda:


Bu da yazı ve fotoğraflarınızı ulaştıracağınız mail adresi:

kitaplikkurdu@gmail.com

Ve blogdaki tanıtım yazısı:


Bloglarınızda paylaşırsanız memnun oluruz, şimdiden teşekkürler...

ETKİNLİK, TAM GAZ...

2013'ün ilk etkinliklerini gerçekleştirmeye başladım sonunda. Bereketli olsun, arkası çok gelsin. Sezonu Antalya Devlet Tiyatrosu'nun sahneye koyduğu, Aziz Nesin'in yazdığı "Toros Canavarı" oyunu ile açtım. 



Bilindik bir konuydu ama sahneye konuş şekli de, oyuncular da oldukça iyiydi, zevkle seyrettim. Yanımızda oturan ve perde arasında arkadaşlarının dışarı çıkma teklifini "yerimizi kaparlar" diye reddeden koltuk komşumuz da günün mizah bonusuydu.

Yılın ikinci etkinliği olarak da dün, yönetmenliğini Metin Avdaç'ın yaptığı ve gösterimine bizzat katıldığı Sabahattin Ali belgeseli "Sabah Yıldızı"nı izledim.


Hemen önümdeki koltuğa Antalya'nın en kıvırcık, en gür ve en kabarık saçlı kızı oturup 5 dakikada bir o saçları tekrar tekrar kabartarak görüş alanımı daraltsa da bulduğum boşluklardan izleyebildiğim kadarıyla iyi bir yapımdı. Oldukça detaylı hazırlanmış ve etkileyici bir belgesel olmuş. Yıllar içerisinde canım ülkemde değişen hiçbirşey olmadığına bir kez daha şahitlik ederek dilimde "Aldırma Gönül" şarkısıyla ayrıldım salondan. 

Haftanız güzel geçsin efendim...

5 Ocak 2013 Cumartesi

YENİ YIL KARTLARIM


Demiştim ya dün on yüz milyon bin kart geldi diye, işte isbatı. Dumanlı postacı aşağıdan zile bastı ve dumanlarını savurarak "Bir sürü mektup bıraktım, inip al" dedi, evet "inip al" dedi, çok samimiyiz kendisiyle:) Esasen 2 gün önce uğrayıp bir paket ve bir kart bırakmıştı, devamını sorduğumda da "başka zarflar da var ama şimdilik bunları verdiler, ötekileri sonra getireceğim" diyerek gitmişti ve ne yalan söyleyim bir haftadan önce uğramasını beklemiyordum. 2 gün sonra tekrar geldi, bu erkencilikte  rüşvet olarak ikram ettiğim çikolataların payının olduğuna eminim.

Beni mutlu eden bir kucak karta gelince: Artık gelenekselleşen mis kokulu sabunları ve çitlembik tohumlarıyla Mine Hanım'a, bir yılbaşı alışverişini betimleyen Unicef kartıyla Edabella'ya, karlar üzerindeki çam ağacıyla Burcu'ya, çam ağaçlı kartına eşlik eden iğne oyalı ayraç için Cep Aynası'na, ruhumda uçuşmasını umduğum kelebekleri için Hüznün Tadı'na, kızağındaki hediyeleri bana getirdiğini düşündüğüm Noel Baba'sı için Sittirella'ya, Monet'in sakin kar manzarasını bana ulaştıran Dışavurum'a, kozalakları ve mumları için Kendimle Monologlar'a, Esat Acet'in resmiyle Sycorox'a, Tombul yanaklı Noel Baba'sı ile Sanat Notları'na, yeni yıl dileklerini en sevdiğim ressam Van Gogh ile yollayan Nazpek'e, sincapla sohbet eden Noel Baba için Bellanomisma'ya, desenlerine bayıldığım filli posta kartı için Verbavolant'a, Japon kızı şeklindeki şahane ayracı ve zarif kartı için A-H'ye, benim yılbaşı yemeği sonrası halime benzeyen koca göbekli ayısı için Parıldayan Çiçek'e, paltolu kardan adamı için Gülşah'a, ta İsviçre'den ulaşan Akşamsefası'na, etkinliğin düzenleyicisi Biraz Şöyle Biraz Böyle Banu'ya, rengarenk kartı için ccbulletin'e çok teşekkür ediyorum. Daha önce elime ulaşanlardan unuttuklarım olabilir, bu kartların devamı gelebilir. Bir süre sonra hepsini bir kolaj yaparak tekrar yayınlayacağım. Emeği geçen, katkıda bulunan herkese sonsuz sevgiler...

4 Ocak 2013 Cuma

BİR AİLE ALBÜMÜ OLARAK ISPANAK


Dumanlı postacı (ağzının kenarından hiç eksik olmayan ve sürekli düdüklü tencere gibi buhar salarak içtiği sigaradan dolayı) az evvel on yüz milyon bin tane kart getirdi. Çok mutlu oldum tabii ki ama bu yarınki yazının konusu olsun.

Az evvel ıspanak pişirdim, yaklaşık bir yıldır ilk defa. Akşamdan yıkanmış, pişmeye hazır hale getirilmişti. Uygun bir tencere aradım, bulamadım. Orta boy tencereler ya dolu, ya bulaşık makinesinin içinde kirliydi, yıkamaya üşendim ve dolaptan nisbeten küçük bir tencere bulup ıspanakları adeta tıkıştırdım içine, nasılsa pişerken erir, çöker diyerek. Ellerim bu çabayla meşgulken zihnim zaman sıçramasına uğradı. Annemin ıspanak pişirişine savruldum. Bizim evde ıspanak pişen günün menüsü sabitti: Ispanak, makarna, yoğurt. Ankara'ya henüz doğal gazın gelmediği ve bizim evde kalorifer tesisatının olmadığı zamanlardı. Annem buz gibi mutfağı daha da soğutmak istercesine yemek kokusu çıksın diye camı açar ve musluktan akan buz gibi suda elleri mosmor kesilerek bir yandan ıspanak yıkar bir yandan söylenirdi. O esnada mutfağa girmişsen hışımla camı kapatır "Soğuktan öleceğimize kokudan ölelim" diyerek zaten cinleri tepesinde olan annemi iyice kızdırırdım. Annem ıspanağı kocaman alüminyum bir tencerede (çelikler daha piyasada arz-ı endam etmemişti, o kuşağın Alzheimer olma riski yüksek, alüminyumun bu işteki payı doğruysa:) pişirirdi ıspanağı, ocağa koyarken ağzına kadar dolu olan tenceredekiler ocaktan inerken zayıflar, büzülür, ıspanaklar dipte birbirine sokulmuş bekleşirdi. Halen benim yazları gittiğim-şimdi ne yazık annemsiz ve babamsız olan-evin kocaman salonunun ortasındaki Şakir Zümre marka tuğlalı kok kömürü sobası harıl harıl yanar, buna rağmen gücü evin tamamını ısıtmaya yetmezdi. Salonun caddeye bakan bölümünün camlı kapılarını kışın kapatır, hava kirliliği nedeniyle balkona asamadığımız çamaşırları kurutma mekanı olarak kullanırdık. Çoğu zaman sabah buz tutmuş olarak bulurduk evin içindeki çamaşırları. Sanırım o yıllarda kışlar daha bir soğuk, daha bir amansızdı. Oturma bölümündeki sobaya yakın küçük masa yemek yerken yerden kazanmak için kanepenin önüne çekilir ve oraya her daim ben otururdum. Ispanağı sever miydim? O yıllarda hayır ama çocukken en sevdiğim yemekti. Yine zihin sıçramasıyla hatırladığım bir an; pembe renkli, sınıfları karşıdaki caminin kubbelerine bakan, kocaman bahçesinde Ankara'nın ilk çocuk trafik eğitim parkı olan, zemin kattaki kütüphanesine-o kütüphane Pazar günleri sinema salonuna dönüşür ve biz öğrenciler film izlemeye giderdik-eğri boyunlu bir adamın nezaret ettiği ilkokulumun üçüncü sınıfında olsam gerek. Bahçede ip atlıyor ve saçma sapan oyunlar uyduruyoruz atlarken. Mesela herkes en sevdiği artisti ya da rengi söylüyor atlama sırasında. Sıra yemeklere geldiğinde ben "ıspanak" diyorum ve herkesin yüzünde bir hayret ifadesi oluşuyor. Bırak Temel Reis'i, "Adam Olacak Çocuk'u, TV bile yok henüz, ıspanak da o nedenle "tu kaka" bir yemek. Ama ben seviyormuşum işte. Fil hafızam bunu da hatırladı soğan doğrayıp ıspanak keserken. Gittim-geldim bir yerlere, fena da olmadı. Şimdi de mutfaktan "ben piştim" diyen ıspanağın kokusu geliyor. Ocağı söndürmem gerek. Yukarıdaki fotoğrafın ıspanakla alakası yok tabii ki, bir demet ıspanak yerine Antalya'da dün akşamüstü Bey Dağları'na çöken renk cümbüşünü göstermek daha hoş olur diye düşündüm. İyi etmişim değil mi, haydi tıklayın da Bey Dağları'na savruluverin:)

1 Ocak 2013 Salı

01.01.13

Dün gün boyu kesilmeden yağan sinir bozucu bir yağmurla birlikte yılbaşı gecesini geçirmek için arkadaşın evine doğru yola düştük akşamüstü. Bindiğimiz taksinin içi normalin üstünde sıcak, camlar buharlı ve benim üstümde anorak olunca buğulama balık modunda ulaştım varış noktasına. Bunalmış halime bir de site güvenlik görevlisinin ahret sualleri eklenince buğulama halim ızgaraya dönüştü. Bir annemin kızlık soyadının 3.harfini sormadığı kaldı atkuyruklu, sahte tebessümlü kadın görevlinin. Ama Allah var benim soyadımı beğendi, kendim gibi güzelmiş. "Yaradanına gurban olayım senin" diyerek giriş sınavını geçip apartman kapısına yollandık.

Akşama böyle başladık:


Böyle devam ettik:


Ve böyle sonlandırdık:


Yani arada hediye paketi açmak, evdeki miniği sevmek ve mutfaktan bazı ıvır-zıvırları getirmek için küçük molalar verip ayağa kalktık tabii ama genel durum böyleydi :) Gecenin sonunda kurbağa yutmuş vaziyetlerine gelsek de olsun varsın yılbaşı gecesinin en ulvî amacı bu değil midir zaten? TV kanallarındaki güzide programlar(!) neşemize neşe katamadı belki ama  biz kâdim dostlarla birlikte olmanın keyfini çıkardık.

Sabah kalkıp balkona çıktığımda sokağın yeni bir yıla girdiğimizden haberi bile yoktu. Bir uçak gökyüzünde gürleyerek yol alırken, küçük bir kız sokağın sonuna doğru koşuyordu. Az sonra yine koşarak geri geldi, belli ki bakkala ekmek almaya gönderilmiş, bakkal kapalı olunca eli boş dönmüştü. Karşı komşunun üç yıldır balkon demirinde asılı unutulmuş, artık rengini kaybetmiş Fenerbahçe bayrağı esen hafif rüzgarla kıpırdanmaya devam ediyor, bizim çifte kumrular elektrik telinin üstünde dem çekiyordu. Değişen birşey olmayınca içeri girdim ve monitörümün arka plan resmini değiştirdim ben de. Şimdi eski leylağın yerine yeni bir leylak selam veriyor ekrandan. Ne de olsa yenilik yeniliktir:) Yeni yıl sizin hayatınıza güzel değişiklikler getirsin, kalın sağlıcakla...