Sayfalar

30 Ağustos 2013 Cuma

KİTAPLAR, KAHRAMANLAR, ANILAR...


Bizim yeni yetmeliğimiz şimdikilerle kıyaslanacak olursa çok masum, çok romantik ve çok saftı. Victoria dönemi romanları damga vurmuştu ilk okumalarımıza ve ilk hayallerimize. İlkokul son sınıftayken dayımın nişanlısının elinde görmüş ve deli gibi merak etmiştim "Aşk ve Gurur"u. Akba Yayınları logosu olan beyaz bir kedinin kapağın altından sizi kestiği, ciltli, şömiz kapaklı romanlar çıkarırdı, bu da onlardan biriydi. Utanmış, cesaret edememiştim okumak için istemeye. Böylece o çağın kadınlarıyla ilk tanışmam Elizabeth Bennett değil Jane Eyre sayesinde oldu. Hala kitaplığımda duran, artık yıpranmış koyu mavi ciltli kitap nereden gelmişti eve hatırlamıyorum. Hatırladığım su içer gibi okuduğum ve orta 1. sınıf yarıyıl tatilinde Türkçe ödevi olarak özetleyip götürdüğüm. Böylece Bronte kardeşler hayatıma girdi. Önce Charlotte, sonra Yenimahalle İlçe Halk Kütüphanesi'nde bulup okuduğum "Uğultulu Tepeler" ile Emily. "Uğultulu Tepeler" sadece yazarı Emily Bronte ile değil kahramanı "Heathcliff" ile de tanışmamı sağlamış ve "Mr. Heathcliff" sadece benim değil, tavsiyemle kitabı okuyan pek çok arkadaşımın da beyaz atlı prensi olmuştu (Bay Darcy henüz kahramanlar listemize girmemişti). İki ablasıyla tanıştıktan sonra en küçüklerini ihmal etmek olmazdı değil mi? İsteğim üzerine babam alıp getirmişti Agnes Grey'i. Yine ciltli ve şömiz kapaklı, Hayat Klasikleri'nden çıkmış bir kitaptı. Biraz ruh kapatıcı olsa da severek okumuş ve Anne Bronte ile de hemhâl olarak familyayı tamamlamıştım. Bronte kardeşlerin külliyatını bitirdim sanıyordum ama evvelki yıl basılan "Villette" ile Charlotte'un bir kitabı daha okuduklarım listesine eklenmiş oldu. Geçenlerde biryerlerde Charlotte Bronte'nin günlüklerinin  yayınlandığını görür görmez çok merak etmiş ve almaya karar vermiştim. Dün bir kitapçı ziyareti yapıp hem günlükleri, hem de tezgahın üstünde duran ve bana "beni unutmadım umarım" sinyali gönderen Heathcliff'in hatrına "Uğultulu Tepeler"i de aldım. Elimde kitaplarla bir kahve içip dinlenmek için oturduğum pastanede ise sayfalar arasına dalıp epey uzaklara gittim. Ortaokul yıllarıma, çam ve gül kokulu okul bahçesine, sarmaşıkların örttüğü duvarda pencereleri olan sınıfımıza, her gün saat 14.00'de bir kız arkadaşa duyurmak için ıslıkla "El Cordobes"i çalarak pencerenin altından geçen delikanlıya, ıslık sesini duyar duymaz sınıfı dolduran kıkırdamalara, elden ele dolaşan Barbara Cartland, Jane Austen, Bronte kardeşler romanlarına, o ıssız şatolara, 5 çayı saatlerine, ağaçları hışırdatan rüzgarlara olan imrenmelerimize, baharda okul kapısının önüne satıcıların kovalarla getirdiği renk renk lalelere, arka bahçedeki iğde ağacına, altına toplanıp Tayfun'un gitarına şarkılarla eşlik etmemize, dizaltına inen kara önlüklerimiz, örgülü besleme saçlarımız, kalın-kara çoraplarımız ve yoğun disipline rağmen mutlu olmamıza ışınlanıverdim. Rahmetli Hasibe teyzeyi hatırladım sonra, annemin arkadaşını; Uğultulu Tepeler'in filmini görmüştü galiba ve "Hiçkılip diye biri vardı, pek yakışıklıydı" demişti. Onca zamanın cool Heathcliff'i Hiçkılip'e dönüşüp karizmayı çizdirmişti böylece :) Garson hesabı getirip masaya bırakınca güm diye düştüm ışınlandığım paralel evrenden ve kitapları çantama atıp eve doğru yollandım. Şimdi kitapları okuyarak Victoria devrine bir seyahat planlıyorum, ne diyeyim yolum açık olsun...


27 Ağustos 2013 Salı

SICAK, MÜRDÜM ERİĞİ, SANDVİÇ, BAHÇELİ ANILAR, ÇİFTLİKLİ KİTAPLAR...


Hava çok sıcak, az evvel balkona çıktım 5 dakika duramadım. Tek gördüğüm komşunun balkonuna astığı tamamı siyah çamaşırlar oldu; 3 tshirt, 1 kapri, 2 atlet, 3 gömlek. Güneşte solacaklar korkarım. Ankara'da hava Ağustos biterken yaz olduğunu hatırladı, gitmeden şunlara kendimi bir göstereyim de unutmasınlar beni dedi sanırım. Güneşliği çekip içeriye girdim, kendime ton balıklı, turşulu bir sandviç yaptım, yanına da bir koca bardak buz gibi su alıp sizlerle hasbıhal etmeye oturdum bilgisayar başına. Ha sandviçin üstüne tatlı niyetine de 3-5 mürdüm eriği. Juli Zeh Bosna yolculuğunu anlattığı "Sessizliğin Gürültüsü" kitabında Saraybosna'da yalnızlıktan o kadar bunalıyordu ki pazardan mürdüm eriği alırken ikiz olanlarını seçiyordu. Ben de şöyle bir karıştırdım ikiz olanını bulabilir miyim diye ama benim erikler hep tek başınaydı. Mürdüm dedim de aklıma geldi, ben küçükkken yazları annemin teyzesinin Niğde'deki bahçesine giderdik tatilimizin bir kısmını geçirmeye. Rüya gibi bir bahçeydi, içinde küçük bir ev, evin önünde de bir erik ağacı vardı. Tam bizim gittiğimiz zamanda meyve vermeye başlardı ve ben ham ve ekşi meyve meraklısı olduğum için neredeyse acı denecek ekşilikteki o erikleri tuzlayıp tuzlayıp yerdim. Yıllar sonra bahçe istimlake kurban gidip tek bir ağaç bile kalmamışken o erikler düştü aklıma ve mürdüm müydü acaba diye düşündüm, ince uzun şekilleri o intibaı bırakmıştı üstümde. Kesinleştirmek için teyzemin oğluna sorduğumda cevabı şaka yollu şöyle oldu: "Bilemeyeceğim, sayende olmuş halini hiç görmedik". Muhtemelen görememişti garipler, herkesin ben yerken bile yüzünü buruşturduğu onca ham eriği yiyip de nasıl midemi bozmazdım şimdi bile şaşıyorum. Olsa yine yer miyim? Hiç şüpheniz olmasın, olgun haline tercih ederim. Keşke o bahçe dursaydı da armut ağacının altına bir minder atıp yukarıda gördüğünüz kitabı okusaydım sessiz ve sakin.

Kitap bir çiftlikte geçiyor zaten, kocasını ve eski hayatını terkedip Galler'in kuzeyinde bir çiftlik evine taşının Emilie isimli Hollandalı bir kadını anlatıyor. Kadın kaçıp sığındığı çiftliğin bahçesini güzelleştirmeye adıyor kendini ve evinde günübirlik konaklayan genç adamla yardımlaşarak yapıyor bu işi. Sade, duru, şiir gibi bir kitap. Adının aksine dolambaçlı yollara sapmayıp yalın cümlelerle anlatıyor anlatacağını. Dün başladım ve yarıyı çoktan geçtim, akşama bitecek muhtemelen ve ben güzel bir kitabı daha sona erdirmenin tadına varacağım. Kara tahtada yazdığı gibi, okuyup güzelleşeceğim. Size de güzelleşeceğiniz nice okumalar diliyorum. Hem mevsim mürdüm eriği mevsimi, bir yandan okurken bir yandan reçel kaynatmaya ne dersiniz?

26 Ağustos 2013 Pazartesi

DOLMUŞTA KİM VAR?


Görsel: Buradan

Kadın Pazar gününün getirdiği rehavetle gün boyu evde ayaklarını uzatıp yatmayı beklerken dışarı çıkmasını icap ettiren telefonu alınca aceleyle hazırlanıp koşar adımlarla dolmuş durağına gitti. Geçen 4. dolmuş onun gideceği yöne idi, binip öndeki boş koltuklardan birine oturdu. Genelde tıklım tıklım dolu olurdu bu semtin dolmuşları, çoğu zaman ayakta, sarsıla kaykıla gidilirdi ama hafta sonunun rehaveti herkesi sarmış olmalı ki tenhaydı içerisi. Açık camdan dolan rüzgar saçlarını karmakarışık edince küçük bir aralık kalana kadar öne itekledi ve dışarıyı seyretmeye başladı. Aynı manzarayı dün de gördüğünü düşündü, beğendiği evin önünden geçmeyi bekledi. Çok sürmedi, hızla geçtiler oradan. Bir gün önce, açık duran pencereden kalabalık bir kitaplığın göründüğü odanın perdeleri bugün sıkı sıkı kapalıydı. "Algıda seçicilik" diye düşündü, "her yerde gözüme kitaplar çarpıyor". Düşüncelerini arka sıralardan yükselen konuşmalar böldü. Net anlayamasa da bir "simit" lafı geliyordu kulağına, zaten dolmuşun içinde de kesif bir simit kokusu vardı. Derken gürültü arttı ve bir kadın sesi "Simit fazlaysa alabilir miyim, ücretini ödeyebilirim" dedi. En arka koltukta bir simitçinin oturduğunu düşündü kadın ama gelen cevap durumun farklı olduğunu gösteriyordu: "Aa tabii, tabii" diye yanıtladı sorunun muhatabı, "buyrun alın, para katiyyen almam, afiyet olsun". "Hamileyim de" diyerek güldü simit isteyen kadın, "çok canım çekti, ilaç niyetine yiyeceğim". "Ah canııım, yarasın. Hayırlısıyla doğsun inşallah, bak kimse kimsenin kısmetini yemez, 3 tane alacaktım, haydi bir tane daha alayım demiştim, sana kısmetmiş" cevabı geldi simitlerin sahibinden. Sonra muhabbet büyüdü, bebeğin kaç aylık olduğu, sağlık durumu, ne zaman doğacağı, cinsiyeti masaya yatırıldı. O kadar gürültülü, yoğun bir sohbetti ve ortam öylesine altın günü havasına girmişti ki şoför kafayı çevirip ters ters baktı. Görünüşü ürkütücüydü, kadın "ben arkadakilerin yerinde olsam bu bakıştan korkardım" diye düşündü, zaten az evvel kendisini sollamaya çalışan bir arabanın sürücüsüne camdan kafasını çıkarıp fena halde bağırmıştı. "Buna bulaşmamak lazım" diye geçirdi aklından ve eğer film yönetmeni olursa adamı seri katil rolünde oynatmaya karar verdi. Ağarmış pala bıyıkları, çatık kalın kaşları ve fena halde korkutucu bakışları ile yakışırdı doğrusu. Şöyle bir göz gezdirdi dolmuşun için, dolmuştu işte, fazlalık hiçbir şey yoktu. Bozuk para kutusunun yanında bir cep telefonu, bir paket sigara, bir kağıt mendil, o kadar. Dikiz aynasının kenarına fotoğraf sokuşturulmuş, ucundan nazarlık sallanan, şoför koltuğunda tuttuğu takımın atkısı, motorun üstünde dantel örtü olan, ön camda maşallah yazan dolmuşları özledi. Sürücünün evine misafirliğe gitmiş gibi oluyordu o zaman. Bundaysa yegane eklenti camda yazan "NH" harfleriydi. "Nalet Herif" anlamına geliyor galiba diye kıkırdadı kadın, sonra utanıp kafasını cama çevirdi. O sırada durdu dolmuş, hamile kadın ve şürekası, simitçi kadın ve şürekasıyla gürültülü bir vedalaşma yaparak indiler. Dolmuş sessizleşti ve iyice sıkıcı hale geldi, "en iyisi ben de ineyim" dedi kadın, zaten yaklaşmıştı gideceği yere. "Müsait bir yerde" diye seslendi çekinerek, "Buyrun" dedi şoför, "sağ tarafa dikkat edin, motor geliyor". Düşündüklerinden utandı kadın, "iyi günler" diyerek minibüsten atladı.

25 Ağustos 2013 Pazar

PAZAR TEMBELLİĞİ


Uzun zamandır siz değerli takipçilerime kombin yapmadığımı farkettim bu sabah. Kendi kendimi şiddetle kınadıktan sonra hazırlıklara giriştim ve işte karşınızda:

-Kitap: Çıplak ve Yalnız/Hamdi Koç
-Kupa: Paşabahçe
-Kuşlar: Paşabahçe
-Örtü: Annemin el emeği, kimbilir kaç yıllık örtüsü

Oh! huzura erdim, kombin yapmak ne rahatlatıcı bir eylemmiş meğerse, bütün sıkıntılarım kuşların kanadına takılıp uçtu gitti :)

Bugün mümkünse yukarıdaki kombin modunda takılmak istiyorum: Kitap-kahve-ayak uzatmaca. Dün neredeyse bütün günü zorunlu bazı alışverişler nedeniyle AVM'lerde geçirince bugün ev ve kanepe gözüme Cennet gibi görünmekte. Kitaba gelince; Hamdi Koç şimdiye kadar çıkan tüm kitaplarını zevkle okuduğum bir yazar. Yeni bir kitap yazmasını da dört gözle bekliyordum. Anında aldım "Çıplak ve Yalnız"ı, 400. sayfaya-bu arada kitabın 600 sayfalık bir tuğla olduğunu belirteyim-kadar da harika gitti. Sonrasında nedense biraz kafam karıştı. Bazı kopukluklar ve gereksiz uzatmalar hasıl oldu, akış yavaşladı sanki. Umudum bugün bitirmeyi planladığım son 100 sayfada başlardaki tempoyu yakalayabilmek ve kitabın arka kapağını keyifle kapatabilmek. Pazar günü halletmeyi istediğim bir diğer konuysa-güleni silerim bak-Candy Crush Saga'da bir türlü atlayamadığım görevi tamamlamak. Zavallı oyun ben gereken puanı toplayım diye sürekli iskonto yapıyor ama takıldım kaldım 201'e geçebilmek için bir haftadır. Gördüğünüz gibi çok önemli işlerle meşgulum değerli takipçilerim, o yüzden şimdilik hoşçakalın, Pazar gününüz neşeyle geçsin...

22 Ağustos 2013 Perşembe

YER-İÇER-GEZERİZ

Dün lise kızlarından küçük bir grupla buluştuk. Bu yıl nazar değdi bize, seyrek biraraya gelebiliyoruz. Mevsim yaz olunca çoğunluk yazlıkta ya da tatilde, burada olanların başka mazeretleri çıktı, araya bayram girdi falan derken nihayet bugün müsait olan birkaç kişiyle biraraya gelebildik. Mekan olarak Sarkaç Cafe'yi seçtik.


Marilyn bizi kara tahtadan hülyalı bakışlarla süzerken çaylarımızı höpürdetiyorduk. 


Yemeklerin gelmesini beklerken de sohbetin dibine vurmuştuk. 

 

Rüzgar şerefimize esip ferahlatırken ağacın dibindeki tavşan da "çok geç kaldım, çok geç kaldım" diye söyleniyordu. 


İç bölümde tüylü ve tombul bir arkadaş çok yorgun olmalı ki sandviçini bile yiyemeden daktilonun başında uyuyakalmış. Master tezi yazıyormuş da...


Maksat fal değil, İstanbul başaşağı duruyordu da düzelttik, Galata Kulesi'nin kan beynine çıkmasın diye...

Güzel bir gündü, kişisel tarihe not olsun...


21 Ağustos 2013 Çarşamba

BENDEN SÖYLEMESİ



 Görsel: Buradan
“When Lilacs Last in the Dooryard Bloom’d” by Walt Whitman
 

Ama bak söylemedi demeyin, yeterince ilgi göstermiyorsunuz küsecekler. Kimler mi? Aşağıdakiler:



Yani kitaplı blog ve kahveli blog. "Gelin bir kahvemizi için, kitabımızı okuyun, hatta kahve gönderin, kitap gönderin yayınlayalım. Kendimiz için birşey istiyorsak namerdiz, maksat vatandaşa hizmet" diyorlar. 

Ha bir de Atalet kardeşimin bugünkü yazısını okuyun, pek latif, pek eğlenceli, bilhassa kitapseverler için:



Eh insaniyetliğimi yaptım, daha da ne yapayım, bir de kendi fotoğrafımı ekleyip gideyim:) Haydi bugünlük kalın sağlıcakla...


19 Ağustos 2013 Pazartesi

KUAFÖRDE KİM VAR?


Görsel: Buradan

Kadın mütevazı salonun kapısından içeri girip elindeki boya paketini kendisini karşılayan genç adama uzattı. Adam "Hotgeldiniz" dedi, boş mekandaki 3 koltuktan birini işaret etti oturması için ve arka bölmeye boyayı karmaya gitti oyalanmadan. Boya hazırlanırken vakit geçirmek için geniş camdan dışarıyı seyretmeye koyuldu kadın, esasen görülecek bir şey de yoktu; kaldırıma çıkan merdivenler, kapı hizasında yeni yetme, cılız bir çınar ağacı, parketmiş iki-üç otomobil ve caddenin karşısında süpermarketliğe evrimleşmeye çalışan kirloz bir bakkal dükkanı. Gözlerini tekrar bulunduğu yere çevirdi, kuaför salonu sıradan bir pansiyon kadar yalındı. Sahibinin kişiliğiyle ilgili en ufak bir ipucu sunmuyordu müşterilerine. Her kuaförde bulunması gereken malzemeler dışında fazladan bir eşya yoktu, bir küçük vazo, bir resim çerçevesi bile. Temiz ve düzenliydi ama, "cilası yoksa da kalite iyi" diye söylendi kadın, "varsın dükkan sıradan olsun, adam sanatını gayet iyi yapıyor". O esnada bir şey farketti, dükkanın tekdüzeliğini bozan küçük bir ayrıntı; dengesi bozulup sarkan radyatörün sol yanına saç kremi kutusuyla destek yapılmıştı. Kremin markasını okumaya çalışırken boyayı karma işini bitiren kuaför elinde pembe naylondan tek kullanımlık önlük ile arkasında göründü. Hışırtıyla önlüğü boynuna doladı ve kadının sıcak nedeniyle yüzünü buruşturmasını görüp vantilatörü çalıştırdı. Fırçayı eline almadan önce "Bitey iter mitiniz?" diye sordu, kadın teşekkür edince de usta hareketlerle boyayı saça uygulamaya başladı. Kuaför aynasına bakmaktan oldum olası hoşlanmazdı kadın, gözünü sol yandaki turuncu kanepenin aynaya düşen yansısına dikip saçlarının ne kadar çabuk uzadığını düşünmeye başladı. Görünmeyen radyodan "Elbette" ile başlayıp devamı anlaşılmayan garip bir müzik sesi geliyordu. "Ne garip şarkı bu, kim söylüyor ki?" diye cevabı olmayan bir soru oluşturdu kafasında kadın, gözüne aynanın önünde duran kelebek toka ilişti. Oya Aydoğan'ı, Ahu Tuğba'yı ve 80'li yılları anımsadı. "Gelmiş geçmiş en rüküş on yıl 80'ler olsa gerek" diye düşündü, "alından bombelenip şu tokaya benzeyen tokalarla tutturulmuş permalı saçlar, duvardan duvara vatkalar, pileli şalvar pantolonlar, bir karış yüksekliğinde kemerler", "bırrr" dedi, "nasıl giymişiz o berbat şeyleri". Radyodaki ses değişmiş, Funda Arar söylemeye başlamıştı, severdi onu, bir süre kulak kabarttı. Dalgınlığını kuaförün sesi bozdu: "Ne zaman gidiyortunuz?". "Ekim başı" diye cevap verdi, havaların durumu ve kuaförün yeni doğan bebeği üstüne iki-üç dakikayı geçmeyen kısa sohbeti yine bir suskunluk takip etti. Pek konuşmazdı zaten kuaför, kadın da çok konuşan kuaförleri sevmezdi. Derken boya uygulaması bitti, kadın çantasından kitabını çıkardı, kuaför masasına geçip bir kare bulmacayı çözmeye başladı. Kadının kitabı "Yeraltına Mektuplar" adını taşıyordu. Yaşayan yazarların ölmüş yazarlara mektuplarından oluşan bir kitaptı. Doğan Hızlan'ın Behçet Necatigil'e yazdığı mektubu okumaya başladı. "Siz başkaları için yazan bir kuşağın son temsilcisiydiniz" diyordu Hızlan Necatigil'e. Necatigil'i ne kadar sevdiğini ve tanımayı ne kadar istediğini düşündü kadın, acaba tanısa hayal kırıklığına uğrar mıydı? Fazla durmadı üstünde, başka bir mektuba geçti: "Nihat Ziyalan'dan Ayçelen'e". Ayçelen kim diye düşünürken mektubun sonunda Ziyalan'ın esasında mektubu kendine yazdığını anladı. Kuaför saçlarındaki boyayı uçlara doğru yayarken o Ahmet Güntan'ın James Baldwin'e yazdığı mektubu okuyordu. Mektubun son satırıyla kuaförün "Yıkayalım mı?" sorusu senkronize oldu. Kitabı çantaya koyup, yüksekliğini her seferinde ayarlayamayıp kendini küt diye bıraktığı alçak saç yıkama setine yürüdü. Bu kez dikkatliydi, yavaşta yerleşti. Saçı yıkanırken aynadan yansıyan ve yıllardır değişmeyen üç posteri bir kez daha seyretti: Bombeli saç kesimi kafasında motosiklet kaskı gibi duran kızıl saçlı, Julie Christie'ye benzeyen dağınık saçlı, asi görünümlü kumral ve saçlarının sıklığına imrendiği muhtemelen kuzeyli sarışın. O esnada saçlar yıkanmış, kuaför her zaman yaptığı gibi bir tutam saçı bulaşık teli gibi kullanarak alnına ve şakaklarına bulaşan boyayı temizlemeye çalışıyordu. Sonra ilk günkü canlılığı kaybolmış kırmızı bir havluyu kadının başına sardı ve demin kalktığı koltuğu göstererek "Tizi töyle alalım" dedi. Kadın kahküllerinin biraz kısaltılmasını istedi, önüne düşen perçemlere bakarken aklına "saçın önüne düşünce ak mı kara mı anlarsın" atasözü geldi, "benimki çikolata kahve oldu" diye gülümsedi. "Tekil mi verelim, fön mü çekelim?" sorusuna "Şekil" dedi kısaca ve on dakika sonra parlayan saçlarını savurarak kuaförden ayrıldı.

18 Ağustos 2013 Pazar

KARNIYARIKLI DÜŞÜNCELER

Pazar gününe karnıyarıkla giriş yaptım. Yanlış bir planlama sonucu bir orduyu doyuracak kadar hazırlayarak  hem de. Ne zaman karnıyarık pişirsem çocukluğuma ve Yenimahalle'deki evin merdiven sahanlığına bakan küçük mutfağına dönerim. Biz fast food nedir bilmeyen bir dönemin çocuklarıydık, dışarda yemek yeme lüksümüz pide-döner ikilisiyle sınırlıydı, o da kırk yılda bir. Şehirlerarası yolculuklarda verilen molalarda, annem yolüstü lokantalarının mutfağına pistir diye burun kıvırır, çok zorunluysak yoğurt-ekmekle bastırırdık açlığımızı. Hal böyle olunca mutfaktan çıkan menü sebze ağırlıklı tencere yemekleri olur, patates kızartması ise sofraya şenlik getirirdi. O zamanki patateslerin tadını şimdikilerde ara ki bulasın zaten. Benim çok üşendiğim ve son yıllarda kızartıldığı için iyice az pişirilecekler kategorisine soktuğum karnıyarıksa neredeyse her hafta pişerdi evimizde. Patlıcanı çiğ bile yiyebilecek kapasiteye sahip şahsım için de o gün mızmızlanmadan geçecek bir öğün demekti bu. Annem zorunlu bazı durumlar hariç mutlaka öğleden önce o günün yemeklerini hazır ederdi. Salondaki şahsıma ait ilan ettiğim, anneannemin bitişik komşusu Ağavni teyzenin eve sığmadığı için bize verdiği, üzerinde "hanım dilendi, bey beğendi" denilen, renk renk ipliklerle örülüp birleştirilmiş üçgen parçalardan oluşan bir yastığın baş köşede durduğu küçücük somyaya yayılmış ya kitap okur ya bebeklerimle oynarken burnuma dolan kokuyla mutfağa seyirtirdim anında. Annem, ortak balkondan geçenlerin görmemesi için yüksek tutulmuş pencerenin perdesini ve camını sonuna kadar açmış, iki kişinin zor sığdığı mutfaktaki üçlü Mobilgaz ocağının üstünde bir yandan patlıcan kızartıyor, bir yandan soğanla kıyma kavuruyor olurdu. Mutfağa girdiğimi görür görmez ya bir iş buyurur, ya da kalabalık etmememi emrederdi. Esasen niyetimi anlamış,  beni mutfaktan kaçırmaya çalıştığı aşikardı. Ben yüzsüzce "azıcık karnıyarık içi" diye yalvarırken o "az yaptım zaten, patlıcanlara yetmez" diyerek geri püskürtme taktiğine başvururdu. "Yaa bana ne, bana ne azıcık, noolur" ısrarlarıma, "kahvaltı bulaşıklarını yıkarsan belki" diyerek şart koşar, çaresiz söylene söylene 2 bardak, 3 tabağı sabunlamaya başlardım. Sonra da ekmeğin en sevdiğim yerini, köşesini koparır (evet, kesmez koparırdım, öylesi daha zevkliydi), hatta köşe ve taze ekmek yoksa hiç üşenmez, bir koşu caddenin karşısındaki dedikoducu Niyazi Bakkal'a gider, yüzüne bile bakmadan "Naaber Niyazi abi" diyerek ekmeklerin bulunduğu bölmeye dalardım, parayı tezgaha fırlatır ve soluğu evde alırdım. Açtığım köşe ekmeğin içine annem 2-3 kaşık karnıyarık içini koyup kovalardı beni mutfaktan. Domatesin suyuyla kızaran ekmeği köşesinden dişleyerek küçücük somyama döner, Yenimahalle İlçe Halk Kütüphanesi'nden ödünç aldığım kitaplardan birine gömülürdüm. Mevsim yaz, hayat henüz güzel, annem hayatta, sebzeler doğal tadında ve ben çocuktum.

Az evvel kendi yaptığım karnıyarığın içinden aşırıp yine bir köşe ekmeğe doldurup yedim. Mevsim yine yazdı ama hayat yorucu, annem başka bir alemde, sebzeler sünger tadında ve ben artık yetişkindim. Neyse ki ruhumdaki çocuk henüz büyümemişti de bir Miyazaki animesi açıp sarma yapmaktan hâlâ zevk alabiliyordum...

16 Ağustos 2013 Cuma

GEZELİM-GÖRELİM

Hani dün "Kim Var?" yazısında kadın metrodan inip Cebesi Kampüsü'ne girmişti ya, gerisini anlatmayı da bana bırakmıştı, kaldığı yerden devam edeyim, biraz şehir rehberi gibi olacak ama olsun varsın :)



Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü'nün içi dışardan pek belli olmasa da hayli büyük ve yeşil. Nilüferli havuzları bile var ve bu gidişimde çiçek açmış olduklarını gördüm. 



"Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun Jansen’e ısmarladığı şehir planında Cebeci’ye de kayda değer yer ayrılıyordu. Plana göre, eski kent kenarında, Bentderesi bir mesire yeri olarak korunacak, istasyonun genişletilmesine çalışılacaktı. Yenişehir ile Cebeci arasında oluşmuş yapılaşma, yüzeysel müdahalelerle korunacak, eski ve yeni şehirlerin birleştirilmesi sağlanacaktı. Böylelikle 1926’dan itibaren Cebeci’de ortaya çıkan plansız şehirleşmenin ve gecekondulaşmanın önüne geçileceği düşünülüyordu. Bu konuda istenildiği ölçüde bir başarı sağlanamasa da, devletin çok önem verdiği eğitim kurumları ile askeriye ve sağlık kuruluşlarının inşası, varolanların modernize edilmesi suretiyle semtin ayrıcalıklı bir konuma yerleştirilmesi ve özellikle memur kesim için cazip kılınması mümkün oldu" 

Şimdiki adıyla Siyasal Bilgiler Fakültesi, eski adıyla Mülkiye Mektebi (Mekteb-i Mülkiye-i Şahane) 1935'de İsviçreli mimar Ernst Egli tarafından tasarlanmış genç Cumhuriyetin ilk eğitim binalarından biri. Zamanla ilave binalarla genişletilmiş. En üstteki fotoğraf ana bina, alttaki, önünde her yıl düzenlenen "İnek Bayramı"na atfen  inek heykeli bulunan bina ise büyük anfi. 




Bu fotoğraflar binanın içinden, ortada görülen benjamin ağacı iç avluda.



Fakülte koridorunun karşılıklı duvarlarını kuruluşundan bu yana okulda çekilen fotoğraflar süslüyor. 


Dekanlık katında sergilenen inekli objeler koleksiyonu


Kütüphaneden bir görünüm


Aynı kampüste yer alan Hukuk Fakültesi ana binası

"1946’da Ankara Üniversitesi kurulduktan sonra, 1925’te eğitime başlayan Hukuk Fakültesi de Cebeci’ye taşındı. 1964’te Eğitim Fakültesi’nin eğitim hayatına başlamasıyla birlikte semt bir fakülteler semti olmuştur artık. Böylelikle, Otuzlu yıllarda Jansen’in planında öngörülen ve o dönemde hayata geçirilemeyen “fakülteler bölgesi”, yaklaşık kırk yıl sonra Cebeci’nin alamet-i farikası olarak ortaya çıkmıştı.


Cebeci’yi ilgi çekici kılan bir başka özelliği, yıllarca Türkiye Cumhuriyeti’nin sacayağı ve gurur kaynağı olarak anılan Mülkiye, Tıbbiye, Harbiye üçlüsünün yan yana bulunduğu bir semt olmasıdır. Harbiye’nin uzantısı olarak tanımlayabileceğimiz, Gülhane Askeri Tıp Akademisi (GATA) Etlik’teki binasına taşınana kadar uzun yıllar Cebeci’de hizmet vermiştir. Harita Genel Müdürlüğü, Askeri Dikimevi ve Askerlik Şubesi de Cebeci’de yer almıştır. Fakülteler, hastaneler, askeri kurumlar semtin nüfus yapısında belirleyici olmuştur. Semtin yerlileri diyebileceğimiz kesim ile okumak ve çalışmak için dışarıdan gelmiş öğrenci, bürokrat, memur, asker, hekim, öğretim elemanı ve sanatçılar semtin kültürünün ortaya çıkmasında belirleyici olmuşlardır" 




Hukuk Fakültesi iç bölümler


Eğitim Fakültesi'nden görünüm

Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü'nde Hukuk, Siyasal Bilgiler, Eğitim, İletişim Fakülteleri ile yurt binaları yer alıyor. Binalar ve Cebeci semti hakkında bilgi veren italik yazılar Funda Cantek'ten alınmadır. Leylak Dalı şehir rehberi olarak okuyucularına güzel günler diler :)

15 Ağustos 2013 Perşembe

METRODA KİM VAR?


Kadın üzeri kapatılmış İncesu deresinin  basamak aralarından sızarak kendini hatırlattığı metronun bitmek bilmez merdivenlerinden dizini sakınarak indi. Duyduğu sesten gideceği yönün treninin hareket ettiğini anlayarak banklardan birine oturdu. İstasyon hemen hemen boştu, yürüyen merdivenin takırtısı da kesilince yalıtılmış bir bölgedeymiş gibi hissetti kendini, adeta sonsuz bir sessizlik. Tavana dizi dizi yerleştirilmiş floresan ampullerin çiğ ışığı iyice soğuk bir hava vermişti fayanslarla kaplandığı için morga benzeyen biniş peronuna. Tam göz hizasındaki kocaman afişte Ankara'nın Türkiye'nin 1., dünyanın 31. refah seviyesi en yüksek kenti olduğu yazıyordu. "Birinci" yazıyla, "31." rakamla yazılmıştı niyeyse ve "en yüksek" sözcükleriyle birlikte sarı renge boyanarak göze çarpar hale getirilmişti. "Vay canına" dedi kadın, "pek de belli olmuyor ya neyse". Karşı perondaki banka valizlerini sürükleyerek bir karı koca gelip oturdu, adam karısına küs gibiydi, arkasını döndü valizin sapıyla oynamaya başladı. Tavandaki kırmızı ışıklı gösterge "Dikimevi 1 dakika" yazınca ayağa kalktı kadın, sarı renkli emniyet şeridine doğru yanaşıp trenin geliş istikametine çevirdi bakışlarını, az sonra hafiften bir rüzgar yüzünü yalamaya başladı ve tren göründü. Nisbeten boş görünen vagonlardan birine geçip oturdu. Sol yanında cep telefonuyla muhtemelen oyun oynayan bir delikanlı, tam karşısında da boynuna taktığı kocaman madalyon dar göğüs kafesiyle tezat teşkil eden genç bir kadın oturuyordu. Elini çantasına atıp kitabını çıkaracakken bir sonraki durakta ineceğini hatırlayarak vazgeçti. Vagonun diğer ucunda kırmızı yemenili, basma şalvarlı tombul bir kadın arkası dönük olarak oturuyordu ve ayakları yere değmiyordu. Gülümsedi kadın, babası geldi aklına; "sandalyeye oturunca ayakları yere değmeyeni evlendirmezler" derdi babası o küçükken, hep merak ederdi, kısa boylular evlenemeyecek mi diye. Bu kadın evli miydi acaba? Yer minderine oturtup evlendirmişlerdi belki de. "Kurtuluş" anonsunu ve kapı açılma sesini duyunca yüzünde bir gülümsemeyle kalktı yerinden, perona atladı. Ankaray istasyonlarının en uzun merdivenlerinden birini söylenerek tırmandı, dışarı çıkınca güneşten gözleri kamaştı. Sıcaklık öğle saatinin hakkını verecek kadar yüksekti. Yol boyu sıralanmış lokantaların, büfelerin önünden geçti, iki lokanta arasında bir düğün salonu gördü, "eskiden burası sinema değil miydi?" diye düşündü, değişim öyle hızlı oluyordu ki bir önceki kafada yer etmeden yenisi geliveriyordu. İlerde solda bir düğün salonu daha vardı, merdivenle inilen. Geçenlerde babası ile oradan geçerken babası "burada birinin düğünü olmuştu, kimindi ki acaba?" demişti, sonra kendi düğünlerinin orada olduğunu hatırlamıştı da epeyce gülmüşlerdi. Güneş ışınları insanın tepesini delercesine iniyordu yukarıdan, yol üstündeki büfenin yanında duran yaşlı adam elindeki paketten son sigarayı ağzına alıp paketi Hukuk Fakültesi'nin parmaklıklarını saran Amerikan sarmaşıklarının arasına fırlattı. Kadın büfeyi geçince kaldırımın sağ tarafına, nisbeten gölgelik olan fakülte parmaklıklarına doğru yanaştı. Yeni sulanmış toprak kokusuna duvar diplerinin kaderi olan idrar kokusu karışıyordu. Burnunu kırıştırdı kadın, "kokular ayrıştırılabilmeli, kötüler safdışı bırakılıp güzel olanlar çekilmeli ciğerlere" diye geçirdi aklından, adımlarını hızlandırdı sonra, kampüsün kapısından içeriye girdi. 

Bundan sonrasını yarın Leylak Dalı anlatsın size...


13 Ağustos 2013 Salı

İŞTE ÖYLE BİR ŞEY


Bayramdan bu yana fabrika ayarlarıma dönemedim. Yorgunluğun getirdiği geleneksel ağrılara (diz, el, bilek, varis) eşlik eden bir de ruh sıkıntısı vardı ki dün gece uykumdan sıçrayarak uyanmama sebep olan bağrışmaların eşlik ettiği görüntü bu halime tavan yaptırdı. Çok ender olarak şanslı günümdeydim ve fazla tepinmeden derin bir uykuya dalmıştım ki açık pencereden içeri canhıraş feryatlar doldu. Adeta yataktan düşercesine kalkıp kalbim çarparak cama koştum. Yolun kıyısına parketmiş iki arabanın arasında 3-4 kişilik bir erkek grubu travesti mi, hayat kadını mı olduğunu karanlıkta tam kestiremediğim bir kadını kıyasıya dövüyordu. Çığlıklara küfür, yumruk ve tekme sesleri eklenirken ergen denebilecek yaşlarda birkaç genç de dahil oldu kavgaya. Bir süre sonra gençlerin kavgayı ayırmaya geldiklerini dayakçı grubun bir arabaya atlayıp gitmelerinden sonra anlayacaktım. Dayaktan perişan kadın arabanın tamponuna sunturlu küfürün eşlik ettiği bir tekme savurduktan sonra yere yığıldı. Gençler kadını yerden kaldırıp üstünü başını silkelediler, hastaneye götürmeyi teklif ettilerse de oncağız yediği dayağın etkisiyle çığlıklar atıp çıplak ayaklarının üstünde tepinerek "herşeyim gitti, ayakkabılarım, çantam, telefonum" diye ağlıyordu. Kavganın başlangıcını görmediğim için bir pazarlık anlaşmazlığının sözkonusu olduğunu ve dayakçı tiplerin para vermekten kurtulup üstüne bir de kadını arabadan atıp dövdüklerini tahmin etmekte gecikmedim. Lakin bir anda biriken ergenler ve daha sonra onlara dahil olan motosikletli genç kimdi, kadını tanıyor muydu bilemedim. Olayın cereyan etme sebebi her ne ise de sonuçta mağdur olan yine bir kadındı, bir "öteki" kadın. Herşey durulup yan apartmandaki komşuların çağırdığı polis de gittikten, kadın çıplak ayaklarıyla seke seke uzaklaştıktan sonra hâlâ çarpan kalbimi de yanıma alıp yatağıma döndüm ama uyumak ne mümkün. Geceyarısı savunmasız bir kadını kıyasıya döven bu adamlar evlerine dönüp çocuklarının üstünü örttüler mi acaba diye düşündüm. Ya da bugün takım elbiselerinin içine kravatlarını takıp işyerlerinde ciddiyetle çalışmaktalar mydı? Hiç vicdan azabı ya da üzüntü duymuyorlar mıydı? O kadının hayat kadını ya da travesti olması her kötü muameleyi hakettiği anlamına mı geliyordu onlarca, erkek olmaları onlara bu nefret edilesi fiziksel üstünlüğü mü sağlıyordu? Hasılı düşündüm durdum, zihnimde kadının çekiştirilip yolunmaya çalışılan sarı saçlarının görüntüsü, insanların cidden kötü olduğuna kanaat getirmiş olarak rahatsız bir uykuya daldığımda ortalık ağarmıştı bile.

Bu nedenle tatsız başladığım güne bir parça keyifi çalan zille kargo görevlisi getirdi, son kitabı "Katilin Şahidi"ni okuyup çok sevdiğim Algan Sezgintüredi'nin diğer polisiyelerini geciktirmeden yollamıştı sipariş verdiğim D&R. Elimdeki 50 sayfası kalan "Emanet Gölgeler Defteri"ni acilen bitirip ilk kitap "Katilin Şeyi"ni okumaya başlayacağım, belki dedektif  Vedat ve ortağı Tefo kafamı biraz olsun dağıtmaya yardımcı olur.

11 Ağustos 2013 Pazar

FİNİŞ



"Yorgan yitti, kavga bitti" ya da "Bayram bitti, stres gitti". Oh be!.. Bu sabah kalktığımda aynen yukarıdaki gibiydim. Mümkünse bir süre bayram olmasın :)

9 Ağustos 2013 Cuma

BAYRAMI ORTALAMIŞKEN...


Yarısını tükettiğimiz bayramın şu ana kadarki özeti bolca kahve, şeker-çikolata, tatlı-matlı, bebelere harçlık, büyüklere kutlama, hep birlikte yenen akşam yemeği, bomboş cadde, Uykusuz dergi, Algan Sezgintüredi polisiyesi ve yorgunluk...





7 Ağustos 2013 Çarşamba

BAYRAM ÖNCESİ MUTFAKTA KİM VAR?



Görsel: Buradan

Kadın sabah yataktan kalkarken aklında yarınki bayram yemeği için planladığı menü vardı. Bir kısmını dün akşamdan halletse de işin büyügü arife gününe kalmıştı. "İyi ki senede iki defa bayram oluyor" diye konuştu kendi kendine, "masrafı ayrı, yorgunluğu ayrı, telaşesi ayrı, bir de ayda bir bayram yapsak hapı yutmuştuk." Pek hoşlandığı söylenemezdi bu telaşeden ama birkaç yıldır çocuklarla, kızkardeşle biraraya gelip, en azından bir akşam yemeğinde hoşça vakit geçirmek güzeldi. Hem artık yanlarında, aralarında olmayan büyükleri de anmış, onların geleneklerini sürdürmüş oluyorlardı.

Bunları düşünürken mutfağa girmişti bile, işe akşam yemeğinden sonra ıslatılıp bırakılmış tavayı yıkayarak başladı. Ardından en önemli işe girişecekti, "portakallı, haşhaşlı tatlı" yapımına. Huyu kurusun özel günlerde, kalabalık toplantılarda hep yeni bir şey denerdi. Neyse ki şimdiye kadar eline yüzüne bulaştırmamıştı. Sebzelikte duran 3 portakalı çıkarıp yıkadıktan sonra kabuklarını rendelemeye başladı. Tarif üzerinde biraz oynama yapacaktı kendince; şerbete yarı yarıya su, yarı yarıya portakal suyu koyacaktı. O sırada ilk vukuatını gerçekleştirdi, başparmağın ilk bölümünü rendeye kaptırmıştı. Canı yanarak rendenin yedi sülalesine bir selam gönderdi ve parmağını suya tutup kağıt peçeteye sardı, rendeye devam etti. Sonra kabuksuz kalan portakalların suyunu sıkıp suyla karıştırdı, 3 bardak da şeker ekleyip ateşe oturttu. Hamurun malzemelerini çukur bir kaba yerleştirecekken aklına geldi ki oda ısısında olması gereken Sana yağını dolapta unutmuştu. E haksız da sayılmazdı yıllardır eve ne Sana ne de benzeri bir margarin girmişti, bayram tatlısı hatırına olmasa yine de zor girerdi ama "o kadar çatlak su kaçırmaz" diyerek 250 gramlık bir paketin malzemeye dahil olmasına rıza göstermişti. Dolabı açıp margarin paketini aldı ve balkonun güneş alan bir köşesine yumuşaması için bırakıp salonun camlarını silmeye gitti. Bu arada diline ta çocukluğundan kalma bir reklam cıngılı takılmıştı:
"Bu sevgi besler beni
Yalnız, yalnız, yalnız, yalnız Sana yemeli
Memlekette Sana'dır yağların en güzeli
Sanaaa, Sanaaa, Sanaaa, Sa-na"
Bir yandan yüksek sesle söylüyor, bir yandan camları siliyor, kafasından da "Hadi oradan sabun tadında, sabun kokulu Sana, yıllarca faydalı diye kakaladınız bize bu suni yağları" diyordu. Aklına geldi, bir de Vita ve Ufa vardı. Teneke kutuda alınır, bitince de içine sardunya, küpe çiçeği, begonya falan dikilir, pencerenin önüne sıralanırdı. Bu adet öyle yaygındı ki bir ara Ufa, teneke kutulara Türk motifli renkli desenler basar olmuştu. Gözünün önüne Yenimahalle'deki evin, merdiven sahanlığına bakan mutfak penceresine dizili saksılar geldi. "Annem olsaydı" diye düşündü "şimdi hummalı bir telaş içinde olur, iş yapmaktan çok sıralayıp planlamaktan yorulurdu". Derin bir iç çekti, annesi yoktu artık ne yazık ki, "zaten olsaydı bu camlar bu kadar kirlenmezdi" diye gülümsedi ve bezi banyoya bırakıp ellerini yıkayarak mutfağın yolunu tuttu.

Yağ yumuşamıştı, 2 yumurtayı, 1 bardak irmiği, yarım bardak pudra şekerini, portakal kabuğu rendelerini harmanladı. Eline hiç sevmediği halde rende kazası yüzünden eldiven giymişti, ilave etmesi gereken 3 bardak unu bulaşık ellerle zor bela ekledi, kabartma tozunun paketini ağzıyla yırttı ve hamuru yoğurmaya başladı. Hiç sevmezdi hamur yoğurmayı, işi kolaylaştırmak için dilinin ucuna gelen türküyü söylemeye başladı. Ne söylediğinin farkına varınca bir kahkaha attı. Gençliğinde bir Tatar köyünde öğretmenlik yapan halasının öğrenip kendine de öğrettiği bir Kırım Tatarı türküsüydü hamura eşlik eden: "Siyt Osman saray, saldırgan ay boyganda boyda/Sen nişanda yog edin ay hoşgildin toyga". Meraklısı için aşağıda:


Kadın Tatarcayla cebelleşirken hamur kıvama gelmişti. Fırını yaktı, kaynayan şerbetin altını kapattı ve ceviz büyüklüğünde toplar yapıp haşhaşa bulamaya başladı. Her topun göbeğine bir fındık tanesi yerleştiriyordu. Sonuncuyu da halledince tepsiyi fırına sürdü ve öğlen saatindeki dişçi randevusuna yetişmek için hızlandı. Dönüşte sarmayı planladığı sarmanın içini hazırlamaya başladı. Pirinci yıkadı, biraz ince bulgur ekledi, kıymayı dolaptan çıkardı, soğanı, sarmısağı bızztladı, baharatları serpti ve karıştırmaya bir yandan da anneannesini düşünmeye başladı. Anneannesinin sarma yapması başlıbaşına teatral bir olaydı. Sarma yapmaya niyet ettiği günler sabahın köründe kalkar ve ev ahalisini de ayağa dikip emrinde kullanmaya başlardı: "Zofra bezini yayın, soğanı soyun, maadünüsü yıkayın, piriçi ayıtlayın, yaprağı haşılayın". Onlar ardarda verilen emirlerle şaşkın malzemeyi tamamlamaya çalışırken anneanne yere oturur, örtüyü dizine çeker, tek bacağını uzatır, diğerini altına alır, gözlüğünü burnunun üstüne düşürüp dilini ağzının yan tarafından dışarı çıkararak kimbilir ne zaman parmağına girip bir daha çıkmamış yakut taşlı yüzüğünün boğduğu tombul parmaklarıyla minicik minicik sarmalar sarardı. Kadın özlemle gülümsedi, anneannesini düşünerek bir türkü tutturdu bu sefer, onun en sevdiği türküyü: "Cevizin yaprağı dal arasında/Güzeli severler bağ arasında/Üç-beş güzel bir araya gelmişler/Benim sevdiceğim yok arasında". 15 yaşında ailesinin kararıyla evlendirilmiş, çok geçmeden üstüne kuma gelmiş, hayatta kadın-erkek ilişkisine dair tek söylediği "Ben gençken öyle güzeldim ki, evli olduğumu bilmemiş de bir müddeiumumi istemeye gelmişti" olan güzeller güzeli çileli Anadolu kadını anneanne, bu sevda dolu türküyü hangi duygularla severdi bilinmez ama kadın ne zaman dinlese ve söylese anneannesini hatırlar, gözleri dolardı.

"Fazla duygusallık bünyeye zarar, hem de randevuyu kaçırtır" diyerek giyinmeye gitti kadın, çok sürmedi kendini dışarı attı, koşar adımlarla diş hekiminin muayenehanesine ulaştı, yerinden fırlayan dolguyu tamir ettirip arife kalabalığıyla iyice bunaltıcı olmuş sokaklardan geçerek eve döndü. Şimdi sarma zamanıydı ama "önce güzel bir film bulmalı" dedi ve bilgisayara doğru yöneldi.

Yukarıdaki bayram telaşındaki kadın ve ben Leylak Dalı hepinize huzur içinde bir bayram diliyorum...

Bu da meraklısı için yaptığım portakallı-haşhaşlı tatlı, esinlenme için "Selda'nın Mutfak Defteri"ne çok teşekkürler...


6 Ağustos 2013 Salı

6 AĞUSTOS 1945


6 Ağustos 1945
2. Dünya Savaşı'nda Hiroşima'ya ilk atom bombası atıldı


Sadako o tarihte küçük bir kızdı. 9 yıl sonra maruz kaldığı aşırı radyasyon nedeniyle kansere yakalandı. 


 "1000 Turna Kuşu" efsanesine göre hastalanan kişi 1000 tane kağıttan turna yaparsa iyi olurmuş. Sadako turnalar katlamaya başladı umutla. Onlarla konuştu, "Kanatlarınıza huzur yazacağım, tüm dünyada uçacaksınız" dedi. 644. turnayı katlarken öldü. Arkadaşları geri kalan 356 turnayı katlayıp onunla birlikte gömdüler. O zamandan beri turna kuşu barışın ve nükleer silahsızlanmanın simgesidir. 
Sadako bir sembol oldu, ölümünden sonra yüzlerce çocuk yüzlerce turna katlayıp hastanelere yolladılar. Hiroşima'da Sadako adına bir anıt ve ABD Seattle'da bir heykeli bulunmaktadır.


Nazım'ın 1956 da yazdığı şiirle bitirelim:

Kapıları çalan benim  
Kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
Göze görünmez ölüler.
 
Hiroşima'da öleli
Oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
Büyümez ölü çocuklar.
 
Saçlarım tutuştu önce,
Gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
Külüm havaya savruldu.
 
Benim sizden kendim için
Hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
Kâğıt gibi yanan çocuk.
 
Çalıyorum kapınızı,
Teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin  
Şeker de yiyebilsinler.


Hiroşima'lar olmasın, çocuklar ölmesin, turna kuşları ülkemize ve dünyaya barış ve huzur getirsin...

 

4 Ağustos 2013 Pazar

BALKONDA KİM VAR?


Görsel: Buradan

Kadın biraz yorgun kalktı yataktan, özellikle dünkü poşet taşıma ve pişirip taşırma işlerinden dolayı "carpal tunnel sendrom"u azmış, elleri uyuşmuş haldeydi. Takmadı kafaya, bir-iki saate kalmaz açılır diye düşündü, yıllardır onunla yaşamaya alışmıştı. Ufak-tefek sabah işlerini bitirip balkona çıktı. Henüz güneş bu yöne gönül indirmediği için balkon gölgeli ve serindi. İnsan sayısının azlığı hafta sonuna işaret ederken caddeden geçen araçların yoğunluğu "Hadi oradan, yemişim hafta sonunu" der gibiydi. "Vızır, vızır, vızır" diye söylendi, "ben beni bildim bileli bu cadde böyle vızır vızır, huzur yahu huzur". Saksıdaki sebzelere eğildi, biberler hayatından memnun ve bereketli idi, iki güne bir avuç dolusu  topluyorlardı. Cherry domatesler biraz nazlıydı, iki tanesi tamamen küsmüş, kuruyup kalmıştı zaten. "İyilik yaramıyor" diye düşündü, "ne insana, ne bitkiye. Hergün sula, ilgilen, vitamin ver, hatta konuş. O yine bildiğini okuyor. Salacaksın çayıra, Mevlam kayıra". Balkon demirine bağlanmış iplere yapışmış, uzadıkça uzayan ve fil kulağı büyüklüğünde yapraklar çıkaran salatalığın durumu daha feciydi. İkide bir güzel sarı çiçekler açıp, hatta minimal boyutta salatalıklar verip ertesi gün kurutup düşürüyordu. "Hıyar işte ne olacak" çemkirdi saksıya karşı, saksının da umuruydu sanki, yapraklarını bile kımıldatmadı. Kadın kapının yanındaki semizotlarına yöneldi, arap saçını andıran gümrah yapraklarını okşadı, "bitki dediğin böyle olur işte, ekmeden bitecek, almadan verecek". Biraz bencilce bir düşünce geliştirdiği farkedip utandı, "Pardon" dedi balkonun en kalender sebzesine, "densizlik ettim, en çok seni seviyorum inan ki". Diğerleri duyduysa da tepki vermediler ya da içlerinden "Biz sana yapacağımızı biliriz" dediler. 

Kadın tekrar cadde tarafına yöneldi. Sarı elbiseli, kızıl saçlı bir genç kadın yanında beş yaşlarında gösteren bir oğlan çocuğuyla yaklaşıyordu. Çocuk gözüne taktığı güneş gözlüğünün verdiği havayla aradaki yılları dev adımlarıyla atlamış, ergen tavırlarla yürüyordu yolda. Kocaman bir kamyon geçti ana-oğulun hizasından, içi eşya doluydu, birileri taşınıyordu belli ki. Ağaçlara takıldı sonra gözü, "Bu yıl akasya çiçeklerinin petalleri fazla dökülmüyor, en azından içeri girmiyor" diye düşündü biraz şaşırarak, geçen yıl süpürmekle bitirememişti hem balkondan, hem evin içinden. Gerçi hemen balkonun dibindekinin kemirilmiş gibi çirkin bir şekilde budanmasının, bir diğerinin de tamamen kesilmiş olmasının etkisi olabilirdi ya da bu yıl çiçek ve rüzgar geçen yıla göre daha azdı. Burun deliklerine mis gibi bir koku doldu, nerden geldiğini anlamaya çalışırken üst komşunun balkonundan sarkan yeni yıkanmış perdelerini gördü. "Yakında çiçek-ot kalmayacak, deterjan kokusuyla avunacağız galiba" diye derin bir nefes daha aldı. O esnada kullanılmayan yan balkonda yuvalanan tombul güvercinlerden biri karşı komşunun sardunyalarına pike yaptı. Kadıncağız çiçeklerini korumak için saksının çevresini sivri uçlu çöp şişlerle donatmıştı ama güvercin kısmı çöp şiş seviyor olsa gerek ki aldırış etmeden uygun bir nokta bulup konuşlandı ve sardunyaları didiklemeye başladı. Yalnızca çöp şişi değil, ekşiyi de seviyordu galiba güvercinler.

Caddenin karşısındaki restoranın önünde duran dore renkli Vosvos'a yüzünde gülümsemeyle bakmaya başladı kadın, ta çocukluğundan beri Volkswagen arabalara bayılırdı. "Aşk Böceği Hörbi" filmini hatırladı sonra, seyrettiği Seyran Sinemasının bordo kadife perdelerini, pembe ışıklı apliklerini. Neredeyse Yenimahalle'ye, çocukluğuna dönüyordu ki kaldırımın kenarında parketmiş kiralık minibüsün etrafında bir hareketlenme oldu. İki adam ve bir kadın minibüsün cadde yönüne saklanmış, kafalarını kaldırıma doğru uzatmış bakınıyor, adeta saklambaç oynuyorlardı ki daha "ne yapıyor bunlar" diye düşünmeye kalmadan şaşkın şaşkın bakınan bir çocuk göründü aracın arkasından. Üçü birden bağrışarak çocuğun önüne atladılar, çocuğun ödü patladı. "Ebeveyn usulü bir şaka izledik sayın seyirciler" diyerek içeri girdi kadın. "Ben en iyisi yönetmen usulü bir film izleyeyim" ve nicedir aklında olup ihmal ettiği Whoopi Goldberg'in başrolü oynadığı "Mor Yıllar" filmi için monitörün başına oturdu.

1 Ağustos 2013 Perşembe

BEN BUGÜNLERDE...






Böyle güzel kartlar aldım blogger dostlarımdan. Bu yıl "kart etkinliği" yok. Hayli yorulduk organizasyon yaparken üç yıldır ama bir kart yollama geleneği oluştu sanki aramızda. Artık adresler elimizde, olmayanı da isteriz olur biter. İşlem bu kadar basit ama posta kutusunu açınca  size gülümseyen bir kart bulmanın keyfi paha biçilmez. 


" -Odam, kitaplarım, olağan dünyam-
Tül perdede Ağustos ışınları"

demiş Ataol Behramoğlu. Bugün itibariyle Ağustos'a açtık kapıları ama ben Ağustos'a inat "Mart"ı okuyorum Alper Atalan'dan. Rahat okunan, eğlenceli bir kitap olsa da bazen burun direğinde hafif bir sızı oluşturabiliyor. Şimdilik en çok "Gırnatacı Platin Emre" öyküsünü sevdim. 


Bir de şöyle birşeyler pişirdim. "Ne varmış bunda, bildiğimiz sarma" diyeceksiniz ama bildiğiniz sarma değil işte. "Uydurukçu sarması" bunun adı, bizzat uydurdum. İç harcında ince bulgur, yumuşak beyaz peynir, ceviz, domates, soğan, maydanoz, nane ve karabiber var. Galiba pek güzel oldu.

Ayrıca sürpriz iyi haberler aldım, 32 kısım tekmili birden saçma sapan rüyalar gördüm, bilgisayarda "Hotel Dash-Suite Success" ve tablette "Candy Crush Saga" oynamaya devam ettim ve yaz başından beri film izlemediğimi farkettim. En iyisi ben gidip bir film seyredeyim, kalın sağlıcakla...