.

.
.

30 Haziran 2012 Cumartesi

GEZDİK, GÖRDÜK VE HATTA YEDİK

Pek faal bir Cumartesi idi. İlk önce Galeri Kara'da açılmış olan "New Yorker/Kent Vatandaşlığı" isimli fotoğraf sergisine gittik. Buyrun birkaç örnek:


Attila Durak


Jamel Shabazz
 

Joseph Holmes
 

Michael Mundy
 

Mustafa Önder
 

Robert Herman



Bu güzel ve ilginç ahşap heykelse galerinin arka bahçesinde, eski sergi afişlerinin arasında duruyordu.

Sergiyi gezdikten sonra rotayı Atatürk Kültür Merkezi'ne kırdık, "İran Kültür Günleri" etkinliğini ziyaret için. Aşağıdaki fotoğraflar da oradan:


Tezhip, Seramik ve Hatem (sedef kakma) sanatı örnekleri


Deri üstüne minyatür


İran halıları


Herbir motifin tek tek ahşaptan oyularak yapıldığı bir tablo


Dokuma örnekleri


Eski İran kadın giysilerinden bir örnek


İranlı bir müzik grubunun dinletisi


Ve İran yemeklerinin tadına bakılarak yapılan final: Keşkî Baldırcan ve Safranlı Zerde. Keşkî baldırcanın içinde keşkek, soğan, patlıcan, safran ve köri vardı. Bizim damak zevkimize ağır geldi biraz. Safranlı zerde ise sütlacın safran eklenmişi, hafif bir tatlıydı. Zaten bütün yemeklerde safran var. Biz diğerlerine rağbet etmedik ama safranlı pilav, Berk kebabı, arpa çorbası insanların en çok yedikleri çeşitlerdi. İstanbul'daki bir İran lokantası çadır kurmuş yemek servisi yapıyordu. Temiz, düzenli ve hesaplıydı lakin köri ve safran ağırlıklı baharat kokusu yemek çadırını, bizim üzerlik dediğimiz tohumun tütsüsü de AKM'yi doldurunca alışık olmayan bünyeye biraz fazla geldi. Yine de şimdiye kadar düzenlenen yöresel ve  ülkesel etkinlikler arasında en ilginç ve kapsamlı olanıydı. Şimdi İran'lı bir seramik sanatçısının yaptığı iki minik vazoya ve yukarıdaki minyatürleri çizen kadın sanatçının elinden çıkma bir magnete sahibim. Kısa günün kârı budur.

Gün bu kadarla bitmedi, devamı bir alışveriş merkezinde geldi ama o kısım yorucu ve sıradandı, hiç sözetmeyim daha iyi. Cümleten iyi hafta sonları diliyorum...

29 Haziran 2012 Cuma

KİŞİSEL TARİHE NOT


Bu da böyle bir gündü. Bir kenarda not olarak dursun...

27 Haziran 2012 Çarşamba

BAHÇEDE BİR LEYLAK VAAARMIŞ...

Civili civili bahçeeeesi,
Bahçede bir leylak vaaarmış;


Bütün gün bunu dinleeemiş,

Kaç yıldır aradığı kitabı sahafta buuulmuş,


İsmine layık bir ayraç aaalmış,


Ve utanmadan bunları yeeeemiş,
Okuyanlar "hani bana, hani bana" demiiiiş:))
 O da onlara bu şarkıyı dinletmiiiş:
Ayça Varlıer/Sil Baştan

26 Haziran 2012 Salı

NELER OLDU NELER, MAYDONOZLU KÖFTELER

Bugün babamı İzmir'e yolcu ettik. Havaalanı servisine ulaşmak için bindiğimiz taksinin şoförü cins çıktı. Önce havaalanına otobüs koyanlara veryansın etti, "sen kaça götürüyorsun" diye sorunca "65 lira" dedi. "İnsaf yahu, uçak daha ucuz, insanlar tabii ki otobüse biner" deyince de kızdı. Bereket durağa gelmiştik de dayak yemeden indik taksiden. Birkaç farklı istikametin durağı yanyana, insanlar da cayır cayır yakan güneşten kaçmak için koskocaman bir billboardın gölgesine sığınmışlar fakat öyle düzgün bir sırayla duruyorlardı ki havaaalanı otobüsü bekleyen adamın biri onu kuyruk sanıp ucuna eklendi, bize de sıraya girmemizi tavsiye etti, daha doğrusu uyardı. Böyle birkaç küçük maceranın ardından otobüs geldi, babamı yerleştirdik, vedalaştık ve ben aceleyle elimdeki çanta ve poşetleri onun eline tutuşturdum. Araç hareket ettikten sonra farkettik ki poşetlerden biri kızkardeşe aitmiş. Neyse tebdil-i mekanda ferahlık vardır, poşet bir İzmir havası almış olacak bu sayede.

Aksiyonlu uğurlama merasiminden sonra ben Çağdaş Sanatlar Merkezi'ndeki bir etkinliğe katıldım. Niğdeli yazar ve devlet adamı Ebubekir Hazım Tepeyran adına düzenlenen roman ödülü nedeniyle iki oturumluk bir panel. Eh serde Niğdelilik var, orada yaşamamış olsam da hemşehrilik görevimi yerine getireyim istedim.


Panelin ilk oturumu Niğde'nin tanıtımına yönelikti, konuşmacılar Alev Coşkun, Prof.Dr. Ayhan Alkış, Prof.Dr.Cengiz Çekil, Niğdeli araştırmacı Ömer Fethi Gürer idi, oturumu Doç.Dr. Selin Sayek yönetti. İkinci oturum ise Ebubekir Hazım Tepeyran'ı ve adına konan roman ödülünü kazanan "Ölümün Gölgesi Yok" isimli romanı tanıtmaya yönelikti. Katılımcılar yazar Osman Şahin, gazeteci Orhan Erinç, ödül alan romanın sahibi, yazar Adnan Binyazar ve Niğde Üniversitesi'nden öğretim görevlisi Lokman Zor, panelin yöneticisi ise eski kültür bakanı Talat Sait Halman'dı. Şahsen ben bu panelden çok yararlandım, Niğde'yi daha iyi tanırken Ebubekir Hazım Tepeyran hakkında da epey malumat sahibi oldum. Tepeyran (Tepeviran ya da Niğdeli söyleyişiyle Depiran) aynı zamanda Niğde'de bağların yoğun olarak bulunduğu bir mahalledir ve yanlış hatırlamıyorsam bir zamanlar dedemler de burada oturmuşlar. Eh bunca Niğde bilgisinin üstüne eve gidince bir Niğde gazozu içtim haliyle...

Panel sonrası yürüyerek eve dönerken Kızılay'da karşıma çıktı Çizmeli Kedi ve arkadaşları.


Malum alışveriş en büyük eksiğimiz ve bunun için bir festivalimiz var ya bunlar da o festivalin ekibinden. Bir adet fil, bir adet horoz, bir adet ayu, bir adet ne olduğunu anlamadığım tek gözlü kırmızı yaratık, iki adet tahta bacaklı uzun adam ve bir adet amuda kalkmış palyaço ile müzik eşliğinde piyasa yapıyorlardı. Ben Çizmeli Kedi ile merhabalaşıp Lale'ye iletilmek üzere bir selam aldım:))

Yol üstü Dost Kitabevi'ne uğrayıp ayraç koleksiyonuma katkıda bulundum, hem de çok sevdiğim ressam arkadaşım Füsun Ürkün'ün çizgileriyle, kıskandırmak gibi olmasın ama kendileri aşağıdalar:


Uzun, sıcak ve yorucu bir gündü. Şu an şıpır terler dökmekteyim. Birazdan "İskoçya Sokağı 44 Numara"yı elime alıp yatağıma yerleşeceğim. Uyku mu kitaba galip gelir kitap mı uykuya onu deneyip göreceğiz. Haydi, iki şekerli bir sade, bana müsaade...

24 Haziran 2012 Pazar

HAFTA BİTERKEN

Ay gökyüzünde iştah açan bir kavun dilimi gibi salınıyordu az evvel balkona çıktığımda, şimdi çatıların ardında kaybolmuş. Anneannem yeni ayı gördü mü şu tekerlemeyi söylerdi hemen:
"Ayı gördüm vallah
Amentü billah
Aylar mübarek olsun
Çok şükür elhamdülillah"
Dayımsa yüzüne velet bir gülümseme yerleştirerek bana döner, "Ayı gördüm seni sandım, seni gördüm ayı sandım" derdi. Tabii bendeki tepki yüksek perdeden bir vızıklama ile "Anneeeee, dayım bana ayı dedi" şeklinde olurdu. Acaba bugün öbür tarafta ana-oğul buluşup aya bakarak sohbet ediyorlar mıdır? Kesin dayımın elinde kavun dilimine benzeyen aya eşlik eden bir kadeh rakı vardır, anneannem de bu dünyada yaptığı gibi "zıkkım içmesi" yolundaki dileklerini iletiyor, annemse aralarını bulmaya çalışıyordur:) Ah üçünü de öyle özledim ki...

Sanırım dün sular gelsin diye dua etmenizi istediğimde biraz abartmışsınız ki öğleden sonra şık bir yağmur yağdı Ankara'ya. Su mu istiyordunuz, alın size katmerlisi. İyi oldu, hafif bir serinlik geldi, bunaltıcı hava yumuşadı. Dünkü iğrenç susuzluğun üstüne haftayı iyi kapattık. Sular hayli geç bir saatte geldi ve ben o saatten sonra 2 makine dolusu bulaşık, bir makine dolusu çamaşır yıkayıp, mutfağı kırkladım. Lavabo ve tuvaletleri temizleyip dezenfekte ettim. Her ihtimale karşı bulduğum tüm bidonlara su depoladım. En son kendimi de sterilize ettikten sonra yorgunluktan sabaha kadar uyuyamadım. Yattığım yerde "İskoçya Sokağı 44 Numara"nın yarısından çoğunu okuyup bitirdim ve sabaha karşı daldığım 2 saatlik uykudan feci bir başağrısıyla uyandım. Neyse ki günün ilerleyen saatlerinde normale döndüm. 

Bir haftaya daha veda ederken hepiciğinize limonata tadında günler diliyor, sevgilerimi gönderiyorum. Kestane kebap, acele cevap...

23 Haziran 2012 Cumartesi

ŞAHANE CUMARTESİ


Sen Antalya'da nemden şikayet eder misin, toptan kuruturlar adamı. 24 saattir sular kesik, başkentin mutena bir semtinde musluklarımızdan tıs sesi bile alamamaktayız dün geceden beri. Mutfaktaki bulaşıklar koktu, biz de bir-iki saate kadar kokarız sanırım. Evdeki birikmiş bütün suları tükettik, şimdi klozete damacanayla aldığımız içme sularını dökmekteyiz. Esasen 2. bir emre kadar tuvalete gitmeyi yasaklamıştım ama pek uygulanabilirliği olan bir yasak olmadı maalesef. Dolaplarda ne kadar tabak-çanak varsa kullanıp tezgah üstüne muhtelif gökdelenleri olan bir şehir kurdum. Çatal-kaşıkları yol yapımında kullandım. Maydanoz demetlerinden ağaçlar yaptım, mimari yeteneğimle gurur duyuyorum. Yarın da gelmezse kağıt tabak-bardak alımına geçip kendimizi de evin biraz ilerisindeki çocuk bahçesine gidip kum havuzunda teyemmüm ederek temizlemeyi düşünüyoruz. Şakaya vurduğuma bakmayın çıldırmak üzereyim. Üstüne bir de yine başkentimizin mutena semtinde internet kalitesinin yükseltilmesi amacıyla bakım yaptıkları için saatlerce bu hizmetten de yararlanamadık. Arıza bildirimi için telefon ettiğimizde "Sular kesik ondan internet hizmeti veremiyoruz" demelerini bekledim aslında ama bakım var gibi bir bahane salladılar. Ve bütün bunlardan daha tatsız olanı da ülke gündemiydi ki bu konuda Allah encamımızı hayretsin diyor ve cümle blogger dostlarımı "Leylak için su duası"na çıkmaya davet ediyorum. Şimdiden teşekkür eder, sevgiler sunarım...

22 Haziran 2012 Cuma

BUGÜNÜN KELİMELERİ


Boğaz ağrısı, pastil, boğaz ağrısı, Strepsils, boğaz ağrısı, limonlu soda, boğaz ağrısı, yelpaze, boğaz ağrısı, İskoçya Sokağı 44 Numara, boğaz ağrısı, Hershey's çikolata, boğaz ağrısı, sıcak, boğaz ağnsı, sı sı sı sı sııııı...

Eeee yetti boğazının ağrısı dediğinizi duyar gibi oldum ve korkup kaçtım...

20 Haziran 2012 Çarşamba

BİRAZ GAR, BİRAZ GENÇLİK PARKI, O ANKARA MI ACABA?


Dün gece Filiz Aygündüz'ün yazdığı "Kaç Zil Kaldı Örtmenim?"in de defterini dürdükten sonra bugün nihayet sokağa attık kendimizi. Bilenler bilir Ankara Gar'ının yanında DDY Çay Bahçesi vardır; lojmanların arasında, vızır vızır trafiğin aktığı bir anayolun kıyısında, şehrin göbeğinde adeta bir yeşil vahadır. Oraya gidip çardaklardan birinin altına yerleştik; çay, soda, ayran, tost, köfte Allah ne verdiyse yiyip içip ufacık bir hesap ödedik. Gözümüzü yeşille şenlendirmemiz de yanımıza kâr kaldı. Sonra da haydi gelmişken bir de Gar ziyareti yapalım diyerek yönümüzü yan tarafa çevirdik. Babamın çocukluğu dedemin görevi nedeniyle istasyon lojmanlarında geçmiş, ondan bize devreden bir demiryolu sevdası vardır, bir genetik tutku hali. Gar binalarına, trenlere, raylara, istasyonların havasına bayılırız ailecek. Lakin Ankara Garı'na bir haller olmuş, hızlı tren çalışmaları nedeniyle tren seferlerinde değişiklikler yapılmış, hızlı trenler Sincan'dan kalkmakta imiş, yolcular servislerle Sincan'a götürülüp oradan trenlere aktarılıyormuş. Koca istasyon bomboştu. Ne kampana sesi, ne ray tıkırtısı, ne tekerlek gıcırtısı, 2013'e kadar böyleymiş sanırım. Yan taraftaki park delik deşik, Gar Müzesi bile 3 aylığına kapalıydı. Hasılı birşey anlamadan, bir keyif almadan dolaşıp bari buraya kadar gelmişken bir de Gençlik Parkı'nın tadına bakalım diyerek karşıya geçtik. 

Geçtik geçmesine de Lunapark kapısından girdiğimizden Gençlik Parkı'na ulaşabilmek için Ikea mağazasının girişinden kasalara yürürcesine yol katettik, arada geçiş yok. Aynı mantık sanırım, her oyuncağı gör, belki binersin. En nihayetinde göl(!) kıyısındaki çay bahçelerinden birine ulaşıp yerleştik. Lakin ne göl eski göl, ne çay bahçelerinin eski tadı var. Nerede o damalı örtülü masalar, tahta sandalyeler, o sıcak, samimi ortam. Neyse ki esinti vardı, önümüze gelen semaverden pek de tad alamadığımız çayları yıllar önce nikahımın kıyıldığı, şimdi sıvaları dökülmüş, terkedilmiş Nikah Salonu (eski Göl Gazinosu)na bakıp hafiften burularak içtik. Çocukluğumun, ilkgençliğimin binbir anıyla yüklü Park'ı makyajlı ama ruhsuz vitrin mankenlerine dönmüş. Metro'ya doğru yürürken gördüğümüz dondurmacı Şişman'ın adını taşıyordu. Küçük bir kızken orijinal Şişman Dondurmacı'sının önünden geçerken irkilerek bakardım tezgahın arkasında oturan o iri adama. Dondurmaları onun yaptığını, içine terinin damladığını, belki de parmağını soktuğunu düşünür yemek istemezdim, hala Maraş dondurmasını pek sevmem. Çocukluk işte, oysa şimdi nasıl özlemle andım o büfeyi ve o şişman adamın görüntüsünü.


Nostaljik gezimiz Şişman'ı anarak sona erdi. Keşke bu şehir geçmişine sahip çıkabilse...

Meraklısı için not: Yazının başında bahsettiğim "Kaç Zil Kaldı Örtmenim?"i merak ettiyseniz çok beğendiğimi söyleyebilirim.

19 Haziran 2012 Salı

BÖYLEYKEN BÖYLE


Bütün öğleden sonrayı iç salondaki kanepede Memleket Hikayeleri'ni okuyarak geçirdim. Minderlerinin yumuşaklığından dolayı çok rahat aynı zamanda da fena halde kaygan olduğu için kazara dalarsanız uyandığınızda minderleri yerde, kendinizi de tahtaya gerili kumaş zemin üstünde yatar bulabileceğiniz bu kanepe ile aramda özel bir bağ, her bir santiminde de hüzün veren anılarım vardır. Annemin ölümünden önceki yatağa bağlı geçirdiği 4 aylık süreçte onu yattığı yerden en iyi görebileceğim açıya sahip olduğu için mekan edinmiştim kendime. Dinlenecek fırsatı bulduğum çok ender anlarda elime bir kitap alıp bu kanepeye uzanır, her satır sonunda anneme bir bakış fırlatarak okumaya çalışırdım. Hiç unutmuyorum, iyice ağırlaştığı son zamanlarda Selim İleri'nin "Kar Yağıyor Hayatıma" adlı kitabını okumuştum, ne zaman kapağını kaldırsam "şu anda bizim hayatımıza da kar yağıyor" diye düşünürdüm. Zaman zaman herkese  olduğu gibi o sıcak yaz günlerinde bizim içimize de karlar yağmış, acımız da kışımız da oldukça uzun sürmüştü. Üzerinden 7 yıl geçmesine rağmen elimde bu defa Memleket Hikayeleri, uzandığım o kanepede aklımdan bunları geçirdim. Sonra "yeter, bunlarla kafayı yorup mazoşistlik yapmanın alemi yok" diyerek  bir kahve yaptım ve kitabın son sayfalarını kahvemle tükettim.

Dün başlamıştım Memleket Hikayeleri'ne ve önceki postta belirttiğim gibi pek sevememiştim, biraz zorlama bulmuştum. Lakin fikir ileri sürmekte acele etmişim, sayfalar ilerledikçe kitap beni içine aldı, sürükledi götürdü. Hele Adapazarı ve Erzurum'la ilgili bölümler, küçük öyküler, anekdotlar çok sıcak, çok doğaldı. Sevdim kısacası.

Şu aralar pek etkinlik yapamıyorum, kendimi okumalara verdim. Pek de iyi oldu, birikmiş kuleler azar azar eriyor.

Burada başka bir hevadis yok arkadaşlar, beyleyken beyle. İyi akşamlar dileklerimi sunar, yeni bir kitaba başlamak üzere batan güneşe doğru uzaklaşırım. İmza Leylak Kit:))

18 Haziran 2012 Pazartesi

OLAN-BİTEN


Ben biloga uğramamış iken yeşil çayım soğumuş, kitabım güneşten sararmış, buralar ıssız kalmış,  leylaklar dökülüp güller ağlamış tarzında firaklı bir açılış yaparak gireyim yazıya:) Nerelerdeydin diye soracak olursanız (e sorun ama ayıp olmasın, hadi bekliyorum sorun) buralardaydım esasen ama biraz meşgul idim, fırsat bulup iki satır attıramadım şu kalbimden temiz sayfalara. Ankara ıhlamur ağaçlarının saldığı mis kokular ve sıcakla hemhal olurken ben de her gün başka bir domestik ve yarı domestik faaliyetle hemhal olmakta idim. Tam da bu satırları yazarken sehpaya çarpan ayağım cam bir vazonun kırılmasına sebep oldu, kısa bir ara verip söylenerek cam kırıklarını toparladım. Bu ara sakarlıkta kendi rekorumu kırmak üzereyim, blogger toplantısındaki düşme sonucu dizimde oluşan mor, maun, akaju ve ekru zemin üzerine minik yeşil puanlı çürük henüz geçmemişken parmaklarımda muhtelif bıçakların sebep olduğu muhtelif kesikler açmaktayım. Kırıp döktüğüm tabak çanağın, devirdiğim öteberininse haddi hesabı yok. Ne diyeyim Allah beterinden korusun.

Efenim yokluğumda yaptıklarıma gelecek olursak; Cuma gününü kendimi telef ederek konuk ağırlamakla geçirdim, Cumartesi günü ise kendim konukluğa gittim. Ayrıca bir kitap bitirdim:  "Çok Şekerli Ölüm". Tiyatro oyuncusu Altan Erbulak'ın kızı Ayşe Erbulak'ın yazdığı eğlenceli bir polisiye, yakında serinin ikinci kitabı da çıkacak. Serinin ismi daha da eğlenceli: "Hafiye Karılar". Ardarda okuduğum kallavi kitaplardan sonra araya hafif bir polisiye katmak dinlendirici oldu. Şimdi elimde A.yfer Tunç'un "Meml.eket Hikayeleri" var. Yazarı çok sevmeme rağmen bu kitap bana biraz zorlama gibi geldi, sanki ev ödevi olarak yazılmış gibi bir duygu uyandırdı, yazarın her zamanki tarzından farklı buldum. Tabii bu benim kişisel fikrim, yoksa akıcı bir kitap, sıkmıyor, okuyup kendiniz karar verin.

Dünkü Babalar Günü'nü ise babamla birlikte geçirmek güzel oldu. Sabah kızkardeşin davetiyle açık havada hoş bir brunch yaptık, çamlar, akasyalar, ıhlamurlar altında. Öğleden sonrayı zorunlu bir Ikea alışverişi nedeniyle gürültülü, kalabalık ve kaotik bir AVM ortamında geçirdik. Günün kapanışı ise Behzat amirimin savcı eşinin ölümüne vahlanarak oldu. Yine de Allahtan ümit kesilmez diyor, Behzat'ın derin mafya anasını hortlatan senaristler zevcesini de hortlatır düşüncesiyle teselli buluyoruz.

Uzakta olduğum günlerin hesabını verebilmişimdir umarım, bugün ise önce kendimi ayılttım sonra da imamı bayılttım. Sıra geldi arkadaş ziyaretine, cümleten iyi haftalar diler ve huzurdan ayrılırım...

14 Haziran 2012 Perşembe

SICAK OKUMALAR


Bu benim Murat Gülsoy'dan okuduğum ilk kitap, son olmayacağı kesin. İlginçtir adı sanı duyulmamış yazarların bile bir sürü kitabını okumuşken Murat Gülsoy'dan tek bir kitap bile almamış ve okumamıştım. Sonunda şeytanın bacağı Buğday Tanesi'nin kitap etkinliği ile kırıldı. Sevgili Zeynep bana "Baba, Oğul ve Kutsal Roman"ı yolladı, hem de tek başına değil, yanında şık bir anahtarlık, kaplumbağalı kitap ayracı ve kitabı okurken eşlik etmesi için yeşil çayla birlikte. Çok telaşlı bir zamanıma denk geldiği için kitaba Antalya'da başlasam da bitirmek Ankara'da kısmet oldu. Son cümleyi okuyup kitabın kapağını kapattığımda dudağımda bir şarkı vardı: "Daha önceleri neredeydiniz?". Evet utanarak söyleyim ki Murat Gülsoy gibi bir yazarı atlamış olduğum için kendimi kınıyorum. Çok beğendiğim bir kitap oldu ve en kısa zamanda diğer kitaplarının da tadına bakılacak. İlginç bir anlatım biçimi, okuyucuyu araştırmaya yöneltecek ipuçları, akıcı bir dil ve değişik bir konu. Bir okur yazarından başka ne ister ki? Kısacası sevdim bu kitabı ben, minik bir alıntıyla tamamlayım: 

"Ruhum devlet binası gibi zaten. İlk sarsıntıyla kolonlar kirişlerden ayrılıyor."

Sıcak yüzünden evde kapalı kalınca yemek pişirmek dışındaki tek etkinlik kitap okumak oldu, "Baba, Oğul ve Kutsal Roman" biter bitmez evde sırasını bekleyen Şule Gürbüz'ün "Kambur"una el attım. Attım atmasına da pek tad alamadım, tamam bazı cümleler çok çarpıcı, çok vurucu idi ama genel anlamda sevdim diyemeyeceğim. Zaten toplamı 92 sayfa olan bir kitap ve o kadar seyrek basılmış ki 30 sayfa falan ancak okunacak şey var. O nedenle akşam olmadan bitiverdi. Hafızama iz bırakanlarsa şu satırlar oldu:

"Akıl hiçbir yere varmayınca duvara yazı olur."

"Bir alışkanlığınız varsa, bu daha da kötü. Yeni birine kahveyi şekersiz içtiğinizi ezberletene kadar kaç şekerli kahve içeceksinizdir kimbilir. Kırmamak için pek birşey söylemeyecek, katlanacaksınız. Bir gün dayanamayıp, yine sade kahve isteyip, onu sevdiğinizi söylediğinizde, "Hadi, hadi" diyecek, "seni tanıdığımdan beri şekerli içiyorsun." Kinlenecek, sırf bu yüzden kinlenecek -kolay kolay da içinizden atamayacaksınız."

Böyle işte, serin günler dileğiyle...

12 Haziran 2012 Salı

KISA KISA


-Antalya'dan kaçtık Ankara'ya geldik, sıcak peşimizden geldi. Bu ne be yav, fırının kapağını açık unutmuşlar sanırsam:)
-Bir alışveriş merkezi turu atıp geldim, hiçbirşey almadan mekanı terkettiğim için kendimi tebrik ederim.
-Metro galerisinde el sanatlarının sergilendiği standlar açmışlar. Topaç yapıp satan bir usta var, pek şirin (usta değil, topaçlar şirin). Bir de cam sanatları standı, yukarıdaki mavi kuşu oradan evlat edindim, biraz depresif görünüyor ama ben onu neşelendiririm. Kitapların yanına yolladım, okuyup kendini geliştirsin diye, bunlar kuş beyinli oluyor biliyorsunuz, eğitim şart.
-Güvenpark'ta da muhtelif dinozorlar var, pek tiskinçler, yanlarından geçerken tırsıyorum. Arada böğürüp dumanlar salıyorlar.
-Dün bir arkadaşla buluştuk, ekmek arası döner yiyelim dedik. Yarım ekmeğe koymuşlar, köpüre köpüre bitirdim, mecbur muydum acaba?
-Bir tencere yaprak sardım, Yaprak sarması çok baştan çıkarıcı bir taam, kendini kontrol edemezsen tencerenin tamamını gövdeye indirebilirsin.
-Yan apartmanın altında laundry firması var, balkona çıkınca mis gibi bir koku geliyor. Sık sık derin bir nefes çekmeye çıkıyorum.
-Akasya ağaçları çiçeklenmiş ve sürekli petallerini döküyor. Altlarından yürürseniz tepesine konfeti serpilmiş gelin moduna geçebilirsiniz.
-Ve ben şimdi akşam yemeği için sofra hazırlamaya gidiyorum. Cümleten afiyet olsun...

11 Haziran 2012 Pazartesi

YAZIN İLK KİTABI


Yeni haftaya en son okuyup bitirdiğim kitabın ruhumda bıraktığı doygunluk ile başladım: "Dünyanın Bütün Pastaneleri/Didem Ünal". Kitabın ismine kanıp yanlış anlamayın, pasta tarifi, pastane adresi falan yok. Bu kitapta sürekli düşünen, hayaller kuran, olayları irdeleyip sonuçlara ulaşan küçücük, mutsuz, yalnız, canı sıkılan, üstelik şişman olduğu için sürekli eleştirilip kısıtlanan bir kız çocuğu var: Ş.... Kız.

Ş.... Kız bir yandan şefkat ararken bir yandan etrafındakilerin ikiyüzlülüklerini, yalanlarını, şişkin egolarını, hırslarını, yetersizliklerini, korkaklıklarını, sevgisizliklerini dile getiriyor. Kendine çözümler ararken bizi sarsıyor, düşündürüyor. Hem bütün içtenliğiyle kendini anlatıyor, hem de "akbabalar" olarak adlandırdığı anne-babasını, annesinin gıcık psikologunu, apartman yöneticisi doktor komşuyu, evli çift  B.&Y.'yi, kapıcı Dik Kaya'yı, Sıska Bacaklı Kız'ı, çatı ustasını, Pastacı Kadın'ı ve daha birçok kişiyi anlatıp bizi kendimizle yüzleştiriyor. Kitabın son satırını okuduğunuzda ağzınızda pasta tadından ziyade tuhaf, kekremsi bir lezzet kalıyor. Kapağı kapatıyor ve iyi ki okudum diyorsunuz.

Şöyle bitiyor kitap:
"Düşlerde herşey mümkün...
Düşlerde, hatta gerçekte de, hakkı iyilik, güzellik olanın pastasına bal katmak mümkün.
Kalbi insafsızlıktan kurumuş olanınkine de zehir..."

Siz de okuyun, pişman olmazsınız...

Dünyanın Bütün Pastaneleri/Didem Ünal
Ayizi Kitap/Mayıs 2012/318 sayfa

10 Haziran 2012 Pazar

ÖZET

Efendim biloktan uzak kaldığım şu kısacık zamana bir sürü etkinlik sığdırdım, en sondan başlayarak anlatayım yüksek müsaadelerinizle:


Bugün (esasen dün) öğleden sonra Zeynep'in Evi blogunun sahibesi sevgili Zeynep'in düzenlediği Ankaralı Bloggerler Toplantısına katıldım ilk olarak. Buluşma yeri Zamane Kahvesi idi; yedik, içtik, kaynaştık. Keyifli bir birliktelik oldu, başta Zeynep olmak üzere emeği geçen ve katılan herkese sevgilerimi yolluyorum.


Blog buluşmasının ardından bir nikaha katılmak zorundaydım, geciktim düşüncesiyle koştururken yere dökülmüş bir sıvıya bastım ve blog toplantısını şık bir düşüşle kapattım, hem de menüsküslü dizimin üstüne. Topallaya topallaya kendimi bir taksiye attım neyse ki zamanında ulaştım nikah salonuna, park yerinde gördüğüm bu gelin arabasının süslemesine de bayıldım:)


Nikah töreni sona erip kızımızı taze eşine teslim edince yorgunluk çıkarmak için Kurtuluş Parkı'nın içindeki Ada Cafe'de bir çay molası verdik.


Yorgundum, ayaklarım perişan, dizim hasarlı idi ama benim günü bitirmeye hiç niyetim yoktu. Çankaya Mizah Festivali kapsamındaki Mehmet Esen'in Çağdaş Meddah Gösterisi'ne gitmeyi kafama koymuştum, iki lokma atıştırıp Çağdaş Sanatlar Merkezi'nin yolunu tuttum. İyi ki de gitmişim şahane bir gösteri izledik. 

Bugün böyle geçti, düne dair aklımda kalanlar ise uzun yıllar sonra ilk kez görüşeceğimiz bir arkadaşla buluştuğumuz cafede işittiğimiz böğürtülerdi. Önce bir anlam veremedik bu inek möölemesi ile aslan kükremesi arasında seslere ama sonra anladık ki Ankara Shopping Fest nedeniyle Güvenpark'a yerleştirilmiş Çin işi dinozorlardan gelmekte imiş bu kafa beyin bırakmayan gürültüler. Bir süre sonra da Shopping Fest'in düzenleyicisi başkan koruma ordusuyla göründü, ardından da show bitti, gürültüler kesildi de kaç yıl sonra buluştuğumuz arkadaşımızla iki kelam edebildik.

Ve daha öncesine gidersek Mizah Festivali'nin açılış Kortejini izleme ve yürüyüş yapma amacıyla Konur Sokaktaydık Perşembe akşam üstü.


Bulguroğlu'na oturup çay-simit ikilisi eşliğinde saat 17.00'de geçeceği söylenen korteji beklemeye başladık. Bu arada ikidir tesbit ediyorum ki simitlerin hem görünümü hem tadı değişmiş yemeyeli, bu benim bildiğim Ankara simidi değil, ya ustada ya da malzemede bir gariplik var. Böyle dediğime bakmayın lüp lüp götürmekteyim çay eşliğinde:) Biz yeme-içme durumundayken yolun karşısındaki eşek heykelimsisinin üstüne Avanak Avni gelip oturdu. Avanak Avni dediğim esasen toraman bir Çankaya belediye görevlisi, kafasına koca burunlu, koca kulaklı başlığı geçirince Avni oluverdi ve etkinliğin broşürlerini dağıtmaya başladı. Sonra kortej elemanları toplaştılar, içlerinde Karagöz-Hacivat, Abdülcanbaz, Sadri Alışık maskeli bir grup amatör tiyatrocu ve ne olduklarını anlayamadığım yüklü bir kalabalık bando eşliğinde yürüyüşe geçtiler ama beklediğimizin aksi yönüne, dolayısıyla arkalarından bakakaldık, sonra da bir daha göremedik. 

Kortej kaçtı ama festival kapsamında sergiler devam ediyor, sırayla gezmeyi planlamaktayım, Antalya'da etkinliğe alışmış bünyeyi mahrum bırakmamak lazım değil mi? Şimdi müsaadenizle, bünye yorgun ben kaçar. Kalın sağlıcakla...

7 Haziran 2012 Perşembe

DUBAİ'DEN MİSAFİR VAR


Şeyh Leylakîzade Naimâ Efendi ile harîm-i ismeti İlknaz Hanım birkaç gündür bizim evde misafirler, yazıyorlar çiziyorlar...

6 Haziran 2012 Çarşamba

NEREYE GİDER ANILAR?


Bugün bir arkadaşla Tunalı Hilmi'deki Flamingo'da buluşup kahve içtik. Kahvenin yanında minik bir çiçek süzgeci, içinde de çalı benzeri yeşil plastikten bir nesne vardı. Epeyce güldük bu absürd sunuma. Al kardeşim bir demet en ucuzundan papatya, kır boyunlarını, koy içine, illa çiçekli sunum yapacaksan bari sahici olsun. Traş fırçasına benzeyen bu yapay şeye ne hacet.

Diyeceğim o ki Flamingo'ya nostalji yapmaya gitmiştik ama orası da dekorunu değiştirmiş. Salon bölünmüş, masalar, sandalyeler yenilenmiş, lambrili duvarların yerini kahve fincanı desenli bir duvar kağıdı almış. Tamam modern ve güzel olmuş ama benim gözüm eski cam masaları, duvardaki panoları aradı. Neyse ki bakır üzerine kabartma flamingoları kaldırmamışlar, eskiden hatıra olarak duruyorlar hala. Bende anısı olan mekanların eski dekorlarıyla kalmasını istiyorum hep, bu konuda tutucuyum, ya da yenilenecekse eski ruhunu kaybetmeden yenilenmesinden yanayım, yabancılamamalıyım girdiğim yeri. Benimki de bir fikir işte, üstelik gençlik mekanlarım birer birer kapanırken Flamingo'nun dekor değiştirse de faaliyette olması da birşeydir. 

Akman için hala üzülüyorum, öyle çok anım var ki o pastaneyle. Önce Ulus'taki taşındı, hiçbir şekilde gitmeyeceğim bir yere, İstanbul yoluna. Oysa ben oranın loş ortamını, bakımsız görünümünü, ahşap vitrinlerini, turuncu sandalyelerini, yazın kenarına masa atılan kirli havuzunu, fıskiyesine konan güvercinleri, bir kısmı kopup düşmüş eski model ampullerini, arkanıza sotelenip konuştuklarınıza kulak kabartan bordo ceketli garsonlarını ne çok severdim. Üniversitedeyken okula yakın olduğu için boş saatlerde kaçıp gelirdik arkadaşımla. Menüye bakar, cebimizdeki kısıtlı parayla en fazla kahve içer, konuşur gülerdik. Sevgiliyle ilk buluşma yerimizdi, nişanlıyla uğrağımız, kocayla mola yerimiz. Bir bardak bozanın başında ne muhabbetler döndürürdük. Sonra Kızılay şubeye takılmaya başladık, ne zaman Kızılay'a insek çay molası verirdik kışsa vitraylı salonunda, yazsa küçük bahçesindeki at kestanesi ağacının altında. Sonra bir yılbaşında asılan elektrik ampulleri kısa devre yapmış ağaç yanıp kurumuş, kesilmişti. Hayatımda yediğim en güzel sosisli sandviçlerin yapıldığı yerdi orası, bir de vişneli pastası. Annemle yatağa düşmeden gittiğimiz en son mekan, yediği en son pasta, onu en son keyifli gördüğüm yer;  o gün oturduğumuz masaya ne zaman otursam annemin avucuna sıkıştırdığı parayla bize sezdirmeden hesabı ödemek için uzattığı kolunu görürdüm. Hepsi kilitlenmiş kapıların ardında, boşalmış bahçenin kirli taşlarında kaldı. 1936 dan beri süren gelenek şimdi uzak bir semtte, steril bir ortamda, anısız, ruhsuz devam edip gitmekte.

Eh vakit bu vakittir, sanırım yaşlanıyoruz ve bizimle birlikte şehir de yaşlanıp belleğini kaybetmeye başlıyor. Oysa vitamin takviyesiyle geçmişinin görkemini sürdüren şık bir hanımefendiye dönüştürülebilir, bazı değerler, bir şehri şehir yapan yapı taşları korunabilirdi ama olmuyor işte. Çarpık şehircilik, betonlaşmayı modernleşme sanan anlayış ve rant kaygısı kentleri ucubeye döndürürken anılarımızı da temel çukurlarına gömüveriyor...

5 Haziran 2012 Salı

EŞLİKÇİM BULUT OLSUN


Dün 8 aylık bir ayrılığın üstüne Kızılay'a doğru ilk keşif yürüyüşümü yaptım. Geleli bir hafta olacak neredeyse, bu ilk Kızılay seferim. İlk keşfim evin 20 metre ilerisindeki eskiden ayakkabı tamircisi Moğol tipli, kel kafalı Barış'ın yeri olan küçük dükkanda açılan baklavacı oldu. Kapı girişine sağlı sollu devasa saksılar içerisinde plastikten yapılma kocaman yapraklı, iri meyveli ayva, armut ve elma ağaçları yerleştirmişler. Hayatımda gördüğüm en sakalet nesnelerden oldular, ürktüm resmen. Bu kadar çirkinine hiç rastlamamıştım. Baklavasızlıktan ölsem o plastik ormanı  aşıp girmem dükkana.

Üstgeçite yaklaşırken sağ yandaki küçük yeşil alanda elindeki koca torbadan buğday serperek güvercinleri besleyen bir adam görüp içimden takdir ettim. Üstgeçit boştu, herhangi bir işportacı konuşlanmamıştı ama bitimindeki seyyar tezgahın meyva satıcısı bıraktığım gibi duruyordu. Az ilerdeki, kamyonetinin arkasında çiçek satan da öyle, kaldırıma çoğunluğunu papatyaların oluşturduğu çiçeklerini yaymış anahtarının sivri ucuyla kulağını karıştırıyordu. Apartmanlardan birinin bahçesinde ağaca dönüşmüş pembe gülleri hayranlıkla izleyerek yürümeye devam ettim. Sıra en sevmediğim olaya gelmişti; Mithatpaşa Caddesi'nden karşıya geçmeye. Merdiven tırmanmaya üşendiğim için ve henüz vızır vızır gelen araçların önüne kendimi atma çevikliğini kazanamadığından dolayı önümdeki çingene pembesi tişörtlü gencin arkasına geçtim ve onu takip ederek ulaştım karşı kaldırıma. Yüksel Caddesi'nin karmaşasını, gürültüsünü, cıvıltısını özlemişim, duvarlara yapıştırılmış afişleri okuyarak ilerledim ve Akman Pastanesi'nin Kızılay şubesinin kapanmış olduğunu gördüm. Bu benim için hiç hoş bir durum değildi, zira en sevdiğim, anılarımın olduğu ve her fırsatta bir bardak bozayı keyifle içtiğim bir mekandı. Eni konu üzüldüm; portakal rengi iskemlelerini, kulplu boza bardaklarını ve altına koydukları pembe kağıtları, bordo giysili, meraklı garsonlarını, leziz sosisli sandviçlerini çok özleyeceğim. Yakında bizi geçmişe götürecek hiçbir mekan kalmayacak bu şehirde korkarım.

Akman'ın kapanmasının oluşturduğu hüznü dağıtmak ve aç karnımı doyurmak için Bulguroğlu'na daldım, çıtır Ankara simidi ve ayran alıp yoluma devam ettim. Lakin önümde giden parlak kırmızı türbanlı genç kadının giydiği yerlerde sürünen, kırmızı tülden kabarık etek öyle aykırıydı ki ona bakarken ayranı üstüme döktüm. "Merak kediyi öldürür Leylak" diye söylenerek ıslak mendille bluzumu temizledim, simidimi bitirdim ve Yapı Kredi Yayınlarının Satış Mağazası'ndan içeri girdim. Mağaza eski yerinden yan tarafa taşınmış, daha geniş, daha şık bir yer olmuş. Rafları uzun uzun inceledim, sağ omzumdan beni dürtüp elime aldığım her kitap için "al, al" şeklinde propoganda yapan şeytanı kişkişledim, içimden sesi yükselen "elindekileri oku, bitirince alırsın" diyen meleğin saçlarını gıyabında okşarken kapıdan bir adam girdi. Hayli yaşlı, beli bükülmüş, kafasında namaz kılarken giyilen türden tığ işi bir takke, elinde şişkin bir poşet olan adamın önce adres soracağını sandım ama o kendinden gayet emin kasadaki görevliye yaklaştı, sigaradan tarazlanmış bir sesle Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nin 4. cildini sordu. "Yok" cevabını alınca da fena halde sinirlendi ve "6 aydır gelemedi yahu, ne kitapmış bu" diye tarazlı sesinin elverdiğince bağırmaya başladı. Lakin yapılacak birşey yoktu, kitabın ne zaman geleceği belli değildi ve amcam Evliya Çelebi'nin 4. ciltte nereleri dolaştığını öğrenemeyecek gibi görünüyordu bu gidişle. Ateş püskürerek terketti kitabevini. Ben de şeytana uymadan arkasından çıktım ve bu defa Dost Kitabevi'ne çevirdim rotayı. Bir Yüksel Caddesi klasiği olarak merdivenleri çevik kuvvet polisleri doldurmuş kendi aralarında sohbet etmekteydiler. Aralarından geçip önce büyük Dost'a yöneldim, yandaki müzikevinden "Fikrimin İnce Gülü"nün ezgileri yayılıyordu Karanfil Sokağa, ne hikmetse her geçişimde aynı şarkıyı duyarım. Tezgahlara biraz göz gezdirdikten sonra her zaman daha fazla keyif aldığım Konur Sokak'taki diğer şubeye yöneldim. Yeni çıkanları incelerken sağ omuzdan yine dürtülmeye başlamıştım; "Almayacağım, almayacağım, almaya, alma, al, alacağım ulan" diyerek bu defa şeytana uyup elimde Didem Ünal'ın "Dünyanın Bütün Pastaneleri" kitabıyla kasaya yöneldim. Görevli genç hanımla hal-hatır edip diyet üzerine küçük bir sohbet gerçekleştirdikten sonra çıktım kitapçıdan ve eve dönüş yoluna koyuldum.

Bu küçük keşif turunun ardından şunu anladım ki ben bu şehri seviyorum ve özlemişim galiba...

4 Haziran 2012 Pazartesi

ANKARA İÇİN GÜL VAKTİ


Nihayet evden dışarı çıkabildim dün. İyi ki de çıkmışım, Ankara'ya henüz tam anlamıyla yaz gelmemiş ama bahar en güzel demlerini sürmeye devam ediyor. Sokaklarda güller çıldırmış, hanımelleri coşmuş, iğdeler keyiflenmiş, mis gibi kokuyordu heryer. Kim demiş Ankara gridir diye, bakın bakalım öyle miymiş...




Her apartmanın giriş kapısını güller sarmış, hem ne iştahlı, ne iri, ne güzel güller. Çoğu da kırmızı.



Yalnızca güller değil hüküm süren; parklar, bahçeler de yeşermiş, ağaçlar donanmış, pek iç açıcıydı pek. Onca domestik faaliyetten sonra ilaç gibi geldi doğrusu. 

Dünkü botanik turunun üstüne bugün niyetim kültürel kontrol, şöyle bir kitapçıları dolanayım diyorum. Haydi müsaadenizle...


3 Haziran 2012 Pazar

Kİ-TAP-LIK-CIK


Kendime güççücük, minicik, şirincik bir kitaplık yaptım Ankara'da kullanmak üzere. İyi okumalar ossun...

2 Haziran 2012 Cumartesi

SON HEVADİSLER


-Sonunda domestik faaliyet bitti, ev hale yola girdi ama bana da olanlar oldu.
-Nihayet Nihan'ın kitabını elime alabildim, Benek Üzgünerik ve Tintin Teyze ile maceradan maceraya koşuyoruz.
-Geldiğimden beri ilk kez gün yüzü gördüm desem yeridir, kuaföre gidip saçımı kestirdim. Kuaförüm beni "Hotdeldiniz" diye karşıladı, "Bitey iter mitiniz?" diye sorduktan sonra makasını şıkırdatmaya başladı, istediğimden azıcık kısa olsa da sonunda düzgün bir saç kesimine kavuştum "Yatatın tuafövüm" :)
-Ankara'daki ilk market alışverişimi de yapıp bir adet göz kalemi açacağı aldım:) Sahi göz kalemimi gördünüz mü? Bulamıyorum da.
-Isınma çalışmaları sona erdi, tutma beni Ankara...

Not: Zeynep'in Evi  Ankara'lı bloggerler buluşması düzenliyor, 9 Haziran saat 14.00'de Çukurambar Zamane Kahve'sinde. Katılmayı arzu ederseniz buyrun link burada, gerekeni yapın: Ankaralı Bloggerler Buluşması

1 Haziran 2012 Cuma

ANKARA, KEKLİĞİNİM, BOYNUMDA BİR SİYAH HALKA*


Bu satırları yazan  iki gündür domestik faaliyetten mefta olma durumuna gelmiş, carpal tunnel sendromlu elleri hissizleşmiş, tüm eklem yerleri ağrıyan, sağlam olan sağ dizini kanepenin en sivri köşesine geçirerek diğeriyle aynı seviyeye getirmiş bir blog kişisidir. Nihayet ortalığı biraz düzene koyarak 8 aydır sabırla kendisini bekleyen Balzac'la karşılıklı kahve içmeye fırsat bulmuştur. Balzac sükunetle karşısında otururken o da kendisini Ankara'yı anlatan bir kitabı okuyarak ödüllendirmektedir. Kitabı hazırlayan kişi bizzat blog yazarının kızkardeşidir. Kızkardeşin emeğiyle oluşturulmuş bu tuğlayı gurur ve keyifle karıştırırken çok sevdiği, ömrünün büyük kısmını geçirdiği, acı-tatlı anılarına mekan olmuş Ankara'yı daha iyi tanımanın zevkini de yaşamaktadır. Kısacası yorgun olsa da hayatından memnundur.

Kitaba gelince; "Cumhuriyet'in Ütopyası Ankara", Ankara Üniversitesi Yayınevi tarafından basılmış ve birçok yazarın Ankara için yazdığı yazıların toplanmasıyla oluşturulmuş bir kitap, arka kapakta yazdığı gibi "yaşadığımız ve sevdiğimiz şehre bir gönül borcu". Kitaba yazısıyla katkıda bulunan kişiler arasında yazarlar, gazeteciler, akademisyenler, araştırmacılar, mimarlar, sanat tarihçileri, koleksiyonerler var ve hepsini birleştiren ortak payda Ankara'ya duydukları sevgi olmuş.

Kitabı hazırlayan ve "Matris, Kurşun Kokusu ve Simit... Başkent Gazeteciliğinin Membaı: Rüzgârlı Sokak" isimli yazısıyla katkıda bulunan Funda Şenol Cantek önsözde şöyle diyor:

"Ankara'yı sevenler, genelde ona sahip çıkmak ve neden sevdiklerini açıklamak zorunluluğunu hissederler ama bundan da hep rahatsız olurlar. Buradaki her yazı, yazarının Ankara'yı neden sevdiğinin uzun bir izahı gibi. Ve şehrin anlatmakla bitmeyecek hikayeleri, köklü bir geçmişi olduğunu göstermeyi amaçlıyor. Bu derlemedeki yazıların açtığı yeni kapılar ve uyandırdığı yeni merakların başka Ankara kitapları için heyecan yaratmasını diliyorum."

Ankara sevdalıları bu kitap sizin için...

Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara/Hazırlayan: Funda Şenol Cantek
Ankara Üniversitesi Yayınevi/688 sayfa


*Birhan Keskin'in "Y'ol" isimli kitabındaki "Ankara" şiirinden alıntı