.

.
.

30 Eylül 2011 Cuma

AZ KALDI


Ankara'da havalar soğur, sonbahar yerleşirken Leylak Antalya'daki yazdan kalma günlerin hayalini kurar...

MOR MENEKŞELER


MOR MENEKŞELER

10 EKİM'DE TRT 1'DE

29 Eylül 2011 Perşembe

BEN BUGÜN

Ben bugün;
Annemin güngörmüş tunç havanında geçmiş yılların tokmağıyla karanfil dövdüm

Mutluluk versin diye çikolata parçaladım

Getiren güzel kadını anarak fındık kırdım (gerçek anlamda tabii ki:)

Hayatın acısını, tatlısını anımsatsın diye zencefil ekledim

Kar gibi yağdırdım hindistan cevizini tarçınla vanilyanın üstüne

Hamuruna unla birlikte anılarımı da kattım

Sevgimi de ekleyip kalıba döktüm

Ben bugün çocukluğumun en güzel, en eski arkadaşına kek yaptım...

Ek: Yorumlarda Işın ve Adsız arkadaş tarif istediler, yazayım bari:)) Baharat tüyosunu Sibel'in Kahvesi blogundan aldım ama kek tarifi benim hiç bozulmayan, yıllardır kullandığım klasik tarifim, birkaç oynama yaptım sadece şeker yerine üzüm reçeli kullanmak gibi.

Malzemeler:
Kek için:
3 yumurta
1 su bardağı yoğurt-süt karışımı
Yarım su bardağı sıvı yağ
1,5 su bardağı toz şeker (Ben 1 su bardağı üzüm reçeli ve 1 parmak şeker kullandım)
Aldığı kadar un
1 paket kabartma tozu

Baharatlar:
1 tatlı kaşığı dövülmüş karanfil
1 tatlı kaşığı zencefil
1 tatlı kaşığı tarçın
1-2 yemek kaşığı hindistan cevizi
8-10 adet parçalanmış bitter madlen çikolata
Fındık ya da ceviz (döğülmüş)
Kuru üzüm (ben üzüm reçeli kullandığım için üzüm koymadım)

Tüm baharatlar yarım bardak unla karıştırılıp harmanlanır. Kek malzemesi çatalla çırpılarak karıştırılır, aldığı kadar un, vanilya, kabartma tozu eklenip boza kıvamında bir hamur yapılır. Baharatlı karışımın dörtte üçü eklenip karıştırılır. Kalıba dökülüp kalan baharatlı karışım üzerine serpilir. 180 derecelik fırında 40 dakika kadar pişirilir. Afiyet olsuuun...

27 Eylül 2011 Salı

BAZI GÜNLER BÖYLEDİR

Bugün yorucu, sıkıcı, stresli bir gündü. Sabahtan halletmem gereken ve beni geren birtakım sevimsiz işlerle uğraştım. Gece iyi uyuyamadım (zaten hangi gece iyi uyuyorum ki), sabahın köründe ayağa kalkıp evden çıkmak zorunda kaldım, saatlerce bir kuyrukta bekledim, yoruldum, bezdim, kızdım. Bir ara eve gelip az biraz uyumayı denedimse de pek başarılı olamadım. Akşamüstü yine uzun bir bekleyişten sonra sabahki girişimimi olumlu biçimde sonuçlandırıp rahatladım. O rahatlamanın keyfiyle eve yürüyerek geldim ve bu yürüyüşün rotasını Kurtuluş Parkı'ndan geçirerek bir nevi veda turu yaptım. Batmak üzere olan güneşin altın rengine boyadığı park güvercinleriyle göze pek güzel görünüyordu. (Tıklayın ki büyüsün)



Kimileri havuzun ortasındaki çay bahçesinde batan güne karşı çaylarını yudumlarken kimileri de kendilerine ayrılmış alanda köpeklerini gezdiriyorlardı. Yukarıdaki köpeğe bayıldım, bisiklete binen sahibiyle birlikte koşturuyordu pistin etrafında. Fotoğraf Asu için:)


Sonbahar çiçeklerini dikme çalışmalarına başlanmış bile.


Çekirdek çitlemek ister misiniz? Kabuklarını yere atmayın ama...


Ateş çiçeklerine bir bakış atıp parkla vedalaştık. Eh, elbet buluşuruz yine...

26 Eylül 2011 Pazartesi

BİR GURMEYE EŞLİK ETMEK

Hızla bitirdim ve çok beğendim. Her kelimesi sözettiği yemekler kadar lezzetliydi, kesinlikle tadına bakılası bir kitap. Okumak isteyenler olacağını düşünerek içerik hakkında ipucu vermeyeceğim ancak arka kapaktaki açıklamalara dayanarak (ki bu bilgiye herkes ulaşabilir) bir gurmenin son saatlerinde ulaşmak istediği eşsiz tadı araması üzerine kurgulanmış bir kitap olduğunu söylemekle yetineceğim. Ha bir de "Kirpinin Zerafeti"nin ana kahramanı Renee'ye bir selam çakıldığını da belirtmeden geçemeyeceğim. Kısacası gurme sayılmasam da kitabın tadı damağımda kaldı, öyle ki Murakami'ye Muriel Barbery ile geçici bir süreliğine de olsa ihanet ettiğime hiç üzülmedim. Artık Zemberekkuşu'na kaldığım yerden devam edebilirim. 

Sabahları ve geceleri dışarıda olanları biraz üşütse de Ankara yazı yaşamaya devam ediyor. Yalnızca ışığın rengi değişti, yazın o beyaz, keskin güneşi yerini yumuşacık bir sarı renge terketti, yaklaşan sonbahara alıştırma yapar gibi. Bu havaları seviyorum ve Antalya'ya gidiş için günleri sayıyorum. Şimdi izninizle huzurdan ayrılıyorum, bir DVD izlemem gerek. "Gurmenin Son Yemeği" öyle sevdirdi ki kendini bir günde iki post girdirdi bana. Limonata tadında geçsin gününüzün kalanı...

HAFTANIN OKUYANI 13

 
Aslında bu resmin adı "Haftanın Okuyanı" değil "Okurmuş Gibi Yapanı" olmalıydı. Maksat başka, görüyorsunuz, haydi deyin bakalım ne diyecekseniz:))

Ressamı İrlandalı, 1831-1903 yılları arasında yaşamış Charles Wynne Nicholls. Üzerine öykü yazılabilir bir tablo değil mi?

25 Eylül 2011 Pazar

GÜNÜN GÜZELLERİ

 
Günlerden beri ilk kez midem ağrımadan, keyifle çıktım dün evden kafama göre takılmak için. Aklımda almayı düşündüğüm bir kitap vardı, sıkı bir yürüyüşün ardından Dost Kitabevi'nin sıcak ortamına dalıverdim. Evet, "Kirpinin Zerafeti"ni zevkle okuduğumuz Muriel Barbery'nin yeni kitabı "Gurmenin Son Yemeği" tezgahta bana gülümsemekteydi. Hemen yerinden kalkıp kucağıma oturdu, kasaya yönelmeden önce yeni çıkanlara biz göz atınca kucağıma yerleşenlerin sayısı artıverdi. Bütün kitaplarını hatmettiğim ve Fay Kırığı üçlemesinin 2. sini merakla beklediğim Mehmet Eroğlu nihayet merakımı sonlandırmıştı "Emine Fay Kırığı 2" ile. Tam ordan ayrılacakken eteğime biri daha yapışıverdi, bırakmaya gönlüm razı olmadı, çaresiz onu da ekledim kucağımdakilerin yanına: "Denizlerin Şekibe Ablası". Güya ben evdeki Babil Kulelerini okuyup bitirmeden yeni kitap almayacaktım. Bu konuda kendime verdiğim sözler ebediyen tutulmamaya mahkum ne yazık ki.


Eh kitap okurken müzik dinlemek hoş olur değil mi? Hele kulağımda hala Şirin Pancaroğlu'nun arp nağmeleri dolaşırken. Sevgili Zühre'nin önerisiyle "Kuyruklu Yıldız Altında" CD'si de benim mülkiyetime geçiverdi. Şu anda kulağımda, onu dinleyerek yazıyorum bu satırları. Haydi size de bir kıyak yapayım. Bir parça dinlemek isterseniz tıklayın.


Güneşli sokaklarda biraz daha dolaşıp birkaç alışveriş daha yaptıktan sonra eve döndüm. Evde beni bir sürpriz bekliyordu, yukarıdaki güzellik. Bu şahane tablo, pencerelerin, tüllerin, kedilerin, sardunyaların, begonvillerin ve bilcümle çiçeklerin kraliçesi ressam Füsun Ürkün'ün bana armağanıydı ve kargo az evvel kapıya getirmişti. Eh bir günü de daha fazla ne güzelleştirebilir değil mi?

24 Eylül 2011 Cumartesi

CUMA AKŞAMININ RAPORUDUR


"Kadın kısmına gökte düğün var deseler merdiven kurarmış" ya, ben de konser lafını duyunca mide ağrımı katlayıp çekmeceye koydum ve Bilkent Senfoni'nin yolunu tuttum. Hem gidilmez mi, sevgili Kaymaklı Kadayıf'ın bana jesti idi bu konser, böyle bir inceliğe nasıl hayır denirdi. Üstelik Şirin Pancaroğlu ve Elişi isimli CD'si ikimizin de çok sevdiği bir albüm olunca gitmek farz oldu. Gerçi Şirin Pancaroğlu bu konserde solistti ve Elişi albümündeki parçaları seslendirmedi ama onu her eserde dinlemek büyük bir zevk.

Bilkent Senfoni Orkestrası'nın sezon açılış konseri idi dinlediğimiz. Başlangıç şef Işın Metin yönetiminde Gustav Mahler'in "10 numaralı Senfoni"si ile oldu. Bilkent Senfoni'nin elemanları benim Antalya Devlet Senfoni Orkestrası'nda alıştığım gençlerin aksine yaş ortalaması yüksek, kerli ferli adam ve kadınlardan oluşuyordu. İçlerindeki genç nüfus parmakla gösterilecek kadar az, muhtemelen bir kısmı da Müzik Fakültesinin öğretim üyeleri. İkinci parça Wolfgang Amadeus Mozart'ın "Flüt ve Arp için Konçerto"su idi ve solist olarak flütte İngiliz virtüoz Sharon Bezaly ve arpte Şirin Pancaroğlu'nu dinledik.


Program broşüründeki tanıtımdan okuduğuma göre Sharon Bezaly "Tanrının flüte armağanı" olarak tanımlanmakta imiş. Gerçekten güzel çalan genç bir yetenekti ama biz kulağımızı daha çok Şirin Hanımın arpine verdik.

Her iki sanatçı kendi programlarını bitirdiklerinde çok alkış aldılar ve birkaç kez bis yaptılar. Özellikle Astor Piazzola'dan çaldıkları parça enfesti. 

Konserin son bölümünde Dimitri Şostakoviç'in "5 No'lu Re minör Senfoni"sini dinledik. Oldukça hareketli ve vurmalı çalgılar ağırlıklı bir dinleti olduğu için konser sona erdiğinde kulaklarımız uğuldamaktaydı. 

Yeni sezonun ilk sanatsal faaliyetini bu şekilde gerçekleştirmiş oldum. Vesile olan Kaymaklı Kadayıf'ıma bir kez daha teşekkür ederken devamının konser, sinema, tiyatro, bale, sergi ve her türlü etkinlik olarak gelmesini dilemekteyim...

23 Eylül 2011 Cuma

SON YEŞİL BİBERİN ARDINDAN CADDEYE BAKIŞ

Hava kapalı, bulutlu, gri ve ara ara yağmurlu. Midem gibi ruhum da sevmiyor bu havayı, kasvet basıyor. Güz aşıklarına sözüm yok ama ben de güneş insanıyım işte o olmadı mı klimatik depresyonum tutuyor, dört gözle Antalya'da bir süre daha yaşayacağım ikinci yazı bekliyorum. Bu sabah yataktan kalkınca sonbahar müjdecisi mide sıkıntılarıma ek olarak diğer arkadaşı vertigom da teşrif etti. Akşamdan kalma gibi hafiften dönen başıma ve yalpalayan vücuduma inat olsun diye günlerdir evde salamuraya yatırdığım bedenimi açık havaya çıkardım, simit almak ve fotoğraf tabettirmek bahanesiyle bir yürüyüş yapıp döndüm. Aldığım simidi şımarık mideme gönderdikten sonra da balkona çıktım. Beş dakika süreyle yoldan geçenleri takibe aldım, hatta not ettim, kafamda herbirine bir öykü uyduracak kadar bol vaktim var nasılsa bu aralar. Bakın bakalım kimler gelmiş, kimler geçmiş:
-Hulusi Kentmen'e benzeyen posbıyık bir amca
-Kızıl saçlı kadın ve kırmızı tişörtlü kocası
-Elleri ceplerinde incecik iki delikanlı
-Cep telefonunda muhatap olduğu kişiyle şiddetli bir kavga etmekte olan sırt çantalı çıtır kız
-İki elinde iki ağır poşetle yürüyen, bezgin yüzlü, yorgun görünümlü şişman teyze
-Elindeki telefondan mesaj çekmeye çalışırken tökezleyen bordo eşofmanlı sarışın
-Yandaki laundry'den aldığı yıkanıp ütülenmiş gömleklerini poşetli bir askıda dikkatle taşıyan kel adam
-Pudra rengi pardesüsüne uygun pudra rengi bir türban takmış üniversiteli minyon kız
-Yeşil bir şala bürünmüş, çıplak ayakları şıpıdık terlikli, seyrek saçlı teyzecik
-Telefonla konuşurken neşeli kahkahalar atan eşofmanlı genç kız ve babası olduğunu düşündüğüm göbekli adam
-Uzun saplı ot süpürgesiyle kaldırımı süpürerek ilerleyen belediye görevlisi kavruk delikanlı
-Ve hemen hergün bu saatlerde denk geldiğim, tamamen çıplanmış kafasının kulak hizasında kalan saçlarını omuzlarına kadar uzatmış, bu haliyle iri boy bir trole benzeyen kurye şirketi görevlisi.

Beş dakika için az sayılmaz değil mi?

Bugün Pablo Neruda'nın ölüm yıldönümü imiş, birkaç dizeyle analım:

"O kadar çok ki ölümüz
Ve o kadar çok ki kızıl güneş önünde setler
Ve o kadar çok ki çarpık kabuklu başlar
Ve o kadar çok ki öpücüklerimizi engelleyenler
Ve o kadar çok ki unutmak istediklerim"

Hatırlamak istediklerinizin unutmak istediklerinizden çok olması dileğiyle...

22 Eylül 2011 Perşembe

AKŞAMSEFASI

Mide ağrısı, yeşil çay, pötibör bisküvi, Haruki Murakami, caddeden geçen araçlar, kaşarlı tost, ıhlamur-kuşburnu, facebook, telefon, mail, Koleston 6/7, Famodin, Cradle of Rome2, twitter, nescafe, Zemberekkuşu, menemen, çay, Fatmagül, gelmeyen uyku...

21 Eylül 2011 Çarşamba

MİDE, ADAÇAYI, ROSSİNİ, MURAKAMİ FALAN FİLAN

Üç gündür geleneksel sonbahar krizindeki midemi düzeltmek için yemediğim, içmediğim abukluk kalmadı. Hafta başından bu yana bünyeme dahil olan hiçbirşeyin tadı yok, üstelik pek faydası da yok. Bugün bir öneri üzerine adaçayı denedim, ki normalde ağzıma sürdüğüm birşey değildir, kokusu yüzünden kolonya içiyormuş hissi verir bana ama orta katta ikamet eden çaydanlığın keyfini yerine getirmek için el mahkum gönderdik onu da. Umarım işe yarar zira bıktım artık. Enerjim sıfırlandı, sosyal hayatım kaydı yahu.

Sokağa çıkamadıkça kitapların gözüne gözüne vurdum. "İstanbul'un 100 Ağacı" ile başladım, "Dostluk Hüznü Paylaşmaktır" ile devam ettim, "Mutfaktan Sofraya"yı devirdim ağzımın sularını akıtarak, dün de "Hüzünlü Kadınlar Sığınağı"nı tamamladım. Bu sonuncusu hakkında daha önce okumuşum gibi bir duygu hasıl ettiysem de yarım bırakmadım bitirdim. Hala kararsızım, okudum mu yoksa bir zamanlar  Antalya'da pek kitapçı bulunmazken gazetecilerden toparlayıp günde 2 tane yuttuğum pembe dizilerle mi karıştırıyorum bilemedim. Şili'li bir kadın yazarın, Marcela Serrano'nun kitap ve yaşam öyküsüne bakılırsa Isabel Allende ile bir tutuluyor ama peh, bence Allende'yi bulan onu müjde diye versin. Herneyse okuyup bitirdim işte bir yandan midemi ovalayıp dururken. Ve bugün sıra geldi kutsal Murakami avına. "Zemberekkuşu'nun Güncesi"ne başladım sonunda. Kitap Lale'nin, İstanbul'dan gelirken emanete aldım. Zaten ilk Murakami kitabım "Sahilde Kafka"yı da O hediye etmişti bana, içime Murakami virüsünü O soktu yani. Zemberekkuşu'na zoraki adaçayı ile değil kallavi bir kahve eşliğinde başlamak isterdim doğrusu ama mide durumu elvermedi, mecburen kolonya kokularıyla okudum ilk satırları. Kitabın olmazsa olmazı müzik ve kedi birinci sayfada kendini gösterdi. Kulağıma kulaklığı geçirdim ve Rossini'nin "Hırsız Saksağan Uvertürü"nü dinlemeye başladım bir yandan, hem de kitaptaki gibi şef Claudio Abbado yönetiminde, Londra olmasa da Viyana Flarmoni Orkestrası'ndan. Şimdilik sadece başkahraman Toru Okada ve karısı Kumiko ile tanıştım, ha  yardımcı oyuncu Zemberek kuşunu da unutmayım. Hergün "ki ki kiii" diye öterek dünyanın zembereğini kuruyormuş kendisi. Hasılı olağanüstü bir macera beni bekliyor, ağzımın suları akmakta hevesimden. Haydi ben gidip Murakami biraderimle hasbıhale devam edeyim siz  "Hırsız Saksağan Uvertürü"nü dinlerken...

20 Eylül 2011 Salı

MERAK EDENLER İÇİN

Bugün daha iyiyim. En azından mideyi toparladım, üşütme halini ise ter atarak gidermeye çalışıyorum. Dün yorum bırakan adsız izleyicimin önerisine uyup yoğurt çorbasını da pişirdim ve içtim fotoğrafta görüldüğü üzere, zaten kendisi hastalık hallerimin bir nolu ilacıdır ama dün onu ocağa koyacak halim bile yoktu. Bu arada galetanın da hakkını yemeyelim, yavandı ama  perişan haldeki midemi düzelttiği kesin.

Övünmek gibi olmasın bu da yeni ajandam:) Snoopy aşkımı bilen herkes bu konuda yarış halinde sağolsunlar, ben de şımarmış durumdayım görüldüğü  üzere, egom tavan yaptı:) Bu ajanda kızımdan, kalemi biliyorsunuz sanırım sevgili Serrose'nin armağanı (yanında arkadaşları da vardı tabii ki). 2012'ye sevimli bir başlangıç olacak. Normalde sokakta gördüğüm her köpek beni korkutsa da (ki köpekleri severim yanlış anlaşılmasın, bu korkunun eminim bilinçaltı bir sebebi var) bu hayali yaratığa bayılıyorum. Keşke çizgi filmleri tekrar yayınlansa TV'lerde. 

Bugün Ankara büyük bir tehlike geçirdi. Yer Ankara'nın en yoğun bölgelerinden biri; onlarca resmi daire, bir ilköğretim okulu, yoğun bir lojman topluluğu, minibüs ve otobüslerin merkez durakları, cafeler, restoranlar, işyerleri, yolboyu parketmiş araçlar. O güzelim ismi ve asırlık çınarlarıyla gölgeli Kumrular Caddesi'ndeki patlama (son açıklamalar bomba olasılığını güçlendiriyor) birkaç cana ve çok sayıda yaralıya sebep oldu, maddi kayıplar da cabası. Sabah mesaisi saatlerine denk gelmemesi büyük şans o zaman felaketin ulaşacağı boyutları düşünmek bile istemiyorum. Herkesin her zaman yolunun düşebileceği bir yer, dilerim daha fazla can kaybı olmasın. Tüm Ankara halkına geçmiş olsun...

19 Eylül 2011 Pazartesi

ÖZET

Mide bozukluğu, eklem ağrısı, soğuk algınlığı, diken olup batan yatak, yastık, battaniye, ilaç, ayran, galeta, kitap; kısacası hastayım...

18 Eylül 2011 Pazar

HAFTANIN OKUYANI 12


Arası biraz uzadı farkındayım ama okuyanların da tatile ihtiyacı vardır değil mi?
Bu haftanın okuyanı 1823-1906 yılları arasında yaşamış Belçikalı ressam Alfred Stevens'e ait. Su gibi duru güzelliği olan, süslü mü süslü ve de yanındaki yün yumaklarından anlaşıldığına göre becerikli bir kız. Ama bu kadar rahatsız kılıkla, bu kadar rahatsız bir pozisyonda ne okunur merak etmekteyim. Bence ördüğü örneği şaşırmış ipucu almak için örgü modelleri kitabına bakıyor. Sizce ne olabilir, hadi bakalım iş başına...

17 Eylül 2011 Cumartesi

CUMARTESİ GÜZELLERİ

"Kahve, kitap, kanepe köşesi" üçgeninde günü neredeyse tüketecekken bünyenin ani simit talebini karşılamak amacıyla akşam olmadan miskinliğe ara verdim. Hem eve, hem de birbirine yakın olmaları nedeniyle çıkmışken  ödemeyi unuttuğum Dost Kitabevi taksidini öder, yeni kitaplara da bir göz gezdiririm diyerek fazla düşünmeden attım kendimi sokağa. Günün ilk gülümsemesi yeni yetmeliğimden beri aynı yerde faaliyetini sürdüren bakkalın önünden geçerken asıldı yüzüme. O yıllarda pasaklı bulduğumuz için ekmek bile almadığımız bakkal dükkanın önünden her geçişimde yaptığı gibi yine hazırola geçerek Turist Ömer selamı verdi bana. Selamına kulaklarıma kadar uzanan bir gülümseme ile karşılık verip yoluma devam ettim. Toparladığım ağzım üst geçidin gediklisi seyyar manava yanaşırken tekrar yayıldı kulaklarıma. Maço görünümlü manav tezgahtaki armutların arkasına konuşlanmış, eline aldığı tuğla boyutlu kitabı kapağını arkaya kıvırıp biraz taciz etse de dikkatle okumaktaydı. Kitabın ne olduğunu çok merak ettim ama soramadım. 


Ve daha gülümsemem solmadan bu çıktı karşıma: Erkenci alıçlar. Sonbahar rötar yapmış ama alıçlar önden gelivermişti işte. Boynuma asıp yiyemeyeceğim için almadım, öbür türlü zevki olmuyor ama görüntüsü bile keyiflenmeme yetti. 
Sonra Dost Kitabevi'ni yokladım, dayanamadım Serdar Şahinkaya'nın "Mutfaktan Sofraya" isimli yemek kültürü kitabını alıverdim. Sol elim başka bir kitaba doğru giderken sağ elim ona bir tokat indirip  "önce evdekileri oku" diyerek caydırdı, bir tane ile yetinip çıktım. Simidimi aldım, eve döndüm, çayımı hazırladım ve işte "Muhteşem Üçlü" aşağıda:

Eh bir güne de bu kadar güzellik yeter, değil mi?

16 Eylül 2011 Cuma

NE VAR-NE YOK

32 kısım tekmili birden İstanbul yazıları bitti şükür, cümleten geçmiş olsun. Şimdi gerçek hayata dönme zamanıdır. Geleli 6 gün olacak neredeyse bende bir uyuşukluk, bir keyifsizlik, bir atalet hali ki demeyin gitsin. Bütün enerjimi İstanbul'da bırakmış gibiyim. Yol yorgunluğu, hava değişikliği, üşütme ya da her ne ise çeksin gitsin artık yahu kendime yakıştıramıyorum bu eylemsizlik durumunu. 

Geldim geleli elime yegane kitabı bugün aldım. Herbişeyden kardeşim Atalet'in armağanı "Dostluk Hüznü Paylaşmaktır". Yok böyle güzel bir kitap ismi, sadece adı için bile okunur. Bir dostla hüznü paylaşmak neşeyi paylaşmaktan da daha önemli ve özeldir kanımca. Yine de diyorum ki hüznü değil hep sevinçleri paylaşalım. Atalet'in işaret parmaklı ayraçla benim için gösterdiği öyküyü okudum ilkin: "Fotoğraflı Kadın". Depresif ve hüzünlü bir öykü gerçekten. Sonra kitaba adını veren ilk öyküye geçtim, bir balığın ağzından hüzünlü bir kadını anlatıyor "Dostluk Hüznü Paylaşmaktır". Lale'nin işaretlendiği öyküye henüz başlayamadım, sırayla okuyup gideceğim herbişeyden kardeşimi ve onunla geçirdiğimiz keyifli günü anarak.

Boğazım ağrıyor, ıhlamur içmeye başlayıp sezonu açtım. Üstüne de dondurma yedim. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu değil mi, öyle işte, bu da benim garipliğim olsun.

Bitişik ve karşı komşum kışlık kurutma faaliyetine başlamışlar ben yokken. Yandaki dolma biber asmış balkona dizi dizi, kızarmışlar, toplanıp kaldırılması yakındır. Karşıdaki ise kışlık çamaşır kurutuyor muhtemelen. Zira 5 gün önce astığı çamaşırlar hala balkonda. Güneşten kuruyup dağılması yakındır, kaç gündür her balkona çıkışta tanışma şerefine bile ermediğim komşunun donlarını görmekten usanmış bulunuyorum.

TV kanallarından birinde abuk ötesi bir tartışma programı var, fenalık geçirmek üzereyim. En iyisi elime kitabımı alıp yatmaya gitmek. Haydi kalın sağlıcakla...

15 Eylül 2011 Perşembe

İSTANBUL, İSTANBUL 6 (SON)


Son günün şarkısı "Beyoğlu'nda gezersin, gözlerini süzersin" olmalıydı, önceden ayarlanmış bir plan uyarınca da oldu zaten. Vapurda büyük aşkım Galata Kulesi ile vedalaştım kimseye çaktırmadan sonra da Karaköy'de inip Tünel'e binmek için biraz dolaştık. Lale beni görünce dünyayı unuttuğundan geçenlerde olmayan Çiya şubesinin ardında dolandığımız gibi bu defa da Tünel binasını aradık:) Olsun, çok normal ben de Antalya'da çok iyi şiş köfte-tahinli piyaz yapan bir lokantaya ne zaman bir arkadaşımı götürmek istesem her zaman gittiğim mekanı dakikalarca ararım sonra da kapandığına hükmedip geri dönerken bir yerden karşıma çıkar. Tünel binası da burnumuzun dibinde olduğu için görmemişiz zaten hemen atladık ve kendimizi Tünel Meydanı'nda bulduk. İlk icraatımız karşıya geçip "Kırmızı Kedi" kitabevine dalmak oldu. 


Amblemdeki tehlikeli tehlikeli bakan kırmızı kediyi pek seviyorum ben. Bir müddet kitapları kurcaladıktan sonra adetim olduğu üzere İstanbul'u anlatan bir kitap ve bir ayraçla çıktım mağazadan: "İstanbul'un 100 Ağacı". Çünkü İstanbul'a da, ağaçlara da vurgunum ben.


Aniden gelişen bir kararla tramvaya binip Cihangir'e gitme ve kahvemizi orada içme planı yaptık. Tramvay durağı tıklım tıklım turist doluydu. En coşkulusu da devasa görüntülü, gürültücü ve 90 bedene yakın sütyen giyse mümkün olacak kadar kocaman göğüslü, kırmızı tişörtlü, al yanaklı Fransız adamdı.  Uzun süren bekleme sırasında hiperaktif bir çocuk gibi yerinde duramadı, sağa sola gitti-geldi, konuştu, söylendi, onu bunu itekledi. Sonunda tramvay göründüğünde hareket halindeyken demir kapısına asılıp ezilme tehlikesi geçirdi ve bizi de neredeyse tepeledi. Kapı açıldığında elleriyle sağı solu yararak, üstümüzden atlayarak  gövdesini içeriye almayı başardı ama Lale de kendini çılgın Fransız tarafından ezilmekten zor kurtardı. O herkesten önce binmenin mutluluğuyla sırıtıp dururken biz de adam tarafından çarpıtılmış oramızı buramızı düzelterek "lahavle" çekmekteydik ki ahımız yerde kalmadı. Elindeki kart tek binişlik olduğu için  vatman tarafından diğer kapıdan postalandı. Şekeri elinden alınmış çocuk gibi dudaklarını sarkıtmış aşağıda kalakaldı ama ne yalan söyleyim hiç üzülmedik haline, medeniyet öğrensin biraz.


Yolun yarısında tramvaydan inip yayan devam ettik Cihangir'e doğru. Gördüğüm her binayı ya hafızama ya fotoğraf makinama kayıt ettim. Kahvemizi içip dönerken rastladığım kremalı pasta görünümlü yapısıyla Aya Triada Kilisesi de bunlardan biriydi. 


Tramvaya binerken verdiğimiz savaş, sıcak, çıkıp indiğimiz yokuşlar ve İstiklal Caddesi'ndeki "Gerze'de Kurulacak HES" için protesto gösterisinin kalabalığından sıyrılma mücadelesinin yorgunluğunu atmak ve acıkan karnımızı doyurmak için Kallavi Sokağa doğru çevirdik rotayı. Yolüstü Balık Pazarı'na daldık, niyetimiz Üç Horon Kilisesi'ni ziyaretti ama yapışkın garsonlardan kurtulmak için o kadar çabaladık ki sokağa ne için girdiğimizi unutup döndük. Sonunda dışarıda tek bir minik masası kalmış Fıccın'lardan birine yerleştik. Çerkes mutfağının acemisi olarak Lale'ye bıraktım sipariş işini, o da herbirimize "Haluj" ve ortaya "Fıccın" ısmarladı. Devasa tabakta öksüzdoyuran olarak gelen içi patatesli bir çeşit iri boy mantı olan haluj benim Kasım ayında başlayan diyetimden beri yediğim ilk mantı olarak kişisel tarihime geçti. Evet lezzetliydi ama çok fazlaydı ve itiraf ediyorum ki hepsini yedim. Fıccına gelince, benim damak zevkime uygun birşey olmadığını saptadım birkaç lokmadan sonra dışının kızarmış kabuklarının birazını kemirip içinin kıymasını bıraktığımı utanarak söyleyebilirim.


Yemeğimizi bitirip çaylarımızı içerken aramıza katılacak diğer arkadaşımız, sevgili Atalet de geldi. Hep birlikte önce sokak müzisyenlerinin yürüyüşünü izledik sonra da "Sahaf Festivali"na gitmek üzere Tepebaşı'na doğru yollandık. 


Umduğumdan daha kapsamlı buldum festivali, epey didikledik kitapları, dergileri, fotoğrafları ve diğer ıvır zıvırı. Sonra herkes kendine uygun kitabı bulup satın alınca ayrıldık festival alanından.


Benim ganimetlerim bunlar oldu: İlkokulun ilk sınıflarındayken babamın bana serisini aldığı ve ne yazık ki hiçbirinin artık elimde bulunmadığı, defalarca okuduğum ve çok yararlandığım "İlkokula Temel Bilgiler" dizisinden "Su ve Tuz" adlı küçük kitabı görünce gözlerime inanamadım. Hala unutmadığım yeşil testili, kırmızı elbiseli kızın resmini kitabın kapağında görünce çok eski bir dosta kavuşmanın sevincini yaşayıp anında satın aldım üstelik epeyce de yüksek bir fiyata. Yine dayımın kitapları arasında olan ve anneannemin büfesini ne zaman yerleştirmeğe kalksam elime gelen, ilginç ismi ve kapağıyla dikkatimi çeken ama asla okumama izin verilmeyen bir cep kitabı da sevinçle satın aldıklarım arasındaydı: "Sıra Sende Yosma-Lemmi Kovşın'ın Son Macerası". Yıllar sonra okuyup muradıma ereceğim nihaha, bana izin vermeyenlere duyurulur:)) Ha bir de ilaveten 50'li yıllardan kalma Karikatür Mecmuası. "Tiffany'de Kahvaltı" filminin afişinin resmedildiği magnet ise Lalemin hediyesi.


Kitapların arasında yeterince eşelendiğimize kanaat getirince dinlenmek, sohbet etmek ve birşeyler içmek için Pera Palas'ın terasına kurulduk. Gövdemizi yalayıp hafiften üşüten tatlı esinti ve akordeondan süzülen romantik parçalar eşliğinde çaylarımızı yudumlarken gözlerim terası dolduran ve çoğunluğu hatun olan kalabalıktaydı. Herkes bizim gibi Sahaf Festivali'nden gelmiyordu tabii ki, hemen yakındaki "Fashion Week" çadırının takipçileriydi bunlar. Solaryum bronzu tenleriyle uyumsuz boyanıp didilmekten seyrelmiş saman sarısı saçları, botoks ve gerilmekten mimiklerini kaybetmiş yüz hatlarıyla onlarca süslü hatun rujları bozulmasın diye dişleriyle yudumlamaya çabalıyorlardı önlerindeki içecekleri. Eğlenceliydi aslında onları izlemek bir yandan muhabbet edip kahkahalar atarken.


Solaryum ve botoks kadınları üşüyüp şallara büründüğünde biz de ayrıldık Pera Palas'tan. Gündüzkü eylemi fırsat bilip icra-i sanat eyleyen müzik gruplarına kulak vererek yürüdük tekrar Tünel Meydanı'na doğru. Yolboyu kitapçılara, kırtasiyecilere, ilginç mağazalara girdik çıktık, kiminin vitrinine baktık, kiminden alışveriş ettik, ve başladığımız yere döndük, son durağımız Tünel Geçidi oldu. 


Günü bol sohbet, bol kahkaha, bira, soda, patates, biraz üşüme ve bol keyifle burada noktaladık. İstiklal Caddesi'ni boydan boya katedip bir dahaki sefere görüşmek dileğiyle vedalaştık ve Atalet'ten Taksim'de ayrılıp son geceyi geçirmek üzere Lalelere yollandık.

Anılar sandığıma altı kıymetli taş daha eklendi bir sürü dostun gölgesiyle birlikte. Herşey olağanüstüydü. Başta Lale olmak üzere İstanbul günlerimde yanımda olan tüm arkadaşlarıma yürek dolusu sevgilerimi ve teşekkürlerimi sunuyorum. İyi ki varsınız...

14 Eylül 2011 Çarşamba

İSTANBUL, İSTANBUL 5 (HALİÇ)

Geldik sondan bir evvelki güne; bugün Haliç turu yapıldı hep birlikte; ben, Lale ve dün Sultanahmet'te bana eşlik eden iki arkadaşımla birlikte koştura koştura gezip bir dolu mekan gördük. Sevgili arkadaşlarımdan birinin rehberliği ve girişimciliği, diğerinin çevresi sayesinde açılmayan kapılar açıldı bize. Zaten Lale'yi kızlarıyla ilgilenmesi için evde bıraksam eminim gün sonunda beni paspasın üstünde yatırırdı:)) Baştan söyleyim sonra kızmayın bana bu post da bol fotoğraflı olacak, zira hem merak edenler var, hem de her gittiğim yeri en azından bir fotoğrafla kayda geçirmek istiyorum burada.


Gezimizi Haliç kıyısında bir cafede kahve içerek başlatmak istedik ama kahve servisleri olmadığını söyleyince yutkunmakla yetinip Cibali, Ayakapı'daki Aya Nikola Kilisesi'ne yollandık. Kilise kapalıydı ama ricamızı kırmayıp içeri aldılar bizi.


Denizcilerin ve balıkçıların koruyucusu Aya Nikola adına inşa edilmiş olan kilise kapısının hemen üstünde bu özelliği yansıtan kristallerle süslü bir gemi maketi var. Cemaatin azlığı nedeniyle sadece yortularda ayin yapıldığını da öğrendik görevlilerden. 


Fatih Sultan Mehmet'in sekbanbaşı olan Abdurrahman Ağa'nın mezarının bulunduğu Ayakapı'nın yanından geçerek Gül Camii'ne doğru yol aldık.


Aya Teodosya isimli eski bir kilise olan Gül Camii hayli görkemli bir yapı. Fetihten bir önceki güne denk gelen Aziz Teodosya yortusu nedeniyle güllerle süslenen kiliseye ertesi gün giren Fatih'in askerleri bu nedenle ismini Gül Camiine çevirmişler. Camiin üstündeki kitabeye göre ise bu isim camii içine defnedilmiş Gül Baba isimli bir ermişten gelmekte imiş. Bu görkemli tuğla yapıdan sizin için bir pencere ve içine sıkışmış tombul güvercini eklemeyi uygun gördüm:)


Mahallenin yavru kedisi, alenî poz verdi, hiç nazlanmadı. Büyüyünce fotomodel olmaya niyetli olduğunu düşünüyorum.

Sırada Fener Rum Patrikhanesi var. Kapıdaki görevliye gezip gezemeyeceğimizi sorduğumuzda aldığımız cevap şu oldu: "Tabii ki gezebilirsiniz, kişi başı 50 euro." Şaşkınlıkla açılmış ağızlarımız ve ona eşlik eden gözlerimizle 50 euronun Türk parası karşılığını kafadan hesap etmeye çalışırken arkadaşım "Şaka yapıyorsunuz" dedi, görevli gülerek "Şaka yapıyorum" diye karşılık verdi ve hep birlikte gülüşerek daldık içeri. İçeri girilmesinin yasak olduğu ahşap kaplı Patrikhane binası 1940'lı yıllardan kalma imiş, yan avludaki Patrikhane kilisesi  olarak kullanılan Aya Yorgi Kilisesi'ne ise ziyaret serbest.


Kilisenin içinde değerli ve önemli birtakım eşyalar var. Sedef kakmalı patrik koltuğu, altın yaldızlı Meryem Ana tablosu, değerli ikonalar, çarmıha gerilmeden önce İsa'nın bağlandığı sütun ve üç önemli azizin lahdi bunlar arasında. Patrikhanenin ana giriş kapısı 1821'de Türkiye aleyhine faaliyette bulunduğu iddiasıyla o zamanki Patriğin o kapıda asılarak öldürülmesi nedeniyle kapatılmış ve bir daha hiç açılmamış, girişler yan kapılardan yapılıyor.


Kilise ve Patrikhane ziyaretini bitirince Fener Rum Lisesi'ne doğru yola koyulduk ama fazla gidemeden köşebaşında rastladığımız küçük kahvehane ve simitçi kısa bir mola vermemize neden oldu. Centilmen simitçimiz simitleri kağıtlara sarıp teker teker takdim etmekle kalmadı çektiğimiz her fotoğraf karesinin içinde özel olarak verdiği pozlarla yer aldı:)


Çaylar kahvehaneden geldi ve sokak ortasına rastgele serpiştirilmiş sandalye ve koltuklara yerleşip keyifle yedik içtik.


Kahvehanenin karşısında keşfettiğim bu küçük cam atölyesi hem güzelliğiyle, hem de satıştaki özel yapım camlarıyla cezbetti beni, iki adet minik cam nar vitrinden çantama transfer oldu. 


Çay-simit şöleninin ardından istikamet Fener Rum Lisesi diyerek kalktık. Centilmen simitçimiz bize kolay yolu tarif etti, şu şekilde: "Hordan gitmen burdan gidin, hordan gideeesenüz şaşutdurusunuz, burdan gideeesenüz şaşutdumazsunuz."


İncir kokulu, hayli çok basamaklı bir merdivenden çıkarak 22 yıl İstanbul'da ikamet etmiş ve müzik dünyasına önemli eserler kazandırmış Boğdan Beyi Dimitri Kantemir'in evini geride bıraktık. Yokuş bitince Kanlı Kilise ya da Moğolların Meryemi Kilisesi adıyla anılan yonca yaprağı formunda yapılmış kiliseyi gezdik Patrikhane'den aldığımız izine binaen. Bu kilisenin özelliği fetihten sonra camiye çevrilmeyen yegane kilise olması imiş, kiliseyi gezdiren görevli Fatih'in bununla ilgili olarak yazdırdığı fermanın aslının Patrikhane'de saklanmakta olduğunu söyledi.




Ne kadar yıpranmış ve harap olsada Fener-Balat, binaların renkleri, mimari özellikleri, çocukların cıvıltısı ve sokak isimlerinin güzelliği (Atgeçmez Sokağı gibi) ile kendine özgü bir hava solutuyor ziyaretçilere. Şu yukarıdakilerin güzelliğine bakar mısınız:))



Onca merdiven, onca yokuştan sonra karşımızda gördüğümüz görkemli güzellik tüm yorgunluğumuzu unutturuyor. İhtişamı yüzünden çoğu kişinin Patrikhane sandığı Fener Rum Lisesi'nin etrafında bir tur atıyoruz ve sonra içeriye kabul edilme şansını yakalıyoruz. İçerisi de en az dışarısı kadar görkemli. Bir masal şatosunu andıran yapı 1881 yılında mimar Dimatis tarafından yapılmış ve ilk laik okul olma özelliği taşıyor. Önceleri erkek lisesi olarak hizmet verirken sonra karma hale getirilmiş ve şu anda yalnızca 50 civarında öğrencisi var.


Fener Rum Lisesi'nin görkeminden ve indiğimiz yokuşun dikliğinden yorgun ilerlerken karşımıza bir başka tanıdık çıkıyor. Şu anda cephesi soyulmuş tadilatta olan bu köşe bina "İncir Reçeli" filminden hafızamızda kalmış.


Sırada Ayvansaray'daki Vlaherna Meryem Ana Ayazma Kilisesi var. Yeşil ağaçların gölgesinde huzur veren bir bahçeye giriyoruz ve karşımıza haç şeklindeki penceresiyle dikkat çeken sade bir kilise çıkıyor. Özelliği içinde şifalı bir su kaynağının olması.  Küçük şişelere bu sudan dolduruyor ve  kiliseden ayrılıyoruz.

Gezimize biraz da mağazinel boyut katmak için "Gönülçelen" dizisinin çekildiği sokaklara dalıyor, Kazasker İvaz Efendi Camii'ne bir göz atıyor ve restore edilmekte olan Anamas Zindanları'nın yanındaki küçük kahvede kahvelerimizi içip soluklanıyoruz.


Dönüş yolunda niyetimiz Haliç kıyısındaki Bulgar Kilisesi'ne ya da Demir Kilise'ye uğramak ama restorasyonda olduğunu görüyoruz, girmek için şansımızı deniyoruz ama bu defa yaver gitmiyor şansımız, "Yassah hemşerim" diyor kapıdaki görevli. Oysa dökme demirden parça parça Avusturya'da inşa edilip mavnalarla Karadeniz'e getirilen ve 1898'de şimdiki yerine monte edilen bu ilginç kilisenin içini çok görmek istiyordum. Ne yapalım vuslat bir dahaki bahara kaldı:)

Haliç gezisini bitirip Avrupa Yakasındaki arkadaşlarımla vedalaştıktan sonra Üsküdar'a geçtik. Ben Lale'den ayrılıp iki arkadaşımla buluşmak için Salacak'a yollandım. Gün bitip sular kararana kadar da aşağıdaki görüntüler sohbetimize eşlik etti. 




İstanbul, sen nasıl bir şehirsin. Son günde görüşmek üzere...