.

.
.

30 Haziran 2011 Perşembe

ELLİ KAPININ İPİ

Anneannemin ünlü incilerinden biri daha: "Erindiğim gün elli kapının ipini çektim" derdi rahmetli gün içine bir sürü gezme sığdırdıysa. Esasen bu durumdan son derece keyif alsa da sanki bir nevi angarya kabilinden yerine getirmiş gibi şikayetlenir, zorla katlanmış havalarına girerdi. Ben de onun hesap bugün gezmelere doyamadım.

Güne son derece keyifli bir tanışma, buluşma ile başladım. Sevgili Pie Kurabiye Petek'le buluştuk, sanal dostluğumuzu gerçeğe dönüştürdük. Hem zaten yıllardır tanışıyormuşuz gibiydik, muhabbetin dibine vurduk, lafları birbirimizin ağzından kaptık. Petek'in Ankara yıllarından bildiği, halen mevcut bir mekanda buluşmayı yeğledik ve tercihimiz Flamingo Pastanesi oldu. Kahveler, çaylar, sohbet derken zaman nasıl geçti anlamadık. Sevgili Petek'in yanında benim için getirdiği şu aşağıdaki çifte ise tek kelime ile vuruldum.

Ya gelinin beşibiyerdesine, damadın yakasındaki altına bakar mısınız? Böyle şirin birşey olur mu, ellerine, cömert yüreğine sağlık Petekcim. Çiftimiz günü geldiğinde uygun yerde kullanılmak üzere soğuk bir ortama yerleştirildi. Bu kadar değil tabii ki, daha bunlar da var:

Günüm bu kadar keyifli başlayınca tüm geceyi kapsayan uykusuzluğumu, şişmiş ve yanan gözlerimi, daralmış ruhumu, henüz bulamadığımız evi unuttum. Petekle vedalaştıktan sonra D&R'a dalarak indirime girip fiyatları 4 er liraya düşmüş Can Yayınları'na ait kitaplardan 4 tane kaptım, sonra vitrinlere bakarak cadde boyunca yürüdüm, aradığım ayakkabıyı da bulunca keyfim tavan yaptı. Midemden gelen çağrıyı da geri çevirmeyip aç karnımı doyurduktan sonra kuzenimi ziyaret için işlettiği cafe-bara yollandım. Biraz sohbet ettikten sonra bu kez yakınlarda oturan arkadaşıma uğradım. Son derece şirin ve oyuncu bir köpeği var, ömrüm boyunca dokunmak cesaretini gösterebildiğim yegane köpek, biraz mıncıklayıp sevdim. Nescafemi içerken gelen telefonla oğlumla buluşmak üzere bir taksiye atladım. Nasıl olduysa trafik sıkışıklığından dolayı şoförle aramızda bir sohbet başladı. Orta yaşların sonuna yaklaşmış taksici eski zamanların ne kadar asude ve güzel olduğundan bahsetmeye başladı. Vakt-i zamanında 8 silindirli bir 56 Chevrolet'inin olduğunu, her görenin hayran kaldığını anlattı ve dedi ki "Acıların Kadını Bergen bir bindi benim Chevrolet'e 4 yıl inmedi". Sonra aralarında özel birşeyler olduğunu ima eden bıyıkaltı bir gülümseme ile "Aaah, ne günlerdi ne günler, yaşadım iyi ki yaşamışım" diye ilave etti. "Ne güzel kadındı yahu Bergen, yüzüne kezzap atılmış haliyle bile çok güzeldi" diyerek hülyalı hülyalı anlatmaya devam ediyordu ki ineceğim yere ulaştım bereket. Yoksa şoför amcamın gençliğinde yediği cümle naneleri dinlemek zorunda kalacaktım.

Taksici esnafının evrak-ı metrukesinden derleyip naklettiği öykülerin üstüne oğlumun arabasına transfer olup Ikea'ya doğru müteveccihen yola çıktık. Şimdi diyeceksiniz ki hala akıllanmadın mı? Eimiz mahkum sevgili kârilerim, henüz tutamadığımız eve eşya bakıyoruz. Bugün hafta arası olması hasebiyle fazla kalabalık yoktu, birkaç parça ıvır zıvır satın aldıktan sonra sıcak yuvamıza avdet ettik ama ayaklarımı uzatıp oturabilmem ne mümkün. Muhakkak gidilmesi gereken bir düğün mevcuttu ve hane halkının beslenmesini tamamladıktan sonra ayaklarımızı sürüyerekten bu defa düğünün yapılacağı mekana doğru yollara düştük, hayli de uzak bir yerdeydi üstelik. Epeydir gitmediğimiz bir semt olunca adresi sormak gereği duyduk. Meğerse danıştığımız kişi uzun zamandır birisine yol tarif etme hasretiyle yanıp tutuşurmuş. "Şimdi canım aaaabeyciim" diyerek girizgah yaptı direksiyondaki eşime, "dooosdooru gidip soldan devam et, hep sol hep sol. Otobüs duraaana varacan. Duraaa gelince canın ister sağdan canın ister soldan git". Biz artık kısa kesip son noktayı koymasını beklerken cep telefonu çaldı. "Aaabeyciiim, az müsaade et" diyerek telefonu açtı ve biz arabanın içinde anlamsızca beklerken uzun uzun telefonla konuştu. "Hadi eyvallah" diyerek telefonunu kapattıktan sonra aynı şeyleri bir kez daha tekrarlamaya başladı. Daha fazlasına tahammül edemedik ve "Sağol kardeş" diyerek gazladık, 10 metre ötedeki bakkal net bir tarifle bizi aradığımız mekana kavuşturdu. Düğünü hiç anlatmayım, aşırı gürültüden ambale olmuş durumdayım, sadece 45 dakika kaldığımız halde dayak yemiş gibi ayrıldık. Ha bu arada düğün meğerse yemekliymiş, davetiyeyi doğru düzgün okumayınca bir de evde yemek hazırlama derdine düşmüşüm boşu boşuna. Şimdi bugün en çok gitmek istediğim yere yatağa doğru bir sefer gerçekleştirmek istiyorum, fena halde uykum var zira. Hepinize cümleten eyi geceler, datlu rüyalar...

27 Haziran 2011 Pazartesi

HAFTANIN OKUYANI 6

6. okuyanımız Sir John Lavery'ye ait. 1856-1941 yılları arasında yaşamış İrlandalı bir ressam olan John Lavery daha çok portreleriyle tanınıyor. Resimdeki şık ve bakımlı hanıma gelince, biraz mahmurluk var gibi gelmedi mi size de? Adeta gözkapakları kapanıverecek. Berjere çok rahat oturmamış aslında, yan dönmüş ama yorgun olsa gerek ki o pozisyonda bile uykuya geçecek sanki. Okuduğu bir aşk romanı olmalı hani şu pembe dizi cinsinden, gazete bayilerinde satılan cep boy kitaplardan. Gözüne çok yaklaştırması bende hipermetrop olduğu hissini uyandırdı. Bir misafir bekliyor da olabilir, hazırlık için o kadar yorulmuş ki beklediği kişi ya da kişiler gelene kadar kendini koltuğa bırakıvermiş, beklerken iki satır okuyayım diye düşünmüş de olabilir. Uykulu hali de yorgunluktan ileri geliyor olsa gerek.

Benden bu kadar, haydi siz buyrun...

26 Haziran 2011 Pazar

İKEYAA, EVİNİZİN HERBİŞEYİ

Günboyu süren, yorgunluktan, açlıktan dilimizin bir karış dışarı çıkmasına sebep olan ve ne yazık ki hüsranla sonuçlanan ev arama çabalarından sonra kendimizi cehennemin dibindeki Ikea'ya atmak hangi akla hizmet etmekti bilmiyorum ama Ankaralılar olarak meğer bizim hayatımızda sarı-mavi bir markanın eksikliği ne kadar büyükmüş. Üstelik neredeyse aynı renkleri taşıyan bir de takımımız olmasına rağmen. Normal şartlarda inin cinin top oynadığı karayolu akın akın Ikea fethine çıkmış araçlar yüzünden mesai saatinde şehiriçi trafiği gibiydi neredeyse. Akşam yemeği saatinin sona ermesine yakın bir zamanda arabamızı otoparktaki yoğun taşıt popülasyonunun bir köşesine terkedip helecandan kalp seslerimizi kulaklarımızda duyumsayarak(!) kutsal hac mekanına ulaşırcasına çıktık yürüyen merdivenlerden. Gençler mobilyalarla muhabbet geliştirirken ben aynı ilgiyi etraftaki insan kalabalığına yönlendirmeyi tercih ettim, nasılsa yakın zamanda birkaç sefer daha düzenlemek zorundayız İkeyamıza. Şalvarlısından jeanlısına, şortlusundan çarşaflısına, ikoncanından pasaklısına her yaş, her cins ve her türden insan mevcuttu ortalıkta. Ana-babaları bir objeyi incelerken kaybolup ağlayan, ayağı kayıp yere düşen, onu bunu devirip üstünde tepinen, tozlu ayakkabılarıyla kanepelerin üstünde gezinen çocuk nüfusu da hatırı sayılır miktardaydı. Koca çocuk arabalarını örnek olarak düzenlenmiş 25 metrekarelik evlerin eşyalar arasındaki daracık alanlarına sığdırmaya çalışanlar mı istersiniz, içtiği kahvelerin kirli fincanlarını mutfak tezgahlarında sergilenen temizlerin arasına itinayla yerleştirenlerini mi? Hasılı kaotik bir ortamdı yeni açılan Ikea'nın ilk haftasonunda yaşadığım. Ne gördüğümü pek anlamadan hızla dolanıp artık zil değil kilise çanı modunda çalmaya başlayan karnımızı doyurmak için restoran kısmına geçtik. Ne yiyecektik; tabii ki yıllardır özlemini duyduğumuz, hasretle beklediğimiz, o olmadığı için başka birşeylere çatal uzatamayıp iğne ipliğe döndüğümüz, rüyalarımıza giren İsveç köftesi:) Upuzun bir S çizen kuyruğun sonuna yerleşip beklemeye başladık. 5-6 dakikalık bekleme süreci içerisinde kuyruğun başındaki karısına ulaşmaya çalışırken koca göbeğini bariyer demirlerine sıkıştırmaktan son arda kurtaran bir adamla cebelleştik, sırası gelen bir hatunun yemek seçme kararsızlığının geçmesine sabırla katlandık-ki sonunda görevli isyan etti-, yemek tezgahlarının önüne buruşturulup atılmış peçete miktarının çokluğuna ve neden oraya atıldığına akıl erdiremedik ve nihayet nevalemizi alıp kasaya ulaştık. Çocuklar farklı tercihler yaparken ben illa İsveç köftesi (aslında diyetime uygun olduğu için) seçtim ve sos döktürmedim. Dolayısıyla İsveç köftesi otomatikman anamın köftesine dönüştü, sossuz bi numarası yokmuş yani:) Eh karnımızı da doyurduk ya artık alt kata inebilirdik zaten kapanma zamanı da yaklaşmaktaydı. Orayı da alelusül dolaştıktan sonra yegane alışveriş tercihimizi zencefilli ve portakallı kurabiyelerden yana kullanıp çıkışa doğru yöneldik. Otoparka inerken burnumuzun direğini kıran ve neredeyse kusturacak denli kötü olan kokunun ne olduğunu önce anlayamadık, dayanamayıp görevliye sorduğumdaysa jeton kokulu bir sesle yerine oturdu: Mamak çöplüğü. Anneannemin bir lafı vardı biraz ayıp olacak ama yazmadan geçemeyeceğim: "Çöplükte yatar b.kumun kızı, çalımından geçilmez" derdi. Aklıma o geliverdi:))
Daha sakin bir günde, daha uzun bir sürede, bu sefer gerçekten alışveriş amacıyla buluşmak üzere İkeyaaa:)

24 Haziran 2011 Cuma

SEÇMELER

- "Evet baba, ağır yaralıyım ve ben de en az senin kadar pişmanım. Ağır yaralıyım, çünkü seni kaybettim. Belki de yeryüzünde nane şekeri ve muzlu süt görünce gözleri dolan tek insanım. Ağır yaralıyım çünkü Kahramanım'a duyduğum özlem, Ceberrut'a beslediğim nefret ve Nâdim'e hissettiğim merhamet duyguları hâlâ içimde canlı. Aynı zamanda pişmanım, sana senin gibi davrandığım, senin Ceberrut'un olduğum için pişmanım. Bu ülkede kız babası olmanın en az kadın olmak kadar zor olduğunu anlayamadığım için pişmanım." 
Zeynep Dörtok Abacı/Kahraman, Ceberrut ve Nâdim ile Cennet Bahçelerinden Cehennem Çukurlarına Yolculuk

- "O anda kalbimde deriiiiiin bir tınlama sesi oldu... Evet, bir kapı gıcırtısı, uçan kuş çığlığı, 1000 tane kemanın en yüksek volüm ile aynı notayı çalması; sanki boş bir odanın içinde tüm bu sesler ve daha fazlası yankılanarak, dönerek, eko gibi kalbime dokunup bilincime geldi: Artık benim bir babam yoktur..."
Anjelika Akbar/Babam...

-"Hastanelerin gri, taş, soğuk olduğu dönemlerde birgün;
  -Kızınız oldu, bir kızınız oldu diyerek koşan hemşireye
  -Çok şükür bir kızım oldu diyen babam.
Beni bu kadar çok isteyen, bekleyen bir baba ve ilk görüşte aşk."
Özlem Gülşen Arkan/Siyah Beyaz

- "Ve bu yazıya evde ilk romanını (Halikarnas Balıkçısı'ndan) okumuş da büyülenmiş o çocuğun, sokaktaki diğer çocuklara -artık böyle selamlaşıyoruz- diye öğrettiği o günlerden kalma bir merhaba ile son vermek istiyorum. Hâlâ mavi pinokyo bisikletinin üstünde sokaklar geziyormuş da eve geç kalmış, üstelik oynayacak çok işi varmış bir çocuk, bir ciddi telaşla. Bana hediye ettiklerin, en çok da Sokak ve Özgürlük için, teşekkür ederim Baba sana... Aganta!"
Nurduran Duman/Arı Maya Hikayesi

- "Söylemiştim size, osuruğa gülerdi, sıkıntıya gelmezdi, hiçbir şeyi ciddiye almazdı diye. Başımız ya da karnımız ağrıdığında asla ilaç vermez, muayene bile etmez, -yat uyu, geçer- derdi. 
Kaç sene geçti, Yattım yattım uyudum, uyanıp tekrar uyudum. Geçmedi, bu Rinkba'nın özlemi. 
(Bu bizim ona hatırlamadığımız yaşlarda takdığımız addı. Ona hiçbir zaman baba diye hitabetmedik. Şimdi bu yazıyı yazarken bile Rinkba yerine baba yazmak bana çok zor geldi. Ah Rinkbam benim. Rinkba demeyi bile ne kadar özlemişim.)"
Bilge Egemen/Oğlum baba, bir daha gelirsen şu kahpe dünyaya beni yine çocuğun yapsana ya da Rinkba'ya

- "Şimdilik hoşça kal.
Senin kaldırımlarında yürüyorum bu akşamüstü.
Şu batan güneş sana ait. Şu İstanbul rüzgarı seni mırıldanıyor kulağıma. Dünyada bir eksiklik var bugün. Geçmişte bir şilep patlamıştı Kızkulesi'nin orada. Sanki onun alevi var günbatımında.
Hoşça kal baba."
Nazlı Eray

- "Ölüm sözünü mümkün olduğunca dile getirmezdi babam. Annemi de uyarırdı. Bize gelecek vadeden, güzel günleri vadeden, olur olmaz laf edip korkutmak istemeyen güçlü bir baba, hatta ölümsüz diye düşündüğüm güçlü bir adam vardı gözümde! Yıllar sonra, ölümüne yakın günlerde ilk kez gözlerinden inen yaşları farkettiğimde onun da içinde sakladığı özlemleri olduğunu, o özlemin kendisini sardığını görecektim."
Sultan Su Esen/Evimizden Korkuyu ve Ölümü Uzaklaştıran Adam: Babam

- "Çocukluktan itibaren babasız büyümek ne demek derseniz yokluk hissinin asla boğazınızdan çözülmemesi demek...Yaşasaydı beni şundan korur, şurada akıl verir, belki hayattaki bazı yanlışları yapmama engel olurdu diye için için hınçlanmanız demek... En fenası zaman içinde -babam yaşasaydı- hayalleri kurmaktan bile vazgeçmek demek..."
Mehveş Evin/Babasız Kızlar

- "Eskinin kokuları olmasa burnumun ucunda, yollar olmasa, hasretlik olmasa, bu dünyadan gidenleri özlemek olmasa, eski evler, sardunyalar olmasa, yaşamak zor baba. Çok zor."
Nilgün Karababa/Eski Zamanlara Ait Bir Tango Çalıyor

- "Sözü bir güzel şairin, şairlerin ecesi Gülten Akın'ın dizeleriyle bağlayalım ve artık susalım;
    Çünkü severler babalar küçük kızlarını
    Başkalarında gördüm..."
Ayşe Kilimci/Türkiye Seninle Gurur Duyuyor

- "Bu arada Perihan'lara sık gelen bir hemşireye aşık olduğunu duyduk. Her zaman yanında olan şiir defterinden en güzel şiirleri ona okur olmuştun. Sekseninde aşk. Sana helal olsun babacığım ama hemşire kız çok gençti...
Az sonra seni toprağa vereceğiz, bir ara Perihan yanıma geliyor ve kulağıma fısıldıyor: -O bir şairdi-
Hiçbir şey seni bu sözcükler kadar anlatamaz Rahmi Hoca. Hoşça kal!"
Işıl Özgentürk/Babam

- "Yıllar ve yollar girdi aramıza. Ben her bayram sana mektup yazıyorum, her doğum gününde hediyenle pastanı da alıyorum. Hani elinden hiç düşürmediğin tesbihin vardı ya...
Sen gibi gidiverir diye
Çekmelere kıyamıyorum
Bir yerinde gecenin,
Tesbihine dokunamıyorum..."
Funda Sadıkahmet/Sen Benim Doğumuma Yetişemedin Ben Senin Ölümüne

- "Kız çocuklar için baba aynı zamanda bir hayat ustasıdır; iyiyle kötüyü ayırt eden iradenin ve aklıselimin sesidir baba. İyi dost olursanız babanızla, hayatın birçok sırrını fısıldar yüreğinize."
Hülya Soyşekerci/Bir Askerin Yüreğinde Sivil Çiçekler

- "Aşkmışım gibi yirmidört yaşım
   Kor olmuşum zamana
   Gülmüşüm
   Babam gelmiş de
   Sevincimi üstüme giydirmiş annem"
Betül Tarıman/Aşk Babadan İbaret Değil

- "Benim bu dünyadaki ilk fotoğrafımda bir ben varım, bir de babamın kolu. O kol o gün bugündür arkamdadır. Ben o kolu hep arkamda hissetmişimdir. Sırtıma değmesi gerekmez. Hatta aramızdaki mesafe bir karıştan fazla olabilir. Aynı fotoğraf karesine giremeyecek kadar uzak da olabiliriz. Ama bilirim ki düşersem, sendelersem, tökezlersem, dengemi kaybedersem tutmak üzere hazırdır!
Fakat biliyor musun baba, bisiklete binmeyi ve takla atmayı hala beceremiyorum!"
Ayşe Göktürk Tunceroğlu/Babamın Kolu

Kızlar ve Babaları/Editörler: Gökhan Yavuz Demir-Alper Kanca
Paradigma Yayınları, Haziran 2011

22 Haziran 2011 Çarşamba

IVIR-ZIVIR


-Bu aralar işler ters gidiyor ve benim buna canım çok sıkılıyor.
-Tam herşey yoluna girdi derken kapı çalıyor, "Kim o?" diyoruz. "Ben geldim, aksilik" diyor.
-İnsanlardaki maddiyatçılığa ve para hırsına şaşıp şaşıp kalıyorum.
-Kendimdeki düşme kapasitesine de şaşıp şaşıp kalıyorum. Dün yine düz yolda ayağım kaydı ve torununun elinden tutmuş yürüyen bir dedenin önüne dizüstü pike yaptım. Allahtan ağırlık arızalı sol dizime değil de sağa denk geldi. Yiğitliğe bal(!) sürmedim tabii, "bişeyim yok, bişeyim yok" deyip acilen gözden ırak ettim kendimi.
-Çok uzun zamandır girmediğim bir caddede boylu boyunca yürüdüm, "Lale Sokak" diye bir sokak keşfettim, Ankara'ya tekrar gelişinde Lale'yi oraya götüreceğim:)
-Saçlarımı uçuran hafif bir rüzgar eşliğinde Evkaf Apartmanı'nın önünden geçtim (bakınız fotoğraf), yıllar önce dünyaya gelip o apartmanda Orhan Veli ve Ahmet Hamdi Tanpınar'la komşu olarak yaşamış olmak istedim.
-Bu ara girdiğim bütün cafelerdeki garsonlar ve dükkanlardaki tezgahtarlar domuz gibiler. Dayak yemeden çıktığımıza şükreder olduk.
-Ulus'ta tırım tırım bir zamanlar Bilge Karasu'nun oturduğu "Kediseven Sokağı" aradım, bir türlü bulamadım. Eve gelip haritaya baktığımda yanlış yönde aradığımı anladım, bir dahaki sefere bulacağım inşallah.
-Son bir şey: Fena halde kiralık ev arıyoruz, Birlik Mahallesi, Yıldız, Çiğdem tercih sebebi, 3+1, kombili ve otoparklı olursa tadından yenmez. Bu konuda ciddiyim, yardım lütfen...

20 Haziran 2011 Pazartesi

KUĞULU PARK BLOG BULUŞMASI

Cumartesi'den bu yana öyle yoğun bir koşturmaca içindeyim ki Kuğulu Park'taki Bahar Şenliği-Blog Buluşması etkinliğini bile yazamadım. Araya bir Babalar Günü, bir de halledilmesi gereken önemli bir iş sıkıştırınca bugünü bulduk. Babalar Günü'nü eda ettik hayırlısıyla, gerçi biz bir gün öncesi akşam yaptık kutlamayı Gar Lokantası'nı onurlandırarak ama olsun varsın. Bugün de günlerdir halletmeye çalıştığımız bir işi tamamına erdirip cümleten rahatladık. 
Cumartesi günkü etkinlik umduğumuz kadar çok katılımlı olmadı. Yahya Kemal gibi,  "Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik" diyemesek de "Bir avuç blogger Kuğulu Park'ta çocuklar gibi şendik" dememiz gayet mümkün. Acemi Aşçı sayesinde haberdar olduğumuz etkinliğe katılan bloggerler şunlardı: Acemi Aşçı, Şuşu'nun Öyküsü, Bilge ve Annesi, Bulut Gölgesi, Mine'nin Notları, Otuziki Diş, Journey to Blue ve isimlerini alamadığım iki katılımcı idi. Bir ara İstanbul'dan gelen Hüznün Tadı da uğrayıp bizi ziyaret etti. Standımızda Acemi Aşcı'nın tarçınlı muffinleri, ıslak keki, nar ekşili kısırı, Mine'nin harika pastaları ve benim apar topar hazırladığım lavanta keseleri vardı. Kavaklıderem Derneği yararına satış yaptık, esasında satıştan çok sohbet yaptık. Bir ara seğmenler gösteri yaptı ama pek izleyebildiğimiz söylenemez. Ben ayrıldığımda ise canlı müzik başlamak üzereydi. Güzel bir gündü, çok hoş genç bloggerlerle tanıştım, eğlenceli zamanlar geçirdik. Dilerim seneye daha geniş katılımlı daha canlı bir buluşma olur. Şimdi fotoğrafları görelim:

Burası bizim standın bulunduğu bölüm

Şahsımın yapmaktan bıkmadığı lavanta keseleri

Mine'nin muhteşem krep ve börekleri

 Ve enfes havuçlu kekleri (keşke hepsinden yiyebilseydim)

 Otuzikidiş'in standı

 Ördekler ziyaretimize gelmek üzere yola çıkmışlar

19 Haziran 2011 Pazar

HAFTANIN OKUYANI 5

Efendim, bu haftaki okuyanımız Carl Larsson tarafından çizilmiş. Kendileri 1853-1919 yılları arasında yaşamış İsveçli bir ressam ve dekoratör. İsveç Kraliyet Akademisi'nde sanat eğitimi almış olan Larsson'un çizimleri ençok kartpostallarda kullanılmış.

Konumuza dönecek olursak resimdeki temiz yüzlü, akça pakça, derli toplu, güzel hanım kanımca bir öğretmen. Karşısında, resimde görünmeyen bir öğrencisi var, özel ders veriyor. Duvarda asılı çerçevede görünen kızıl saçlı, afacan görünümlü kız olabilir. Masanın üstündeki sürahi ve bardak, raftaki tabak-çanak, dolabın üstündeki tepsi ya da kutu her neyse bulundukları yerin mutfak olduğu intibaını uyandırıyor. Öğretmenin yüzündeki temiz ifade ve masumiyet karakterinin de sakin ve hoşgörülü olduğunu düşündürüyor. Önündeki kitap hayli kalın, sanki tarih dersi veriyormuş gibi geldi bana. Haydi şimdi sizin yorumlarınızı bekliyorum. Kolay gele...

KIZLAR VE BABALARI

Çok güzel bir kitap okuyorum; duygulu, kimi zaman eğlenceli ama çokca hüzünlü. Değişik meslek ve görüşlerde ünlü, ünsüz 56 kadın babalarını anlatmış. Çoğunun babası artık başka bir alemde, okurken burnunuzun direğinde ince bir sızı hissediyorsunuz. Kimi babalara, "işte bu benim babam" derken bazen anlatan kızlarda kendinizi buluyorsunuz. Bu kitabı ben kendime "Babalar Günü " hediyesi olarak aldım. Babam başka bir şehirde, ancak telefonla ulaşabileceğim ama kitaptaki satırları okurken benzeşen noktaları buldukça ona sesleniyormuşum gibi hissediyorum kendimi. Benim ağzımdan değil bir hemcinsimin ağzından olsa bile babalık da, kız evlatlık da benzer zenaatler, kahramanları farklılık gösterse de.

Tüm babaların "Babalar Günü"nü kutlarken kitaptaki kızlardan birinin Betül Tarıman'ın dizeleriyle bitireyim, büyüme çağımızda hepimizin hissettiği duyguları dile getirmiş:

"çünkü saati kurduğun yerden başlar inanmak
çünkü bıyıklarını eve doğru büyütmüş babadır hayat"

17 Haziran 2011 Cuma

BAHAR ŞENLİĞİ BLOG BULUŞMASI


Bahar Şenliği Blog Buluşmasına katılmak isteyen Ankaralı bloggerler yarın saat 14.00'de Kuğulu Park'tayız. Detaylı bilgi burada. Görüşmek dileğiyle...

LEYLAK BALKONDAN BİLDİRİYOR

Dünkü yağmur, sel, dolu Ankara'yı esir almamış sanki, sabah pırıl bir havaya ve masmavi bir gökyüzüne uyandık. Gerçi pek güven olmaz, öğleden sonra ya da akşama doğru bir sağnak yine hayatı felç edebilir, alıştık bu yıl zamansız yağmurlara, Haziran sonunda çorap ve yelek giymeye, bir türlü gelemeyen yaza. Baktım hava güneşli kahvemi alıp balkona çıktım. Epeydir balkon havadisi almıyorsunuz benden eksikliğini gidereyim dedim. Fırat, ben ve domatesler biraz keyif yaptık caddeye karşı. Bu yıl balkon tarımında ne sonuç alacağız bakalım, umut ve hevesle bekliyoruz. Altı adet cherry domatesimiz, iki adet biberimiz, bir nanemiz ve onbir koca saksı bir kısmını çekirdekten ürettiğimiz domatesimiz var. Geçen yıl hüsranla sonuçlanmıştı domates macerası, ne yaptıysak verim alamamıştık ama hiçbirşey bizi yıldıramaz şekilde görüldüğü gibi. Cherryleri yemeye başladık bile ufaktan ufaktan. Karşı komşunun balkonundaki sardunyalar  çiçeklenmiş, pek keyifliler, pembe-beyaz göz şenlendiriyorlar. Pencere önünde de iki saksı gül var sarı ve kırmızı açan. Bakalım bizim yan balkonda yuvalanan besili güvercinler rahat verecek mi? Fırsat buldukça pike yapıyorlar sardunya saksılarına ne anlıyorlarsa. Böyle giderse  komşunun sofrasına pilav üstü olarak konabilirler bir gün.

Yurtlar boşalıyor hatta badana-boya işlemleri bile başlamış. Kapıdan girip çıkan rengarenk kız grupları görünmez oldu, bekçi dışında bir hareket yok. Yaşlı bir adam yol kenarına parkettiği arabasındaki arızayı gidermeye uğraşıyor kan ter içinde. Yedek parçacı her zamanki gibi sandalyesini kapının önüne atmış mahmur gözlerle geleni geçeni kesiyor. Balkonun altından saçı sakalına karışmış bir adam geçiyor; elindeki boş plastik kahve bardağını havaya kaldırmış yüksek sesle kendi kendine konuşarak yürüdüğüne bakılırsa bizlerin dünyasından biraz kopmuş, iyi saatte olsunların yanında ikamet etmekte. Karşı kaldırımda dizlerine kadar inen penye şort giymiş iri yarı bir adam iri yarı simsiyah bir köpeği zincirinden tutmuş yürüyor. Köpeğin tüyleri güneşte pırıl pırıl parlıyor. Köpeğe bakarken yakında oturan arkadaşımı ve köpeğini hatırlıyorum. Şu fani dünyada elimi sürüp mıncıklayabildiğim yegane köpek, ne kadar sevimli olduğunu düşünün. Zira ben köpeklerden fena halde korkarım, yanlış anlamayın sevmemek değil bu, sebebini çözemediğim bir nevi fobi. Gördüğüm her köpeğin potansiyel olarak beni ısıracağını düşünüyorum, bilinçaltı bir açıklaması vardır mutlaka ama bir de onu çözmekle uğraşamayacağım şimdi. "Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli" şarkısını söylerim olur biter. Köpek gözden kaybolurken en kısa zamanda arkadaşıma bir kahve içimi uğramayı planlıyorum sonra da yapmam gereken işleri kafamda bir sıraya sokmaya çalışıyorum. O kadar çok iş var ki bir süre sonra düşüncesi bile yoruyor, "bırak dağınık kalsın" diyorum ve acil halledilmesi gerekeni bugün gerçekleştirmeye karar veriyorum: saç boyatmak. Öyle çabuk uzuyor ki saçlarım Ankara'nın suyunda gübre olduğunu ciddi olarak düşünmeye başlıyorum.
Caddenin iki yanındaki akasya ağaçları geç ama muhteşem bir şekilde yeşermişler. Çıplakken bu kadar gümrah ve iri olduklarını farkedemiyor insan. Yaprakların yeşili o kadar taze ve güzel ki insanın üstüne limon sıkıp yiyesi geliyor (diyet yüzünden bir nevi ot bağımlılığı geliştirdim galiba). Sol taraftaki-hani üstünde iki yıl boyunca sonradan havlu olduğunu farkettiğim bir çorabın asılı olduğu- biraz mahzun. Geçen yaz sokak lambası dikmek için dallarının bir kısmını hoyratça kırmışlardı. Şimdi o kırılan yer açık bir yara gibi duruyor gövdesinde. Kendini onarmaya, orada yeniden kabuk oluşturmaya çalışıyor belli, kalender ağaçlar akasyalar, Ankara'nın atkestaneleriyle birlikte sembol ağaçlarından.
Trafik gürültüsü artarken kahvem de bitiyor. Planladığım kuaför eylemini daha fazla ertelemeden gerçekleştirmek üzere harekete geçmem lazım. Balkon bahçeye şimdilik hoşçakal diyor ve içeriye geçiyorum. Sizlere de bugünlük hoşçakal diyorum, hafta sonunuz keyifli geçsin...

16 Haziran 2011 Perşembe

KÜMÜLONİMBUS

Ankara gökleri bunlarla dolu, yağmur aldı başını gidiyor. Bizim burada pek vukuat yok ama bazı semtlere dolu adeta kar gibi yağmış, altgeçitler suyla dolup taşmış. Lakin beis yok, hangi altyapı böyle yağışa dayanabilir değil mi, eh yağışı durduracak yetkimiz de yok o zaman benim gibi çekin battaniyeyi oturun evinizde, ne işiniz var dışarda:) 
Tam bir zamanların Magnum reklamındaki gibi oldum "Kızgın kumlardan serin sulara" hesabı, Antalya'nın sıcağından sonra bugünkü ıslak ve serin hava beni kötü etkiledi, midem berbat. Buna sabahın seherinde kendi kendine hallenip mahalleyi ayağa kaldıracakmış gibi ötmeye başlayan kapı alarmımızın yarattığı stres ve uykusuzluk da eklenince bütün planlarımı iptal edip battaniye altına sokuldum. Hain alarm sabahın 4.30'unda birdenbire şakımaya başlayınca neye uğradığımızı anlayamadan fırladık yataktan. Ne yaptıysak kâr etmedi, dakikalarca çınlattı ortalığı. Bir şekilde susturmayı başardığımızda ise helak olmuştuk adeta. Komşular bize ne kadar küfretse yeridir. 
Yağmur durmasa da sakinleşti biraz. En iyisi kahvemi yapıp kitabımı alarak sokulayım yine battaniye altına. Yağmurda şemsiyesiz kalmamanız dileğiyle...

15 Haziran 2011 Çarşamba

GELDİM ANKARA

Geldim; 15 günlük, nasıl geçtiğini anlamadığım bir Antalya seferinden sonra yine Ankara'dayım. Kural değişmedi, yine çok yoruldum, yine uykusuz kaldım ve yine sütçü beygiri modunda katettim onca yolu. Ara sıra kırpışık ve mahmur gözlerle etrafı izlemeye çalıştım ama sanki gözkapaklarımın üstüne birileri oturmuştu, çok kısa sürelerde açık tutabildim. O süre içinde gördüklerim iyiydi, hoştu, yeşildi, çiçekliydi, seyredilesiydi ama uzun sürmedi ne yazık ki, tekrar geçi geçiverdim uyku alemlerine. Lakin o mahmur halimde bile birşey dikkatimi çekti; yol kenarlarında kenar süsü gibi sık sık rastgeldiğimiz "Hatıra Ormanları". "Gökten Zembille İnenler Hatıra Ormanı", "Abdesthane Görevlileri Hatıra Ormanı", "Hüsamettin Efendi ve Şürekası Hatıra Ormanı" gibi nadide isimler taşıyan bu sözümona ormanlar nasıl ormandır bir türlü çözemedim. En az 30 yıldır gider gelirim Ankara-Antalya arasını, kocaman tabelalarla Hatıra Ormanı olarak işaretlenmiş bu alanlarda değil orman tek bir ağaç bile görmem. 30 senede ben enine büyüdüm, yaş olarak büyüdüm, belki boyum bile büyüdü ama tek bir ağaç büyümedi şu hatıra ormanlarında. Sırrını bilen varsa söylesin Allahaşkına ne iştir bu "Hatıra Ormanı" işi, gerçekten ormana dönüşmüş halini gören oldu mu bu arazi parçalarının?


Sonra Afyon taraflarında birşey daha dikkatimi çekti; anladım ki Afyon Karadeniz Bölgesinde imiş. Zira yolboyunca iki adımda bir "Akçaabat Köftecisi" vardı, bir de "Sümela Mangal Kebap". Hatta kocaman bir okun üstünde "Sümela'ya gider" yazıyordu, pek sevinmiştim hazır yola çıkmışken manastırı da göreceğiz diye ama ne yazık ki mangal kebap evi imiş:))


Öğlen vakti alışkanlık üzere İkbal'de mola verdik. Yan masamızdaki boynuna gömlek içi lacivert fular bağlamış  çakma Önder Somer kuzu haşlama  ve yanında limon istedi. Garsonun getirdiği koca bir tabak dolusu limonun tamamını haşlamasına sıktıktan sonra o turşuya dönmüş sıvıyı hörp hörp götürdü, yetmedi karısının istediği dolmaların yarısını da kendi tabağına aktardı. Ne diyeyim afiyet ola...

Kendime gelip Sivrihisar'dan sonrasını ayık geçirmemi sağlayan bu görüntüler çay içmek her zaman uğradığımız bir tesisten. Daha masaya otururken güler yüzlü sahibi bir tabak ballı gözlemeyi burnumuza dayar, ne kadar itiraz etsek de yememiz için zorlar ve para da almaz. Bugün nasılsa yoktu ve biz de fırsattan istifade çayı içer içmez kaçtık, Allah muhafaza yetişir ballı gözlemeyi arkamızdan getirir diye de gaz pedalına yüklendik:)

Bu tesiste her zaman bir ilginçliğe denk geliriz. Bir seferinde yoğun bir kar yağışı vardı ve bahçe kar altında rüya gibi görünüyordu. Bir başka sefer terasa belki iki kamyon dolusu balkabağı yığılmıştı ve içlerinde çok değişik biçimde olanları vardı. Bu sefer sardunya çılgınlığı hakimdi hem terasta hem bahçede, harikaydı, içim açıldı.

Aslında bir ay önce gelmeliymişim, bol miktarda leylak ağacı gördüm çünkü bahçede. Hep tazesini çekecek değilim ya bu defa da kurumuş halini görüntüleyim istedim, ben bu ağacın yapraklarını bile seviyorum.

Bir yolculuk da böylece bitmiştir. Hoşbuldum Ankara...


14 Haziran 2011 Salı

GÖRÜŞMEK ÜZERE ANTALYA...


Bana yine yol göründü dostlar. Oyumuzu kullandık, görevimizi yaptık. Güvelerle savaştık, temizliğimizi yaptık. Lavantaları keseledik, işimizi yaptık. Dostlarla görüştük, gönüllerini yaptık. Antalya'da dolaştık, keyfimizi yaptık. Şimdi görev zamanıdır. Ankara beni bekler, işler beni bekler, telaş-koşturma beni bekler. Kolay gele, gazam mubarek ola. Yaz boyu Ankara'dan seslenmek dileğiyle bana iyi yolculuklar...

12 Haziran 2011 Pazar

HAFTANIN OKUYANI 4


Günler süren çalkantı bitti; seçtik-seçemedik, kazandık-kazanamadık, kim verdi-kim vermedi tartışması bir süre daha sürer sonra güzel ülkem rehavet içindeki gündelik yaşamına geri döner. Vatana, millete hayırlı olsun diyelim ve önümüzdeki maçlara bakalım, yapacak başka birşey de yok zaten.

Gelelim Haftanın Okuyanı'na. Bu tiril emprime elbiseli hanım kızımız 1884-1958 yılları arasında yaşamış Amerikalı ressam Guy Pene du Bois tarafından resmedilmiş. Arkadaşımızın oğlu William Pene du Bois de babasının izinden yürümüş ve illüstratör olmuş vakti geldiğinde.

Giysiden anladığım kadarıyla sıcak bir yaz günü. Kızımız eve gelen konuklara kahve yapmak için mutfağa giderken mesela gözüne yeni aldığı kitap çarpmış. Neden bahsediyor bir bakayım diyerek almış eline ve hemen oracıktaki bambu koltuğa çöküvermiş. Şimdilik önsözünü okuyor, ilginç bulursa devam edecek ve mutfakta yapması gereken işi unutup annesinden sıkı bir azar işitecek. Yalnız duruşunu beğenmedim, eğer hep bu şekilde okuyorsa çok yakındır gözlerini bozması, daha 40'ına varmadan boyun kireçlenmesiyle karşı karşıya kalması ve dahi omurga bozukluğu geliştirmesi. Dikkat etmeli, bir de annesi içerden seslenmeden kitabı elinden bırakmalı.

Haydi, sıra sizde...

11 Haziran 2011 Cumartesi

İYİ Kİ DOĞMUŞ

Bugün güne bu yemyeşil mekanda, mavi bir gökyüzü altında başladık. Yıllar önce 6 aylıkken ilk kez kucağıma aldığım, kırmızı elbiseli minik kızın 3 yaşına giren şekerleme oğlunun doğumgünü vesilesiyle biraraya geldik. Burası bir mini golf sahası aynı zamanda. Biz hafiften esen rüzgar eşliğinde kahvaltı sefasındayken ufaklıklar da hayatlarının ilk golf denemesini yaptılar.

Mekan havaalanının hemen dibinde olunca 30 saniye arayla inen uçakları izlemekten başımız döndü. Hatta bazen pilota el salladık, o da şapkasını çıkararak bizi selamladı:))

Çimenlerin üzerine ayak izlerimi bıraktım ki en kısa zamanda yeniden gelebileyim.

Arkadaş kontenjanından nöbetçi annanesi (aslında ismimle sesleniyor bana velet:) olduğum ufaklığın Tamirci Manny konseptli doğumgünü pastası. Aynı yaş ve ebatta 4 adet  çocuk olunca pastanın başında nasıl kızılca kıyamet koptuğunu tahmin edebilirsiniz. Manny'nin kafası acilen doğumgünü çocuğunun ağzına girerken diğer parçalar da daha mumlar üflenmeden öbür miniklerin midesine inmişti bile:)

Bir Akdeniz klasiği, her baktığımda kahkaha atmak isteği uyandıran begonviller gözümüzü gönlümüzü şenlendirdi. Doğum günü çocuğusu Dorukcuğuma nice nice sağlıklı güzel yıllar diliyorum. En kötü günümüz böyle olsun...

10 Haziran 2011 Cuma

PEK DOMESTİK GÖRDÜM KENDİMİ

Güya Antalya'ya gelecektim de, telaşeye ara verip biraz dinlenecektim de, enerji depolayıp yoğun koşuşturmaya geri dönecektim de, vesaire vesaire vesaire. Ne gezer efendim, misliyle yorulup döneceğim anlaşılan. Bitmek bilmez bir iş silsilesi beni beklemekteymiş meğerse. Yapıyorum yapıyorum tükenmiyor.

Güne ütü yaparak başladım, hani şu gömme dolap operasyonu sırasında topluca çamaşır makinesine soktuğum çul-çaput cinsinden ne varsa bu defa ütülenmek üzere önüme yığıldılar. Hava da daha sabahtan sıcak, üstüne bir de ütünün sıcaklığı. Klimayı çalıştırsam öksürük krizim tutuyor. Çaresiz vantilatöre mum olduk, o üfledi, ben ütüledim. Vakit ziyan olmasın diye de bir yandan film izledim: "Aşkın Son Mevsimi". Hani şu Tolstoy'un hayatını, daha doğrusu son yıllarını anlatan film. Beğendin mi derseniz "Eh!" derim. Tolstoy'un hayatını izlemektense yazdıklarını okumayı tercih ederim doğrusu.

Ütü bitti karın acıktı. Hani diyete devam ya, yaptık kendimize az yağlı, bol sebzeli, etsiz bir yaz türlüsü. Ütü yaparken film izlenirse yemek yaparken de şarkı söylenir: "Bir fırtınaaaa tuuuuttuuu biiizi, deeeryayaaa saaldııı".
Tencere ocakta tıngırdarken de Vileda kovasını doldurup yerleri paspasladım, ardından ütülenmiş öteberiyi yerine kaldırdım. Diyorum ya pek domestik gördüm kendimi bugün. Sonracıııma enfes diyemeyeceğim yemeğimi yiyip market alişverişine gittim. Eskiden olsa aburcubur raflarını talan etmeden gelmezdim, şimdi peynir seçerken bile çeşitleri kısıtladım, yazık banaaa :( Aburcubur niyetine bir koli soda yüklenip döndüm eve. Aldıklarımı yerleştirirken balkondan gelen sesle sevindim: "titi titi tirmis". Hemen koştum balkona, bingo. Bizim yılların meşhur tirmisçi amcası bisikletiyle geçiyordu.

 Antalya'ya yerleştiğim ilk yıldan beri görüp bildiğim, şehrin simgesi haline gelmiş bir kişiliktir bu. Epeydir görmeyince, daha doğrusu sesini duymayınca akibetinden şüpheye düşmüştüm (gerçi kendim de ne zamandır Antalya dışındayım ya). "Titi titii tirmis" diye bağırarak gezer, bunun tercümesi sanırım "tuzlu tuzlu tirmis" olmalı. Antalyalı olmayanların içinde tirmisi bilen çok az kişiye rastladım. Sarı renkli, yassı, nohut-fasulye-mısır karışımı bir lezzeti olan, kabuğu soyulup yenen bir baklagil türü tirmis. Sanırım asıl adı acı bakla. Zaten bir süre suda bekletilip süzülmesi, acılığının giderilip yumuşatılması gerekiyor. Sonra da tuzlanıyor. İlginçtir ki yıllardır bu adamcağızdan başka ne yapanını ne de satanını gördüm. Biraz zayıflamış ben görmeyeli, biraz yaşlanmış, biraz da küçülmüş sanki ama aksesuarlar aynı: Kırmızı bisiklet, camekanlı sandık, bisikletin gidonuna takılı pazar çantası, mavi plastik kürek ve cam sandığın üstünde naylon poşetler. Hep merak ederim, acaba yegane geçim kaynağı bu mudur?

Bu arada cümleten geçmiş olsun, benim lavanta keselerinin doldurma ve kurdelelenme işi tamamına ermiştir. Siz sağ ben selamet, zor oldu ama bitirdim sonunda. En son partiyi Edith Piaf'ın hayatını anlatan "La Vie En Rose" fimini izlerken hallettim "Padam padam padam" ve benzerleri eşliğinde. Böylece ben erdim muradıma keseler çıktı kerevetine:))

9 Haziran 2011 Perşembe

DOZAŞIMI

Siz bakmayın onların öyle bayram şekeri gibi şirin şirin durduğuna güvelerle bir olup tam anlamıyla canıma okudular. Güya Antalya'da hiçbir işim olmayacaktı da gündüzleri gezip akşamları da ağır ağır halledecektim lavanta keselerini doldurma ve kurdeleleme meselesini. Daha bir seri rengi tamamlayamadan güve macerası başladı. Çocukluğumda meşhur bir türkü vardı "Ana beni eversene" diye. Komşularımızdan birinin biraz geçkince kızı diline dolamıştu bu türküyü, günde 20 posta söylerdi. Bir bölümü şöyleydi:
"Toprağı kat kat çevirdim
Nice nice hale girdim
Güveylik urba diktirdim
Ah ana beni eversene"
Burada söz edilen "güveylik urba"yı ben çocuk aklımla "güveli kurba" anlar, güveli kurbağanın nasıl olacağına bir türlü akıl erdiremezdim. O zamandan güvelerin ahını ve günahını aldım sanırım intikamları korkunç oldu. Haydi güveyi anladık benden alamadıkları bir hırsları vardı ama lavantanın derdi neydi çözemedim. Eğer şu saat itibarıyla bir tek kese daha doldursam kesin aşırı dozdan lavanta komasına gireceğim. Başlangıçta güzel gidiyordu. O dizi, bu dizi derken bir heves doldur, bağla hallettik. Lakin daha üçte birini bitiremeden beyaz kurdelem tükendi. Aceleyle bir kısmını Ankara'da unutmuşum. Mübarek  kurdele nimet kesildi başıma, evin civarında bakmadığım tuhafiyeci kalmadı hepsi önüme istemediğim en ve türdeki beyaz kurdeleleri sürüp almam konusunda ısrarcı oldular. Sonunda şehrin en meşhur tuhafiyecisine gittim lakin yine de istediğimi bulamayıp biraz benzeyeniyle yetinmek durumunda kaldım. Dün akşamdanberi bir yandan film izleyip bir yandan lavanta kürekleyip kurdele bağladım. Kokudan alerjim azdı, başağrım tuttu. İnsan lavanta kokusundan da bıkar mıymış, bıkarmış. Tam anlamıyla film ve lavantada dozaşımına uğradım. Dünden bu yana "Aşk Tesadüfleri Sever", "İncir Reçeli", "Kaybedenler Kulübü", "Ziyaretçi" ve "Aşka Dair" filmlerini izleyerek 280 adet keseye lavanta doldurup kurdele bağlamışım. Elde var 70 kese, yarına bitmesini umuyor ve burnumda lavanta kokusuyla yatmaya gidiyorum. Cümleten iyi uykular...

8 Haziran 2011 Çarşamba

BAHAR ŞENLİĞİ-BLOGGER BULUŞMASI

Sevgili Ankaralı bloggerler (ve o tarihte Ankara'da olabilecek bloggerler) bu duyurum sizler için. Acemi Aşçı blogunun sahibi sevgili İpek'ten geldi haber. Onun aracılığıyla ben de sizlere iletiyorum. Çizimi Pino'dan izinsiz aldım, sanırım mazur görür. Hepinizi Kavaklıderem Derneğinin Kuğulu Park'ta düzenlediği bahar şenliğine katılmaya çağırıyorum. Ayrıntılı bilgi aşağıda, İpek'ten gelen mesajda:

Kavaklıderem, Ankara'da çağdaş semt yaşamını gerçekleştirmek amacıyla kurulmuş ve oldukça güzel işlere imza atmış bir sivil toplum kuruluşu.
Semt sakinlerini bir araya getirmek ve kaynaştırmak için her yıl Haziran ayında Kuğulupark'ta çok keyifli bir şenlik düzenler. Canlı müzik, yiyecek içecek satışı, çeşitli organizasyonların yer aldığı bu şenliğe ben de hazırladığım yiyeceklerle katkıda bulunmaya çalışırım.
Dernek bu yıl bir yenilik yaparak, şenliğe Ankara'lı Blog yazarlarını da davet etmek istiyor. Bu katılım için Blog yazarlarına ayrı bir masa hazırlanacak. Bu masalarda yaptığınız yiyecekleri, el işleri, tasarım vb satabilir, ya da tanıtabilirsiniz. Belki de sadece okuyucularınızla buluşup tanışmak,sohbet etmek istersiniz. Bu buluşmanın, Blog yazarlarının birbirleri ile tanışmaları için de çok iyi bir fırsat olduğunu düşünüyorum.
Masanızın düzenini oluşturmak tamamen yaratıcılığınıza kalmış. İsim kartlarınızı, örtünüzü, sunumlarınızı vb siz hazırlıyorsunuz.
Dernek masalar ya da katılım için bir ücret talep etmiyor. Ancak ben kendi adıma, satılan ürünlerimden gelen kazancın tamamını derneğe bağışlıyorum. Sizler dedilerseniz kazancınızın bir bölümünü, dilerseniz tamamını bağışlayarak organizasyona katkıda bulunabilirsiniz. Bu güzel organizasyonda bulunmak zaten yeterince keyifli:))

Detayları yazıyorum, katılmak isteyen blog yazarları en kısa sürede benimle irtibata geçebilirler...

Kavaklıderem Bahar Şenliği
Tarih: 18 Haziran 2011 Cumartesi
Yer: Kuğulu Park
Saat: 14.00

İletişim için: ipekbicer@gmail.com

Bu güzel şenlikte buluşmak dileğiyle...

KALEİÇİ KAÇAMAĞI


Uyudum uyandım, tekrar yoruldum ama bu sefer keyif için ve size güpgüzel fotolarla döndüm. Çok eski bir arkadaşımın doğum günüydü bugün. Tanışalı 30 yıla yakın ama biz tanışmadan önce de tanışıyormuşuz haberimiz yokmuş; aynı mahallede bir sokak arayla oturmuş, aynı ilkokulu, aynı liseyi, aynı fakülteyi birer yıl arayla bitirmişiz birbirimizin farkında olmadan. Hayat bizi çalıştığımız lisede birleştirdi, bir daha da ayrılmadık zaten. Aynı alt kültürle yetişmenin gereği pekçok olaya bakış açımız, zevklerimiz, ilgi alanlarımız benzeşir ve ben bu uzun ayrılık döneminde arkadaşımı çok özlemişim. O yüzden bugün hala bitiremediğim işlerime bir ara verdim ve bence Antalya'nın en güzel manzaralı yerinde, Yat Limanı'nda felekten bir gün çaldık. Haydi siz de mahrum kalmayın bu güzellikten, tıklayın ve seyredin, içiniz açılsın...




Bu kahve sevgili Kaymaklı Kadayıf'ın şerefine. Bana siparişi vardı Yat Limanı'na karşı bir fincan kahve içmem için, onu kıracağıma yeni yaptırdığım dişimi kırarım:)



Red'imiz Kit'imiz, Daltonlarımız, Temel Reis'imiz ve Gülcemal vapurumuz Yat Limanı'nda yeni açılmış Oyuncak Müzesi'nden. Henüz eksiklikleri olsa da güzel bir girişim olmuş.


Güzel bir gündü, en az Beydağları kadar...

7 Haziran 2011 Salı

YORGUNUM YORGUN, HEM DE UYKUM VAR


Nasıl yorgunum anlatamam. Gözlerim kapanmak için ısrar ederken beynim "İncir Reçeli" filmini izlemekte direniyor. Filme ara verdim, belki ayılırım diye bloga geldim. Bu güve denen yaratıklar beni helak etti üç gündür. Evde ne kadar halı varsa bugün yıkamaya gönderdim, bir tanesi hariç. Onu da yollayacaktım da görevli almadı, zira güve ahalisi ucundan accık  tadına bakmışlar, makineye girince parçalanabilir diye götürmedi. İyi çocukmuş, hem paramı hem halımı çarçur olmaktan korudu. Toraman birşeydi, merdiveni çıkıp halıları da kapı önüne taşıyınca pek yoruldu, pek terledi. Ben de onu buzdolabından çıkma suyla ödüllendirdim ama annene söyleme terli terli soğuk su içtiğini dedim:) Sonra hazır gömme dolabı elden geçirmişken ayırdığım öteberiyi düzenledim, Belediye'nin yardım servisine telefon ettim gelip almaları için, gün içinde uğrarız dediler. Akşam 17.15'e kadar beni evde esir ettiler bir sürü işim olmasına rağmen. O saatten sonra pes ettim ve halledilecek işler için dışarı çıktım. Ben gitmişim onlar gelmiş, telefonda kayıtlı numaradan gördüğüm kadarıyla, işin yoksa bir gün daha evde kapanıp gelmelerini bekle. 

Dışarı çıktığımda ilk olarak kargoya uğradım. Son derece neşeli ve sempatik bir kızdı kargo görevlisi. "Ödemeyi siz mi yapacaksınız?" diye sordu, ben "İsterseniz siz yapın" deyince gülmekten yerlere yapıştı. İşlemi beklerken duvardaki bir levhaya gözüm ilişti: "İçerisi güvenlik nedeniyle kamera ile izlenmektedir, gülümseyin" yazıyordu. Gayrıihtiyari sırıttım ama bir alttaki cümleyi görünce bilerek kahkaha attım. Zira gülümseyin yazısının hemen altında büyük harflerle "EMİR" yazıyordu. Sıkıysa gülme, adamlar emrediyor:)) Sonra baktım büyük harfli emirin yanında küçük harflerle devamı varmış. Emir, sistemi kuran firmanın adıymış, tesadüfün böylesi. Kargo ücretini kuruşu kuruşuna tam olarak ödeyince de "günün müşterisi" ilan edildim ve gururla çıktım oradan:)

Sonraki adres alışveriş merkezi idi. Bu AVM'Leri icat edene dua mı etsem beddua mı bilemedim. Yorgunluktan bitap düştüm, aklımda olan hiçbirşeyi alamadım, hiçbirşekilde aklımda olmayan üç adet tişört alıp çıktım. Ama giyinme kabinlerindeki görevli kız çok kibar ve güleryüzlü idi, hiç olmazsa onun prim almasına katkım oldu. Bugün satış ve hizmet görevlilerinden yana bahtım açıktı. 

Daha devamı var ama benim çok uykum geldi, hem de uzadı bu post. İncir Reçeli'nin kalanını da yarın kaynatırım. Hadi bana müsaade; homini gırtlak, pufidi kandil, tumba yatak...

Not: Bu post Pazartesi'yi Salı'ya bağlayan gece saat 00.37'de yazılmıştır, biline...

6 Haziran 2011 Pazartesi

YORUCU PAZAR GÜNÜNDE DİNLENDİREN GEZİNTİ


İki gündür güve savaşları var bizim evde. Neredeyse bir yıldır kapalı ve havasız kalan bir evin-hem de Antalya gibi sıcak bir iklimde-gömme dolabında istirahate terkedilmiş saf yünden bir kilim oldukça davetkar görünmüş olmalı ki geldiğimde bir güve ordusu tarafından işgal altına alınmıştı. Olayı farkettiğim anda bir yandan kaşınarak, bir yandan hapşurarak, bir yandan iğrenerek o dolapta ne varsa balkona, güneş altına taşımaktan bitap düşmüş durumdayım. Kilimlikten çıkıp elek haline dönüşmüş cenaze bir çarşafla paketlenip anında çöpe gitmek üzere kapının önüne konuldu. Battaniyeleri, halıları güneşe serdik, yarın da kısmetse yıkatmaya yollayacağım, hani içinde yumurta falan kalmış mıdır hesabıyla. Dolapta geri kalan ne varsa çamaşır makinesini boyladı. Dünden beri yıkayıp yıkayıp asıyorum. İşin ilginç yanı kahraman güve neferlerinin kilim dışında dolapta bulunan battaniye, yün yorgan ve benzeri eşyaya dokunmamış olması. Eh ağızlarının tadını biliyorlar tabii, şamfıstığı varken sarı leblebiye kim yüz verir ki? Ayrıca sağlıklı beslenmeyi şiar edinmişler anladığım kadarıyla, sentetik katkılı şeylerden uzak duruyorlar, organik gıda, saf yün:) Ama siz görürsünüz gününüzü yünle beslenen aşağılık cüce canavarlar, gitmeden evvel ekipleri çağırıp üstünüze ilaç sıktırmazsam. Katil edersiniz siz insanı yahu...

Günboyu devinip durduktan sonra ikindi üstü kendimi ödüllendirdim. Arkadaşımı aradım ve yürüyüş için buluştuk. Parkın geçen gün uğramadığım bölümlerinde yürüdük, jakarandalarla başladık, ağaç mineleriyle devam ettik. Geç kalmışım aslında fırça ağaçları da duvak ağaçları da çiçeklerini dökmeye başlamış. Yine de heryer çok güzeldi, biz yürürken hafiften bir de yağmur başladı ki parka yayılan toprak kokusunu ne siz sorun ne ben söyleyim. 


Sarılar duvak ağacı, arkadaki tek tük kırmızı çiçekli olansa fırça çalısı (tıklayıp büyüterek bakın lütfen)


Buyrun, benim çocukluk arkadaşları fişgeneler. Toplaşmış, bana karşılama töreni düzenlemişler. Yeni yetme palmiyelerden birinin üzerinde yüzlerce fişgene öbeklenmiş.


Begonvilleri çalı formunda budamışlar, çok da güzel olmuş.


Park yürüyüşünü bitirip dönerken yağan yağmurla renkler iyice canlanmıştı, şekilde gördüğünüz gibi.



Bu iki fotoğraf Konyaaltı Caddesi'nden, Atatürk Parkı üstünden şehre bakış ve parkın doğal yüzey şekli



Ve son iki fotoğraf da Belediye'nin köpek sahibi vatandaşlara hizmeti: Üstte köpekler, çocuklar ve büyükler için çeşme, altta ise köpek dışkıları toplama ünitesi. Ben bu hizmeti çok tuttum. Ha, park içine de köpekler için oyun alanı yapılmış.
Antalya izlenimleri sürecek efendim...