Sayfalar

31 Temmuz 2011 Pazar

GÖRDÜĞÜM GEZDİĞİM DE, YEDİĞİM İÇTİĞİM DE SİZİN OLSUN, SAMSUN 1

Samsun'daki ilk sabahımıza sıcak ve nemli bir havayla "Günaydın" dedik. Nisbeten esintili balkonda kahvaltımızı yapıp kahvelerimizi de höpürdettikten sonra kalacağımız sürenin kısıtlı olmasından dolayı sıcak, nem dinlemeyip düştük yollara, hem de öğlen vakti. İlk hedef bulunduğumuz semte göre şehrin diğer ucunda kalan Bandırma Vapuru Müzesi idi. Kendimizi bir otobüse yerleştirdik, evsahibi arkadaşımız da şehri çok iyi bilmediği için şoföre ne şekilde gidebileceğimizi sorduk. Hayli uzun bir yolculuktan sonra sürücümüz bizi bir durakta indirdi ve buradan gideceğimiz yerin yürüme mesafesinde olduğunu söyledi. Normal şartlarda yürümek keyifli bir eylemdir benim için, hele de ilk kez gittiğim (Samsun'a yıllar önce bir seyahat esnasında uğrayıp iki saat kadar kalmıştım. Tek hatırladığım işlek bir caddede bir aşağı-bir yukarı turladığımızdı) bir şehirdeyse. Etrafa bakınıp herşeyi inceleyerek, fotoğraf çekerek yürümeye bayılırım. Ama tepemizde alevden oklarını gönderen bir kaynar güneş, tüm vücudumuzu sauna misali saran bir nem varken bu eylem pek o kadar keyifli olamıyor. Yine de teyit amacıyla sorduğumuz bir delikanlı 200 metre kadar sonra ulaşırsınız deyince başladık yürümeye. Plaj kenarlarından dolaştık, köprülerden geçtik, demiryolu boyunca yürüdük, Samsunspor tesislerini gördük, üstgeçitlere tırmandık yol bitmedi. Git babam git, yürü Allah yürü. Terler ayakkabılarımıza doldu, beynimiz sıvılaşmaya başladı, omuzlarımız ve burunlarımız şık bir kırmızıya bürünmüş durumda bayılmak üzereyken uzaktan göründü hedef kitle yani Bandırma Vapuru. Anladık ki Samsun'da kimseye yol sormayacaksın, onların 200 metresi ya da yürüme mesafesi ile seninki farklı. Neyse işte yokuşlarda ter dökerek, inişlerde tırnak sökerek Bandırma Vapuru'nun birebir modelinin sergilendiği alana ulaştık sonunda. Gerisini fotoğraflar anlatsın.


 



Müze-vapuru gezdikten sonra kendimizi dışardaki çimlerin üstüne atarak bir süre soluklandık. Sıcak ve nem dayanılmaz bir hale gelmişti. Artık akıllandık ya bu defa tahminlerimiz doğrultusunda hareket edip teleme peynirine dönmüş bedenlerimizi bir minibüse yerleştirdik. Yürüdüğümüz mesafenin az-buz birşey olmadığına da yolculuğumuz sırasında iyice emin olduk. Mesafe özürlü vatandaşlara en derin teşekkürlerimizi sunarak Samsun pidesi yemek üzere deniz kıyısındaki Sevgi Cafe'nin masalarına kurulduk. 



Pideler enfesti, yorgun bedenlerimize, aç midelerimize iyi geldi. Arada esen rüzgar da sıcaktan eriyik haline gelmiş beyinlerimizi toparladı. Gittiğim yerlerde yöresel tadları denemeyi hep sevmişimdir ama asıl ilgimi çeken oraya has,  yaşadığınız bölgede göremeyeceğiniz markalardır. İşte örneği; İnişdibi Madensuyu ve Bakraç Ayran:)




Sonra ne mi yaptık? Karnımız tok, sırtımız pek, terimiz kuru hale gelince bir faytona atladık ve Tütün İskelesi'ne doğru yola çıktık. Az gittik. uz gittik, dere tepe düz gittik diyeceğim sanıyorsunuz ama yanılıyorsunuz. Bu defa taş çatlasa 5-10 dakika gittik, nal tıkırtıları ve kendimizi Büyükada'da hissettiren at pisliği kokuları arasında Atatürk'ün Samsun'a ilk ayak bastığı yer olan Tütün İskelesi'ne ulaştık, Atatürk ve yanındaki erkanın balmumu heykelleri yerleştirilmiş iskeleye. İskeleyi takip eden yol da "Kurtuluş Yolu" adıyla iki tarafı rölyefler ve görsellerle zenginleştirilerek düzenlenmiş. Havuzlar, fıskiyeler, yapay şelaleler ve göletler, çiçekler ve benzerleri ortamı güzelleştirmiş ama sıcak ve nem o boyuttaydı ki çok fazla inceleyemedik ve meydandaki Atatürk Heykeli'nin bulunduğu parka doğru ilerledik.




Park yolundaki simitçi dikkatimi çekti, simitlerdeki etiketler ilginç geldi. Denetlendiğini anlamak ve yerken elinizi kirletmemek açısından faydalı bir buluş olmuş. Ve Avusturyalı heykeltraş Heinrich Krippel'in yaptığı ünlü Samsun Atatürk Heykeli. Çiçek açmış manolya ağaçlarının arasında heybetle yükseliyor. Parkın önündeki caddeye de heykeltraşın adı verilmiş. 

Parkın ağaçaltı serinliğinden caddeye çıktığımızda kendimiz atacak bir gölge, oturacak bir koltuk ve içecek soğuk birşeyler aradık ve gözümüze ilk çarpan cafeye girdik. Pek bir numarası yoktu cafenin hatta tuvaleti bile. İstediğimiz dondurma güzel değildi, Zero colalarımızı içmekle ve yan bahçedeki vişne ağacının kauçuk bitkisininkine benzeyen yapraklarına şaşmakla kifayet ettik. Tekrar yürüyecek enerjiye kavuştuğumuzda Çiftlik Caddesi'ne daldık ama öncesinde hemen caddenin başında gözümüze çarpan Sanat Sokağı'nı ziyaretten de geri durmadık. Çok güzel eski evler vardı orada. 



Çiftlik Caddesi'nde yaptığımız kısa yürüyüş bana daha önceki gelişimde turladığımız caddenin bu olduğunu hatırlattı ayrıca güzel bir mimariye sahip ve Ayfer Tunç'un "Bir Deliler Evinin....." isimli kitabında sözü geçen Şehir Kulübünü görmemi de sağladı. Otobüse bindiğimiz yerde gözüme çarpan modern mimarili ve yeşil şerefeli, sivri açılmış bir kurşunkalem ya da açmak üzere olan bir zambak tomurcuğuna benzeyen minareli camiin isminin Yeni Cami olduğunu da dönüşte Google amcaya sorup öğrendim. Bindiğim otobüs Saathane Meydanı'ndan geçerken de açık camdan  yine "Bir Deliler Evinin...." kitabında sıkça bahsi geçen, hep merak ettiğim Saat Kulesinin fotoğrafını çekmeyi becerdim.


 

Vakit akşama yaklaşırken sahilde bir çay bahçesine oturmuş çaylarımızı içmeye başlamıştık bile. Önümüz gözalabildiğine kum ve Karadeniz'di. Yavaş yavaş batan güneşin tadını çıkararak içtiğimiz çaylardan sonra iskeleye kadar bir yürüyüş yaptık, çoğu zaman ayakkabılarımız elimizde yalınayak kumların içinde. Gökyüzü kırmızıdan laciverde döndüğünde ise yorgun bedenlerimizi dinlendirmek üzere eve doğru yola düştük. 

Uzun oldu farkındayım ama bunu siz istediniz:)) Bir sonraki gün bir sonraki postta olsun, kalın sağlıcakla...

30 Temmuz 2011 Cumartesi

SAMSUN YORGUNU

 
Geçtiğimiz Salı günü koşturmacalı, stresli, telaşeli günlere küçük bir parantez açıp kısacık bir Samsun yolculuğuna çıktığımı blogumu okuyup da duymayan kalmadı herhalde. Sağolun, yokluğumda ilgilenmişsiniz, leylaklar solmamış, kızlar okumaya devam, kapılar sağlam. Yorumlardaki iyi dileklere ayrıca teşekkür ederim.

Sıcak ama nemsiz bir Ankara öğleninde bindim beni ve arkadaşımı Samsun'a götürecek olan otobüse. İnternetteki otobüs planına göre soldan aldığımı sandığım bilet sağ tarafta çıktı, önemsemedik yerleştik. İlaveten koltuğumun önündeki ekran da çatlaktı, onu da önemsemedik, zira evde bile çok ender seyrettiğim TV'yi yolculukta seyredip midemi bulandırmaya hiç niyetim yoktu. Arasıra arkadaşımın ekranına göz atarak genel durumdan haberdar olabilirdim nasılsa. En güzel şeyse otobüsün yarı yarıya boş olmasıydı, nitekim kısa bir süre sonra arkadaşım arkalarda bir yere geçti, her ikimiz de ikili koltuklarda ayaklarımızı uzata uzata rahatça seyahat etme imkanına kavuştuk. Kahvelerimizi aldık ve macera başladı. 


Uyumadım, TV seyretmedim, kitap-dergi vs okumadım, yalnızca dışarıyı seyrettim ve kafamdan birsürü şey geçirdim. Yol kenarı manzaraları yeni biçilmiş ekin bozluğundan ayçiçeği sarartısına, ağaç yeşilinden çamların gümrahlığına dönüşen bir süreç izledi. Ençok ayçiçeği tarlalarını sevdim, bir de asfalt kenarlarına konuşlanmış kavun tezgahlarını.  Çoğunun önüne içi saman doldurulmuş adam kılıklı korkuluklar oturtulmuştu, tombalak ve poturlu olana çok güldüm. Yolboyu kavun ticareti sektöründe bir zincire dönüşerek yolun iki yanına ve 100 metre ileriye şube açmış "Yozgatlı'nın Yeri"ni ise fevkaladenin fevkinde takdir ettim. 


Kırıkkale'den Balışeyh'e, Çorum'dan Sungurlu'ya, Merzifon'dan Havza'ya köyleri, kasabaları, ilçeleri, illeri ardımızda bıraktık. Çocukluğumun Ayşegül serisi hikaye kitaplarında gördüklerime benzer pastoral manzaralar geçip gitti gözlerimin önünden. En ilgincini fotoğraf makineme değil ama hafızama kaydettim: Anız yakılan bir tarlanın çevresine sıralanmış onlarca leylek. Askeri bir kıtaymış gibi düzenle yerleşmiş adeta yakılan anızlara selam duruyorlardı. Maksat başka anladım tabii, niye yapmak gereğini duyduklarına bir türlü akıl erdiremediğim ve aynı zamanda çok kızdığım bu yakma eylemi sırasında kavrulup pişen böcü-börtüyü yemek için bekleşiyordu leylek ahalisi.  Geride bıraktığım hacı leylek kabilesini çiğ değil de pişmiş yiyeceği tercih ettikleri için leylek cinsinin gurmesi ilan edip firmanın mola yerinde uyuşan bacaklarımızı hareketlendirmek için indik. Tepemizden kış poyrazı soğukluğunda üfüren klimanın etkisinden çıkıp yere ayak bastığımızda dışarıdaki sıcağın vahameti soğuyan beyinlerimize dank diye vurdu. 


İhtiyaçlarımızı giderip ayranımızı içtikten, yoğun tuzluluktaki berbat bir gözlemeyi arkadaşımla paylaştıktan sonra yolculuğa devam etmek için bizi bekleyen koltuklarımıza yerleştik. İkinci leylek vakası da az sonra geldi görüntüye. Fotoğrafı otobüsün hızı nedeniyle net çekemedim ama çok tatlılardı direkteki minnacık yuvaya doluşmuş tek ayak üstünde dikilen 5-6 leylek. Ne yazık ki bir tane bile uçarken görmedim, hepsi ya yuvada ya da yerdelerdi. Bu da bu yıl fazla seyahat edemeyeceğim anlamına mı geliyor acaba? Yuvada bile olsa leylek görmek hiç görmemekten iyidir diye düşünürken Samsun'a iyice yaklaştık. Yükseklere çıktığımızda dağlara çöken pus ve yolun iki tarafında çeşitli isimler taşıyan menemen lokantaları karşıladı bizi. Benim bildiğim menemen İzmir civarının yemeğidir (yanlış biliyor da olabilirim) ama demek buraların menemeni de meşhurmuş ki onlarca mekan yumurtasever halkımızı menemene davet etmekte idi. Mobilize bir halde otobüs içinde olduğumuz için tadına bakamadık ama gördük öğrendik, canımız menemen çekerse nereye gideceğimizi biliyoruz artık. Kısa bir süre sonra da Samsun'a ulaştık. Otogar'a indiğimizde Antalya'nın düzeyine ulaşamasa da hatırı sayılır bir sıcak ve nem karşıladı klimadan buzlaşmış bedenlerimizi. Aşırı soğuktan aşırı sıcağa aniden geçmenin vücutta oluşturduğu çıtırtılarla servise attık kendimizi ve sonrasında da bizi belli bir noktada bekleyen evsahibimizin arabasına. Samsun macerası böylece başladı. Beni izlemeye devam edin, arkası yarına...

26 Temmuz 2011 Salı

BEN Bİ GİDİP GELEM :)


Bana kısa da olsa yol göründü dostlar. Öğlen sürücü koltuğunda Snoopy oturmasa da bir otobüse yerleşip Samsun'a doğru yola çıkacağım. Bunca yorgunluk ve telaşın ardından iyi geleceğini umuyorum. Yokluğumda beni unutmayın, leylaklarımı sulayın, blogumu havalandırın, kapıları açık unutmayın, okuyan kızlara ilgi gösterin. Haftasonu tekrar görüşmek üzere sevgiyle kalın...

25 Temmuz 2011 Pazartesi

HAFTANIN OKUYANI 8

Günaydın, günaydın, günaydın...
Farkındayım, bu arada blogu biraz boşladım ama sanmayın ki 3D Projemin sonuncu D'si  bitince yapılacak işler de bitti. Öncesindeki kadar olmasa da sonrasında da koşturmaya devam ediyoruz. Eksik işler, tamamlanmamış alışverişler, ebeveyn olarak yapılması gereken yardımlar var, biz de elimizden geldiğince çabalamaktayız. Blogu ihmal edişim bu yüzden, yoksa aklımdaki ve kalbimdeki yeriniz varlığını korumakta.

Okuyan kızlarımızı da tatile çıkarmışız bu süreçte, baktım tatil uzuyor çağırdım geri. İçlerinden biri tafta elbisesini giymiş, süslenmiş püslenmiş çıktı geldi. Bu sıcakta ne saç tokasını, ne siyah tafta kurdelesini ne de altın bileziğini ihmal etmiş. Pek bizimle ilgilenmedi, kitabı çok heyecanlı olsa gerek ki yerleşti koltuğa tırnaklarını yiyerek okumaya kaldığı yerden devam etti. Polisiye mi okuyor acaba bu kadar heyecanlandığına göre? Kitabın altından sarkan parlak yeşil şeyin elbisesinin kuşağı mı yoksa sayfaların arasına yerleştirdiği süslü bir ayraç mı olduğunu anlayamadım. Hayal gücüm ve ayraçlara olan tutkum ayraç olduğu sonucuna vardı. Siz ne düşünüyorsunuz?

Eserin ressamı Sigmund Walter Hampel. 1868-1949 yılları arasında yaşamış Avusturyalı bir ressam imiş. Daha  fazla bilgi bulamadım, esasen çok fazla da araştıramadım. Dedim ya bu aralar işlerim çok, yarın da kısa süreli bir seyahat görünüyor. Bu seferlik beni idare edin, hepinize nemden ve aşırı sıcaktan uzak, keyifli bir hafta diliyorum...

21 Temmuz 2011 Perşembe

DOMATESLİ DİNGİNLİK


Bu sabah güne balkondaki domateslerin kokusuyla başladım. Harala-gürele, koşturmacayla geçen günlerden sonra garip bir huzur verdi yaprakların o ıtırlı kokusu.


Geleneksel hale gelen balkon bahçemizde bu yıl domatesler yüzümüzü güldürecek gibi. Cherrylerde hayli ürün var, diğerleri ise meyva vermeye başladılar. İki yıldır nafile çabalayıp toplamda yarım kilo bile rekolte elde edemediğimiz balkon tarımı bu sene halimize acıdı galiba. Biberlerin de keyfi yerinde, bir ucundan koparıp yemeye başladık bile.

Son misafirimiz bugün gitti. Birkaç işimiz daha var gerçi ama artık eski sakin günlere yavaş yavaş geri dönmeye başladık. Örneğin ben yeni bir kitaba başlayabildim uzunca bir süreden sonra, hatta iki kitaba. "Doktor March'ın Dört Oğlu" gerilimli bir polisiye. Yanısıra Prevert'ten şiirler okuyorum. Okuyorum okumasına da Fransızca bilmediğim için kendime kahrediyorum. Şiir ne kadar güzel çevrilirse çevrilsin anadilindeki hazzı vermiyor. Şu şiir mesela 4 ayrı çevirmen tarafından yorumlanmış, ben en çok Aylin Eroğlu ve Fahri Özdemir'in yorumunu beğendim:

"Eşek, kral ve ben
Besbelli geberip gideceğiz
Yarını göremeden
Eşek acından
Kral tasalarından
Bense aşktan
Üstüne üstlük
Ve de Mayıs aylardan

Yaşam bir kiraz tanesi besbelli
Ölüm: de ki çekirdeği
Kocaman bir kiraz ağacı aşk"

Okurken kahveyi azalttım, malum mevsim yaz, soğuk içeceklere geçiş yaptım. Şu ara Çamlıca Kazozu:) içiyorum, diyet olanından. 3D Projesinin son D'sini de tamamladım ama ilk D eskisi kadar ağır olmasa da devam ediyor, yediğime içtiğime hala dikkat ediyorum. Çamlıca gazozunun hem şişesi hem de üzerindeki o karlı çam ağaçları deseni daha içmeden içimi serinletiyor. Colalı içecekleri tamamen bıraktım, mutluyum kutluyum. Kazoz bulamazsam soda ve ayran görüyor aynı işlevi. Sıcağa gelince, henüz şikayet aşamasına geçmedim. Yazı bu kadar davet ettikten ve de onlarca Antalya yazını devirdikten sonra Ankara sıcağı katlanılabilir geliyor şimdilik. Zaman ne gösterir bilemiyeceğim. Durumum bu merkezde dostlar, şimdi huzurdan çekiliyor ve sakin, sessiz bir köşeye kıvrılıp polisiyemi okumak istiyorum. Hava sıcak olsa bile kalbinizi serin tutun :))

19 Temmuz 2011 Salı

MERHABA

Selam blog ahalisi, sonunda döndüm aranıza. 
Mutlu bir olay nedeniyle istemeden ara verdiğimiz blogsal faaliyetlerimize kaldığımız yerden devam ediyoruz. Yokluğumda ziyaretime gelip evde bulamayan tüm kârîlerimden geçiçi olarak verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı Leylak Belediyesi adına özür dileriz. Durmak yok yola devam...

Efendim, buralardan uzak olduğum süreçte çok çalışıp çok yoruldum. Çok heyecanlanıp çok gerildim. Çok sevinip çok sıkıldım.  Sonunda herşey yerli yerine oturdu, keyifli saatler geçirildi, insanın ömründe görmek isteyeceği en önemli anlardan biri yaşandı ve yavru kuşumuz kendi yuvasına doğru süzülüp gitti. Darısı tüm yavru kuşlara, sağlık ve huzurla geçecek beraberliklere olsun.

Üç günden beri ağrıyan vücudum, yorgun bedenim, yara bere içindeki ayak parmaklarım, uyku akan mahmur gözlerim ve bir karış kaldırmaktan aciz olduğum kollarımla kendime gelmeye çalışıyorum. Üzerimden ağır tonajlı bir buldozer geçmiş gibi. 

Lakin tüm ağrılar, sızılar, uykusuzluklar, yorgunluklar keyifle gülen iki çift göze, mutlu bir nedenle biraraya gelen aile bireylerinin yakınlığına, uzun yollardan gelmiş dostların sıcaklığına, konukların kalabalığına değerdi. Mekanın güzelliği ayrı bir renk kattı güne; bir döneme damgasını vurmuş restoranın tarihi dokusu, 80 yıllık parke taşları, fenerler, ulu meşe ağaçları, ötedeki saat kulesinden gelen gong sesleri, ağaçlara asılı minik kuş evleri, piyanodan yükselen nağmeler, havadaki esinti, grubun kızıllığı 48 saate yaklaşan uykusuzluğumun verdiği sersemliği sıyırıp atıverdi üstümden.
Blogun güzel insanlarının bazıları da manevi varlıklarıyla benimleydi o gün, çiçeklerle, kurabiyelerle. Öyle şaşkın ve telaşlıydım ki çoğu şeyi farketmedim bile. Blogumu okuyan dostlarıma, blog arkadaşlarıma sesleneyim bari buradan; istemeden unuttuğum, farketmediğim birşey varsa affola. Bedenen ve ruhen yanımda olan herkese çok teşekkürler...

10 Temmuz 2011 Pazar

HAFTANIN OKUYANI 7


Pazarınız şen ola sevgili kârilerim:))
Nasıl meşgulum, nasıl yoğunum, nasıl koşturuyorum bir bilseniz. Ama sizi okuyan bacılarımızdan mahrum bırakmak istemediğim için koştum geldim "Haftanın Okuyanı"nı eklemeye. Bugünkü okuyanımız sevgili Neslihan tarafından ulaştırıldı, siz onu "Neslihan'ın Çikolata Fabrikası" olarak biliyorsunuz. Kendisine buradan bir kez daha teşekkür ediyorum. Ressamın adı Tullia Sucin. Hakkında bilgi alabilmek için Gugıl amcaya gittim ama bugün pek konuşkan değildi, 1907 doğumlu bir İtalyan olması dışında ser verdi sır vermedi. Israr edince İtalyanca konuşmaya başladı, anlamadım. Serra Yılmaz'a bakındım, oralardaysa şıpın işi çeviriverir bana diye ama Twitter'den öğrendiğime göre o da Paris'teymiş. Çevirmensiz kaldım anlayacağınız, Gugıl amcanın kadrolu tercümanına hiç güvenmiyorum zira sap diyorsun saman anlıyor. Haydi dedim kalsın, Tullia hanıma (neyse ki kadın olduğunu keşfedebildim) sevgilerimi iletip koştum geldim buraya.

Efendim okuyanımıza gelince, pek keyifli görünmüyor değil mi? İlk bakışta baş ağrısı olduğuna karar vermiştim, zira o gün benim de başım çok ağrıyordu ve aynı pozisyonda oturuyordum. Sonra daha sakin kafayla inceleyince başağrısından ziyade üzgün hatta yasta olduğuna karar verdim. Üzerindeki siyah giysi, yüzündeki yeis ifadesi, elini başına dayayış şekli bu fikre kapılmama sebep oldu. Kitabı eline öylesine alıvermiş sanki, kaybettiği kişi yandaki fotoğraftaki kişi olabilir; bir eş, bir evlat, kardeş ya da başka bir yakın. Fotoğrafa bakıp bakıp ağladıktan sonra rastgele bir kitap çekivermiş kucağına okumaya çalışıyor ama bence okumuyor, gözünü bir satıra sabitlemiş düşünüyor. Belki birazdan ağlamaya başlayacak, baktığı satırlar da ıslanacak. 

Bir yaz  Pazar sabahına uygun, neşeli bir yorum olmadı ama bende uyanan duygular bu. Belki siz daha iyi birşeyler çıkarabilirsiniz. Haydi kolay gele...

7 Temmuz 2011 Perşembe

HİKAYEDEN ÇOCUK*

Onca iş, koşuşturma, çarşı-pazar, liste düzenleme, ilgililerle görüşme ve benzeri bünyeyi yoran faaliyetler arasında küçük bir kaçamak yapmak istersem bir elime kahvemi, diğer elime Onur Caymaz'ın dumanı üstünde son kitabı "Hikayeden Çocuk"u alıp kıvrılıyorum bir köşeye. Bazen bana müzik de eşlik ediyor. Yine yazar sayesinde tanış olduğum bir şarkıyı "Mono Agapi"yi dinliyorum çoğunlukla. 


Onur Caymaz'ı keşfettiğim kitabı, "Ezilmiş Leylaklar Kitabı"nı okurken dinlemiştim ilk "Mono Agapi"yi, öykülerden birinin kahramanıydı adeta, çok merak etmiş, bulup dinlemiş ve çok sevmiştim. Kitabı alış öyküm de ilginçtir, belki yazmışımdır. Sırf isminde "leylak" sözcüğü geçiyor diye almıştım kitabı, o zaman blogum bile yoktu ama leylak sevgim ezeliydi. Bir çiçek adına atfen aldığım kitap bana sıcacık, tam benim sevdiğim gibi ayrıntılara inen öyküleri tanıtmakla kalmamış genç bir yazarı da keşfetmemi sağlamıştı. Zamanla benim yazarlarımdan biri oldu Onur Caymaz, tüm kitaplarını okuduğum gibi kendisini de tanıdım. Her okuyuşumda içimi yakan "Nokta" öyküsünü, "Seni Hatırlatan Yıldızlar" isimli o çok güzel romanını, her biri ayrı güzel şiirlerini ve öykülerini tavsiye edip durdum çevremdekilere. Son kitabı "Hikayeden Çocuk" Caymaz'ın 15 yıla yayılmış yazarlık yaşamının bir özeti. Anıları, tanıdığı, ona ilham vermiş, örnek olmuş, yol göstermiş ünlü-ünsüz insanlar, hayatını etkileyen olayların yanı sıra yayınlanmış kitaplarından da seçmeler yer alıyor. Başta o okumaya ve hüzünlenmeye doyamadığım öyküsü "Nokta" olmak üzere, Ezilmiş Leylaklar Kitabı'ndan, Sanki Yarın Nisan'dan, Kalbin ve Tenin Bütün İstekleri'nden öyküler ve bazı şiirlerinden alıntılar okumak ve Onur Caymaz'ı tanımak istiyorsanız alın bu kitabı. Pişman olmazsınız...

*Hikayeden Çocuk/Onur Caymaz
İletişim Yayınları/Temmuz 2011
233 sayfa

5 Temmuz 2011 Salı

SONUNDA


Eveet,
-Deyim yerindeyse "yokuşlarda ter dökerek, inişlerde tırnak sökerek" bir ev kiralamayı başardık.
-Bazı tadilatlar gerektiği için bizim ev depo vazifesi görmeye devam ediyor.
-Sıkıntıdan öyle gerilmişim ki estetik ameliyat olmuş gibiyim, Acdaaa Pikkan bile benim kadar gergin değildir.
-Bana ev konusunda yardım telefonları eden, yorumlarıyla destek olan tüm arkadaşlarım sağolun varolun.
-Günlerim liste yapıp bozmakla geçiyor, halledilen maddelerin üstünü çizmek çok zevkli.
-TV'de kış sezonuna bile tahammül edemezken yaz sezonundan tiskindim vallah. Gözü yükseklerdeki Feriha'dan, yellenmesi bitmeyen kavaklardan, arka sokaklarda komencilik (çocukluğumuzda ateş etme sesi çıkarırken komen, komen derdik) oynayanlardan, dükkanda satılan komedilerden illallah getirdim. Yeni başlayan uyduruk yaz dizileriyse benden ırak olsun.
-Dün metroda küçük bir oğlan çocuğuna dadılık yaptım. Babasıyla bindiği vagonda ayakta kalınca iki çıtır kızdan yanlarına oturma teklifi aldı. Önce nazlandı, sonra kızların cazibesine dayanamadı zahir sıkıştı aralarına. Bir yandan da dondurma yiyor ama sonuna doğru külah sukoyverdi. Dondurmalar eşgüdümlü olarak kot pantolonunun üstüne tıptıplamaya, ellerinden bileklerine doğru süzülmeye başladı. Eh oğlan bebesi büyütmüşlüğümüz var ya dayanamadık; açıldı çanta, çıktı ıslak mendil, sildik tombik ellerini, pantolonunu çıtır kızlar kikirderken.
-Sabahın seherinde yeni bir kitabım oldu piyasaya çıkmadan elime geçen: "Hikayeden Çocuk/Onur Caymaz". İşlerden fırsat buldukça okumaya çabalıyorum. Bitirince bilgilerinize sunacağım.
-Bugünlük bu kadar, kendime kolay gele...

4 Temmuz 2011 Pazartesi

SON GÜNLERDE BEN

Şu sıralar kendimi üç kelimeyle özetleyebilirim: Yorgunum, gerginim, keyifsizim.

Aranan ev hala bulunamadı, bu da ona bağlı olarak işleyecek sürecin aksamasına neden oluyor. Günlerimiz gündüzleri ev aramakla, akşamları Ikea'dan eşya toplamakla geçiyor. Eşyaların konacağı ev henüz mevcut olmadığı için de bizim ev bir nevi depolama alanına dönüştü. Zeybek oyunu oynarmışcasına sekerek dolaşıyoruz bazı odalarda. Rutin blog okuma alışkanlığımın yerini emlak ilanları takibi aldı, "sahibinden.com"la kanka olma yolunda hızlı adımlarla ilerliyoruz. Kitap okuyamıyorum, film izleyemiyorum, işin kötüsü işe yarayacak herhangi bir diğer faaliyet de yaptığım yok, oysa kıyamet gibi yerine getirmem gereken görev var. Keyifli ve mutluluk verici bir olayın öncesinin böylesine gerginlik yaratıcı olması tuhaf. Ya bu işin doğası böyle ya da bizde bir gariplik var, beceriksiziz:)

Kısacası size anlatabileceğim hoş birşeyler yok ama bir alanda ihtisaslaştım: Ikea. Nerede ne var, giriş-çıkış nereden, restorana nasıl kısa yoldan ulaşılır, yemeklerden hangisi lezzetli, hangi mallar uyduruk, hangileri iyi vs vs. Az zamanda çok ve büyük bir yol katettim ve Ikea'ya gitmekten nefret ettim. Hergün de bal yenmez ki, ayrıca çok kalabalık ve insanlar çok rahat. Yukarıdaki fotoğraf 35 metrekarelik oda tasarımlarından birinde çekildi. Klozetin üstündeki uyarı gözlerimi yerinden uğrattı: "Tuvaletler teşhir amaçlıdır. Restoran alanındaki tuvaletleri kullanabilirsiniz." Böyle bir uyarı konduğuna göre örnek klozeti kullanmayı deneyenler oldu demek ki. Önce inandırıcı gelmedi ama ofis bölümündeki satışa sunulmuş A4 kağıt yığınlarından birinin üstüne yapıştırılan çiğnenmiş sakızı görünce uyarıyı koyanlara hak verdim. Her sabah showroomu halkın hizmetine hazırlayan görevlilerin, içinde defalarca yatılmış görünümüne dönüşmüş yatakları, yerlere atılmış kırpılmış kağıtları, oraya buraya bulaşmış boyaları, oyun hamurlarını, yüzlerce ayağın bastığı zeminde sürünen yastıkları, yorganları, çeşitli objelerin arasında rastgele konuvermiş kirli bardakları, tabakları toparlarken ettiği küfürleri de kolaylıkla zihnimde canlandırabiliyorum. Ne diyeyim Allah bizim insanımıza akıl fikir vere...

1 Temmuz 2011 Cuma

LEZZETLİ ÖYKÜLER*

Blogu nasıl keşfettim hatırlamıyorum; biri tavsiye mi etti, twitterda mı gördüm farkında değilim. Benim ilgimi blogdan ziyade sahibinin yazdığı kitap çekti. Aslen doktor olan, daha sonra mesleği bırakıp yönetici olarak çalışma hayatına devam eden, yanısıra yemeklerle ve onları oluşturan öykülerle hemhâl olan Selgin GB'nin "Lezzetli Öyküler"inin basıldığını duyduğum günden itibaren okuma planları yapmaya başladım. Birkaç kitapçıda sordum soruşturdum bulamadım, sonra en iyisi sahibine danışmaktır diyerek bloga yorum bıraktım. Sağolsun Selgin Hanım hemen geri döndü bana; bende kitabevinden ziyade cicili bicili bir alışveriş merkezi intibaını uyandıran D&R'ların kitabı rafa çıkarmadığını, ancak istek üzerine getirtebileceğini, arzu edersem imzalı olarak adıma yollayacağını belirtti. Belki internetteki bir kitap sitesinden de ısmarlayabilirdim ama imzalı olması aklımı çeldi ve bu teklife canla başla atladım. Çok sürmedi kitap kapımdaydı, aynı günün akşamı da kafamın içinde.
Oldum olası yemek öykülerini çok severim; yemekle ilgili ritüeller, yörelere göre değişen sofra alışkanlıkları, bir yemeğin anımsattığı duygular beni kendine çeker. Bu tarz birkaç denemem bile olmuştu annemin ölümü üzerine gönlüme küsüp yarım bıraktığım. Şu aralar yazmayı değil okumayı tercih ediyorum, "Lezzetli Öyküler" tam da bu nedenle benim arayıp  bulamadığım bir kitap oldu. O incecik kitap içinde o kadar çok duyguyu, o kadar çok ayrıntıyı, o kadar çok insanı barındırıyor ki. Evde hiç malzeme yokken sevilen birine "Fırında Sütlü Patates" pişirmek, beceriksiz komşuya bir tabak "Gurbet Aşı" yollamak, mideyi düzeltmek için "Yoğurt Çorbası" içmek, taze ekmeğin son lokmasını "Fesleğenli Pilaki"nin suyuna banmak, helvayı sütlü seven rahmetlinin ruhu için  "İrmik Helvası" kavurmak, tavuklu kabak yemeğini "Kabak Kalye" ye dönüştürüp sınıf atlatmak, pizza istemeyen küçük oğula "Menemen" pişirmek, "Hindistan Cevizli Kurabiye" ile ticarete başlamak, "Tavuklu Erişte" pişiren teyzeye sımsıkı sarılmak, yıllar sonra yenen bir "Mücver"le hayatını sorgulamak nasıl oluyormuş diyorsanız "Lezzetli Öyküler" tadına bakmanız için sizi bekliyor. Öykülerin kahramanlarını kimi zaman esas oğlan, esas kız, kimi zaman da yan rollerde farklı öykülerde yakalayacaksınız, puzzle yapar gibi. Ben diyorum ki Selgin GB'nin blogu "Defter"e bir göz atın, kimbilir belki sizin de imzalı bir kitabınız olabilir...

*Lezzetli Öyküler/Selgin GB
Cinius Yayınları/2011/82 sayfa