.

.
.

31 Ocak 2010 Pazar

MUTLUYUZ, KUTLUYUZ

Gün güzeldi, günü hazırlayan dostlar da. İnsan doğum gününde keyiflenmeli, yaşlandım diye üzüleceğine bu yaşını görebildiği için şükretmeli. Alt tarafı insanların icat ettiği takvimden bir gün işte diye düşünmemeli, özel günler hayata anlam katmak için, renk katmak için bir vesile olmalı.

Arkadaşları olduğu için sevinmeli, birlikteliğin insanı nasıl zenginleştirdiğinin farkına varmalı. Dostların insana sunulmuş bir armağan olduğunu görmeli.

Tek bir çiçek olarak kalmaktansa buket haline gelince daha görkemli olunacağını hissetmeli.

Maksat doğumgünü kutlamak değil, şu yalan dünyadan bir gün daha çalmak. Açık büfedeki balkabağı bile kıskandı bizi, şu yüzündeki kıskanç ifadeye baksanıza, çatlıyor hasetinden.

Ve günün sonunda kendime aldığım doğumgünü hediyelerim: İnci Aral'ın yeni kitabı "Sadakat", üzerine bugünün tarihi atılacak ayraç ve Müzeyyen Senar'ın eski kayıtlarından oluşan bir CD.

Doğum günüm kutlu olsun...

RUHUMDAKİ ÇOCUK BİR YAŞ BÜYÜDÜ...


Bugün benim doğum günüm
Ne sarhoşum, ne yastayım
İçimdeki çocukla elele
Hiç büyümeyen bir yaştayım...

Fadime'ye sormuşlar:
"Kaç yaşındasın?"
Cevap vermiş:
"Her sene değişen şeyi akilda tutmaya ne gerek vardır da!.."

30 Ocak 2010 Cumartesi

18 YAŞ PASTASI

Dün günün çoğunu dışarıda avarelikle geçirince doğal olarak yapmam gereken bütün işler geceye hatta geceyarısına sarktı. O kadar yoruldum ki yatağa girdiğimde ağrıdan sızıdan bir yandan öbüryana dönemedim, "Carpal Tunnel Sendrom"lu ellerimin varlığını ise yarım saat öncesine kadar hissetmiyordum. Birazdan misafirlerim gelecek. Bugün itibarıyla "Kutlu Doğum Haftası"nı başlatmış bulunuyoruz. 18 yaşına giriyor olmanın coşkusuyla bir gün öncesinden başladık doğumgünü törenine, bugün ailecek kutlama yapacağız. Hal böyle olunca bütün gece mutfaktan çıkamadım. Kendime bir pasta yapayım istedim, ilk kez ganajla denedim. Nunucumun tarifiyle ganaj işine soyundum. Araya koyacağım krema ve ganaj için ocak başında tencere karıştırmak gerekti ki nefret ederim bu işten. Çözüm karıştırırken kitap okumaktır. Sağ elimde kaşık, sol elimde Haydar Ergülen'in "Azıcık Cihangir" kitabı başladım karıştırmaya. Şarkı da söylemek istiyordum aslında ama bir yandan da gündüz salep içmek için girdiğimiz Flamingo Pastanesi'nden aldığım harika İstanbul gevreklerini yemekteydim. Böyle de uyumlu bir kadınımdır, İstanbul'u anlatan kitap okuyorsam İstanbul gevreği yerim. Hatta "Yarim İstanbul'u mesken mi tuttun" türküsünü de söylemeyi denedim ama gaklarken gagasından peyniri düşüren karga gibi ağzımdaki gevrekler etrafa saçıldı. Zaten elle tutmadan yemenin zorluğundan düşmesin diye ağzımla sağa sola atraksiyon yapmaktan yamulmuş durumdaydım ki krema kaynadı ben de karıştırma derdinden kurtuldum.

Yoruldum ama şık bir pasta elde ettim, üzerine de yaşımı gösteren mumları diktim, kızkardeş, minik yiğen ve diğer misafirleri bekliyorum tadına bakmak için, umarım emeklerime değmiştir. İş bununla bitmedi ki üstüne bir de sarma yaptım, hamaratım hamarat, kendimle gurur duyuyorum. Şimdi izninizle "Kutlu Doğum Arifesi" için soframı hazırlamaya gidiyorum, bize afiyet olsun...

29 Ocak 2010 Cuma

MAKYAJ AKTI

Bu sabah uyandığımızda hava iyice yumuşamış, karlar erimeye durmuştu. En nefret edilesi kar sonrası görüntüler arz-ı endam etmiş, vıcık vıcık çamurlu sular yoldan yarışırcasına geçen arabalar tarafından bezgin yürüyen yayalara fışkırtılmaya başlamıştı. Karın coşkusu yerini bıkkınlığa ve sıkkınlığa terketmiş, dün neşeyle gülen yüzler sabah stresiyle iyice asılmıştı. "Eee Leylak Hanım" dedim kendime, "bir günün beyliği beyliktir, dünkü görüntüye say bugünkü sevimsizlikleri" ardından arkadaşlarla buluşmak üzere düştüm yollara.

Yukarıdaki kolajda sürrealist bir tablo haline getirip güzelleştirmeye çalıştığım sokak manzaraları ayağıma çamur, paçalarıma ıslaklık, gözlerime çirkinlik olarak yapıştı kaldı. 80 ini aşmış, kaç yılın kaşarlanmış hatunu Ankara Hanım etraftan gelen ricaları kıramayıp bir günlük kar makyajıyla kendini güzellik kraliçesi gibi satmıştı bize dün. Bayağı da yutturmuştu hani, topluca methiyeler düzdük, cepheden, profilden poz poz resmini çektik, yere göğe koyamadık bu kocamış ama süslü dilberi. Lakin alışmadık rafta fincan durur mu (aslını yazmaya blog terbiyem manidir), bizimki makyajını silmeden yatınca sabahki görüntü evlere şenlik oldu, takke düştü kel göründü. Bütün boyalar aktı, çıktı ortaya buruşuk deriler, solgun tenler, bozuk ciltler. Ha dünkü makyajın izleri yok muydu? Vardı tabii ki, kirpikte bir rimel parçası, kırışıkların arasına sıkışıp kalmış pudra kırıntıları, dişe bulaşmış bir parça ruj dünkü güzellikten iz taşımasa da hatırlatıcı bir görev yapıyordu. Baktık baktık yadettik, yapacak da birşey yoktu, hatunun aklına esip yeniden makyaj yapmasını beklemekten başka.

Şu anda adını hatırlayamadığım bir yazarın taktığı isimle "Hep aynı sayfayı okuyan kadın" ise okumaya devam ediyordu elindeki İnsan Hakları Kitabı'nı. Ayağının dibine biriken karlardan üşütmemesi ise yegane dileğimiz...

KAR ANKARA'YA YAKIŞTI

Günlerdir binbir davetle getirttiğim kar yerleri böyle güzel örtmüş, bütün pislikleri saklamış, grilikleri ak pak etmişken şöyle dışarıya çıkıp tadını çıkartmadan olur muydu? Sarındık, büründük ki gerek yokmuş hava gayet yumuşaktı attık kendimizi sokaklara. Kar havasını içimize çekip beyazlığın tadını çıkara çıkara fotoğrafladık ne gördüysek. Gerçi bir iş kazası yaşadık, erimeye yüz tutmuş karda kayıp şöyle hafiften yerle yakın temas kurduk ama varsın olsun, değdi fotoğraflara. Haydi ben susayım artık, fotoğraflar konuşsun.
















Kim demiş Ankara'ya gri, karanlık, asık yüzlü diye?

28 Ocak 2010 Perşembe

KAR GELDİ KAR, GELDİ KAR, GELDİİİİİ...


Nicedir yolunu gözlediğimiz, beklerken benzimizin sarardığı, yollarına gül döktüğümüz kar nihayet dün gece teşrif ettiler. O kadar umudumuzu kesmiştik ki yağmasından yerde iki santim birikinceye kadar haberdar olmadık varlıklarından, tesadüfen pencereden bakınca farkedip mutlu olduk.

Attık kendimizi balkonlara, seyrettik nazlı nazlı süzülüşünü sokak lambalarının ışığında. Bir ara kesilip korkutsa da devamı geldi. Sabaha kadar indi durdu gökten konfeti gibi.

Ve daha sabah kargalar havyar ve şampanyadan oluşan kahvaltılarını etmeden balkona attım kendimi, yukarıda fotoğraflarını gördüğünüz "Derviş" isimli kardan adamı inşa ettim. Kendisi pek rindmeşrep bir tombuldur, dünya işlerinde gözü yoktur, bir lokma, bir hırka, bir kırmızı başlık, bir kırmızı atkı yeter ona. Ha, bir de şu fani dünyadan erken göçmemek için biraz soğuk sever. Derviş olmadan önce "Çiçek Çocuk"muş. Woodstock'a falan katılmış, "Savaşma seviş" sloganları atmış, sonra ne olduysa derviş olmuş. Lakin eski günlerin anısına elinde hep bir çiçekli asa bulundurur, bakar bakar hippilik günlerini yadeder.

Gördüğünüz gibi hatırı sayılır miktarda yağdı kar. Ortalık beyaza kesti, temizlendi. Kimbilir belki bu beklenen kar sokaktakilerin sorunlarının çözüleceğine dair bir işarettir, dileyelim öyle olsun. Şimdi bana müsaade; bir fincan çay, komşumun yolladığı dumanı tüten pişi ve kitabımın eşliğinde pencereden yukarıdaki manzarayı izlemeye gidiyorum. Kar aklığında geçsin gününüz...

27 Ocak 2010 Çarşamba

SOĞUK, BATTANİYE, CADDE, HEYKEL VS.

Soğuklar başladı başlayalı ben de aynen Snoopygiller'den Linus gibi fıstık yeşili battaniyem omzumda, elimde ballı-limonlu, bol baharatlı ıhlamur bardağım dolaşıp duruyorum evin içinde. Kâh kitap okuyor, kâh bilgisayar başında zaman katlediyorum. Tembel oldum tembel. Mutfağa yemek yapmak için giriyor, bulaşıkları makinenin içine fırlatır fırlatmaz da soluğu salonda alıp fıstık yeşili battaniyemin sıcak kollarına sığınıyorum. Bir nevi ayı Yogi kıvamındayım, kış uykusuna yattım.

Dün sergiye gitmek için uzun bir aradan sonra çıktım evden, neredeyse bir hafta olmuştu. Tepede güneş alay eder gibi parlarken ışınlarını bu kez laser gibi kesmek için yolluyordu vücuda. Evden çıkmadan kızkardeşten mail aracılığıyla sıkı tembih aldığım için bir nevi lahana görünümüne bürünmüştüm. Kafada bere, boyunda atkı, kalın kazak, üstünde daha da kalın, yakası çeneme kadar kapatan bir ceket, üstüne kaban, kabanın fermuarı sonuna kadar çekilmiş ki burnumun üstüne kadar çıkıyor, elde eldiven. Lakin benim gibi sıkıntılı bir hatuna fazla geldi bunca giysi. Soğuk tamam da bir yere kadar, bunaldım kardeş. Önce kabanın fermuarı göğüs hizasına indirildi, sonra atkı çözüldü, ceketin yakası yeter, bir süre sonra da yaka düğmeleri çözüldü. Oh dünya varmış, üşümeyi boğulma hissine tercih ederim.

Nalan'la buluşacağım yere giderken yine Yüksel Caddesi'nden geçmem gerekti (bıktınız benim Yüksel Cadde'mden biliyorum ama bıkmaya devam edeceksiniz ne yapayım), baktım gösteri var, 30-40 kadar ellerinde SDP afişi ve bayrağı olan genç basın açıklaması yapıyordu, sözcülük görevi bir kızcağıza verilmiş, sesini duymak mümkün değil. Tabii her zamanki gibi neredeyse gösteriye katılan her kişiye bir tane düşecek kadar da çevik kuvvet polisi. Bu Yüksel Caddesi için günlük olağan manzaralardandır. Nitekim ben simidimi alıp dönene kadar gösteri bitmişti, kalabalık dağılmıştı. Bilenler bilir caddenin Konur Sokak'la birleştiği yerde "İnsan Hakları Heykeli' vardır, önünde açık "İnsan Hakları Bildirgesi" kitabını okuyan tunçtan yontulma bir kadın formundadır bu heykel. Ben heykele yaklaşırken karşıdan lise öğrencisi oldukları belli 4 tane genç kız göründü. Muhtemelen o civardaki dersanelerden birinden çıkmışlardı. Tam heykelin yanından geçerken bir tanesi diğerlerine dönüp şöyle dedi:

"Hocalar herkes test çözüyor demişti, haklıymış. Bakın heykel bile test çözüyor."

Ne kadar süreyle güldüm hatırlamıyorum...

26 Ocak 2010 Salı

SUDAKİ YANSIMALAR

Bugün sevgili blog arkadaşım Nalan ile daha önce de çok güzel bir sergisini gördüğümüz Hülya İlter'in "Sudaki Yansımalar" adıyla açtığı ebru sergisine gittik. Hülya Hanım gerçekten çok usta bir ebru sanatçısı, her eseri ayrı bir güzel, insan hangisini beğeneceğini şaşırıyor. Ben tabii salona girer girmez yukardaki gördüğünüz ebruya "Hii leylak" diye atladım. Kursiyer hanımlardan biri beni "O leylak değil sümbül" diyerek düzeltti, gerçekten dikkatli bakınca sümbül olduğunu anladım ama iflah olmaz leylak aşkım bu tür göz yanılmalarına uğratıyor beni sık sık. Ben yine de bu ebrunun fotoğrafını leylak olduğunu düşünerek çektim.

Menekşeli ebru. Bakarken kokusu burnuma geldi sanki.

Hülya İlter bu sergide bazı ebrularını hat sanatı ile birleştirmiş. Benim sergideki favorim yukarıdaki oldu, hem karanfillerin formunun güzelliği çarptı beni hem de hattaki Hadis-i Şerif : "Veren el alan elden üstündür." Babamı anımsadım, çocuk yaşımdan beri bana verdiği öğütler içerisinde en çok tekrarladıklarından biriydi çünkü.


Yine hatla birleşmiş bir ebru. "Maşaallah" yazıyor .

Papatyalı ebru serginin afişine de zemin teşkil etmiş.

Ebruların hepsinin fotoğrafını koymak isterdim ama malum yer meselesi. Ankaralı blogger arkadaşlar, hava soğuk demeyin gidip bu güzel sergiyi görün. Yeri çok merkezî, Mithatpaşa Caddesi'nde Mustafa Necati Kültür Evi'nde. Hem sergiyi hem de Cumhuriyet'in ilk yıllarından kalma ender yapılardan Mustafa Necati Evi'ni görün. Bu güzelim bina uzun yıllar kebapçı olarak hizmet verdikten sonra nihayet restorasyonu yapılıp Kültür Evi olarak halkın hizmetine sunuldu. Darısı İzmir Caddesi'nin girişindeki kebapçı kimliğinden yeni kurtulan kuleli köşke.

"SUDAKİ YANSIMALAR"
Hülya İLTER Ebru Sergisi
26 -31 Ocak arası
Mustafa Necati Kültür Evi
Mithatpaşa Cad. Kızılay/ANKARA

Not: Meraklısı için Hülya İlter'in web sitesinin adresi: www.ebruevi.net

25 Ocak 2010 Pazartesi

KARDAN AİLE

Günlerdir kar bekliyorum, niye bekliyorum onu da bilmiyorum. Diyeceksiniz ki Antalya'da yaşıyorsun, kara hasretsin ondandır. Alakası yok, geçen yıl da kışı Ankara'da geçirdim ve kara doydum hatta Antalya'dan gelirken yolda tutulduk kara, berbat bir yolculuk yapıp kaza tehlikesi bile atlattık. Kaldı ki çocukluğum, ilk gençliğim kesintisiz Ankara'da geçti, şimdi yağdığını sanan karlar o zamankinin yanında çiçek tozu gibi kalır. Az kayıp düşmedim okula giderken tırmandığım buz tutmuş yokuşta, ertesi gün erimeye başlayıp nedense sarmısaklı yoğurda benzettiğim vıcık vıcık bir hal almış kar birikintilerinin içinde bileklerime kadar ıslanıp az yürümedim. Az buz kesmedi ellerim, az kızarmadı burnum, Antalya'ya taşınınca da kardan kurtulduğum için az sevinmedim. Hasılı bu kadar istekli bekleyiş özlem değil yani belki değişiklik ihtiyacı. Geldim geleli gördüğüm gri gökyüzünden öyle bıktım ki ortalık beyaza kessin istiyorum. Cadı ağacına dönmüş yapraksız dallar kara bürünüp güzelleşsin istiyorum. Gece karanlığında, el ayak çekilmişken gökten pamuk pamuk düşsün istiyorum ve ben pencereden gözümü daldırıp bakarken göğe doğru yükseliyormuş hissini yaşayayım istiyorum. Çocukken çok severdim bunu. Annemlerin yatak odasının yerden yüksekteki dikdörtgen penceresinin kıyısına oturur, şehirden uzak Yenimahalle'nin tenhalığında daha da coşkulu yağan kar tanelerine bakarak bir uçma duygusu yaşardım. Çocukluğumdaki pekçok güzel şey gibi bu duygu da yoklar arasına karıştı ne yazık ki.

Hasılı bugün yine soğuk ama cam gibi masmavi bir gökyüzüne uyandık, kar falan hakgetire. Belki kar da Tekel işçilerine kıyamıyor onun için yağmıyordur. Sebep buysa hak verdim, yağmasın. Ben de geçmiş yıllardan bir kar görüntüsü koyarım şuracığa ve anlatırım öyküsünü size. Bu gördüğünüz kardan aile 3-4 yıl önce Antalya yakınlarındaki eşimin ailesinin yaşadığı kasabada bir bayram günü bizzat tarafımdan yapılmıştır. Uzun zamandır gördüğüm en yaman kardı, neredeyse dizlerimize kadar birikmişti. Çatıdaki terasa çıktık oğlumla ve elimizin altındaki malzemelerle oluşturuverdik bu şirin yaratıkları. Olay şu: Küçük oğlan diploma almış, anne ve baba da mezuniyet törenine gelmişler yaşadıkları köyden. Burnundan anlayacağınız üzere baba Temel Karadenizli. Hava karlı olduğu için kürk yakalı paltosu ve koyun derisinden kalpağını giyip gelmiş. Anne Fadime kendi halinde, güler yüzlü, sevecen bir ev hanımı. Yegane sorunu yıllardır çektiği zehirli guatr hastalığı, gözlerinin bu derece fırlak olmasının sebebi o. Her ikisi de oğullarının mezuniyetinden dolayı çok mutlu ve gururlu görüldüğü gibi. Oğul İdris ise yalnızca mezun olmakla kalmamış dereceye de girmiş, omuzundaki kırmızı cin biber pardon şal, okul birincisi olduğunun nişanesi. Kafasındaki zeytinyağı şişesi tıpası- ay yine dilim sürçtü kep - ne kadar yakışmış değil mi? Eh böyle mutlu bir olayı belgelemek de bize düştü doğal olarak. Vatana ve millete hayırlı olsun. Ben de daha fazla abartmadan bitireyim şu yazıyı. Haftanız güzel geçsin...

Not: Bir kültür ve sanat adamını, bir fotoğraf ustasını, Şakir Eczacıbaşı'nı kaybettik. Mekanı Cennet olsun...

24 Ocak 2010 Pazar

ÇOK ASİYİM BU ARALAR

Böyle olurum ben; sevdiğim yazarın yeni kitabına uzun beklemeler sonucu kavuşmuşsam etraftaki okunmayı bekleyen, okunmaya başlamış hatta bitmek üzere olan diğer kitaplar birdenbire üvey evlat muamelesi görmeye başlar. Kendimi yeni dünyaya gelen bu toraman yavrunun sıcaklığına bırakıveririm. Ta ki son sayfanın son satırına ulaşana kadar, ondan sonra yeryüzüne bir iniş yapar ihmal ettiğim diğer bebelerin de gönlünü almaya çalışırım. Şu sıralar da tepeden tırnağa "Asi" yim bu nedenle. İki gündür omuzlarımda fıstık yeşili battaniye, elimde kitap kah uzanarak, kah oturarak "Asiyel" ailesinin "Ömer Azmi Efendi" ile başlayan öyküsüne dahil olmaktayım. Şiir gibi isimler, hayal gibi mekanlar, akla sığmaz olaylar arasında yol almaya çalışıyorum Ayla Kutlu'nun Antakya'sını görme hevesiyle kavrularak. Bu Antakya'ya en kısa zamanda gidilmeli, yazarın gözüyle gezilmeli. Aslında öncesinde Ayla Kutlu ile tanışılmalı, her kitabını müthiş bir doyumla okuduğum bu düş kraliçesi dünya gözüyle görülmeli. Ayla Kutlu'nun kitapları ile eğer tanışmadıysanız ya da yeterince senli benli olmadıysanız bir yerden başlayın derim, pişman olmazsınız. İlk kez okuyacaklara da hararetle "Islak Güneş"i öneririm.

İstanbul kar altında üşüyüp dururken bu sabah pırıl güneşle uyandık biz ama hiç kandıramadı doğrusu, belli ki sıkı bir ayaz var. Az önce fıstık yeşili battaniyem omuzumda pencereye yanaştım, yalnızca cama alnımı dayadığımda bile dışardaki soğuğun derecesi hissediliyordu. Balkona çıkmaya cesaret edemedim. Pazar gününün tenhalığıyla daha bir boz görünüyordu cadde, heryeri sıkı bir incelemeden geçirdiysem de balkon saksılarındaki kurumuş bitkiler de dahil tek bir yeşil yaprağa bile rastlayamadım. Atkılarına, berelerine, paltolarına sarınmış tek tük insan ağızlarından buharlar salarak hızlı hızlı yürüyüp gittiler kaldırımlardan. Pencere önünde kaldığım kısa sürede arka arkaya geçen beş otomobilinin beşinin sürücüsü de cep telefonuyla konuşuyordu, bu alet yokken biz ne yapıyorduk acaba?

Dışarısı tatsız, içeride Pazar gününün ahesteliği, en iyisi ben kitabıma döneyim. Bakalım Beyazıt Bey'in ölümünden sonra aileyi neler bekliyor...

Not: Dün DVD'de "The Brothers Bloom"u izledim. Başrolünde aileden biri gibi sevdiğimiz Adrian Brody'nin oynaması dışında fazla özelliği olmayan bir filmdi.

23 Ocak 2010 Cumartesi

ASİ... ASİ


Dün kızkardeşi beklemek için girdiğim kitapçıda öylesine bakınırken Füruzan'dan sonra en sevdiğim yazarın yeni kitabını bulmayayım mı? Hem de tuğla boyutunda olmasın mı? Hem de yine bir ailenin kuşaklar süren öyküsünü anlatmasın mı? Hem de Antakya'da geçmesin mi? E, bundan iyisi Malatya'da kayısı (Şam demiyeceğim işte, milli duygularım galeyana geldi).

Heheheeeeyt, keyifli bir okuma beni bekliyor...

22 Ocak 2010 Cuma

AYLAKLIK!.. HOŞ BİRŞEYMİŞ

Hakikaten hoşbirşeymiş aylaklık, her manada. Böyle çıkacaksın, amaçsızca gezeceksin ayakların nereye götürürse, sonra da adında "Aylak" olan bir mekana gidip oturacaksın ki pekişsin durumun. Kapıdan girdiğinde seni senin gibi aylak kadınlar karşılayacak en gözalıcı görüntüleriyle, şöyle yanıbaşlarına yerleşeceksin rahat koltuklara.

Diyeceksin ki: "Nerde menü? Acıktık". Koyacaklar menüyü masaya, komik isimli yemeklerden seçeceksin, artık "Acıların Tavuğu"nu mu seçersin, "Zıkkımın Kökü"nü mü yersin, ben padişah torunuyum "Ottoman" gelsin mi dersin, o sana kalmış.

Biz daha sıradan isimli yemekler seçtik, "Körili Tavuk" mesela ve vejetaryan olmayan kızkardeş için "Vejeteryan Tabağı". Servisler çok şirindi, önümüzde bilgisayar monitörü varmış ve "Ekşi Sözlük" okuyormuş gibi olduk.

Bu "Sushi" kostümü giymiş "Dondurmalı Krep"i ben yemedim vallahi, kızkardeşin seçimiydi . Ben tatlı ihtiyacımı sıcak çikolata ile giderdim. Ha tadına bakmadım mı? Ayıbettiniz, kaçar mı hiç.

Dışarı çıktığımızda "AYLAK MADAM"ın üstüne kar yağıyordu ama onun tındığı yoktu. Koltuğuna kurulmuş kahvesini keyifle yudumlamaya devam ediyordu.

Sevdik bu mekanı Deniz, sağolasın...

21 Ocak 2010 Perşembe

BİR MİMDİR, İKİ MİMDİR...


Kararmış bir gökyüzünün altında, kararmış bir odada, kar bekleyerek karga kovalıyorum. Sonuncusu yalan tabi uysun diye yazdım. Fakültedeyken daktilografi dersi alırdık, orada işaret parmaklarını çalıştırmak için yazdırılan bir cümle vardı, ona benzedi: "Kara kara kartallar karlı tarlalar ararlar". Faideli bir alıştırmadır kendileri, kıvrak bir dansöze döndürür işaret parmaklarınızı, ömür boyu unutmazsınız, parmak kendiliğinden gider tuşun üstüne. 10 parmak daktilo yazmayı ilk öğrendiğim yıl kim ne söylerse kafamın içinde onu daktilo ile yazardım. Hayalen o kadar çok yazdım ki herkesten çabuk öğrendim. Aaa, fakülte, daktilografi falan deyince hatırladım, bu gece rüyamda yıllardır bırak görmeyi, hatırıma bile getirmediğim bir sınıf arkadaşımı gördüm, hayırdır inşallah, hayırdır in-şal-lah, Meliha usulü. Yahu ne tuhaf belleğimiz var, gayya kuyusu gibi. Öğüt kardeşim kullanılmayan bilgiyi, çöpe dönüştür, suyunu sık, posasını uzaya savur. Yok yapar mı hiç, üstüne üstlük adını, sıfatını sildiğin, geçmişin derinliğine gömdüğün lüzumsuz birini getirir rüyana sokar ama kalemini nereye koyduğunu unutturup fellik fellik aratır. Neyse geçelim; elimde bekleyen iki adet mimim var, kullanım süresi dolmadan harcayalım. Esasen mim yazmayı hiç sevmiyorum, hele de ciddi konularda ama arkadaşlarımı kıracağıma kafam kırılsın deyip önce Sünter'in yolladığı mimden başlıyorum.
Şu sorulara cevap verilecek:
1) Dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda ne düşünüyorsunuz?
2)Seçim barajı kaldırılsın mı? Neden?
3)Adayların belirlenmesinde nasıl bir yöntem uygulansın?
4)Yargı bağımsızlığı sizin için ne anlam taşıyor?
5) (Beşinci soruyu siz belirlemek durumunda olsaydınız neyi öğrenmek isterdiniz?)

1- Tabii ki dokunulmazlıklara dokunulsun istiyorum. Sıradan vatandaşa ne kadar dokunuluyorsa onlara da o kadar dokunulsun istiyorum, hem de her konuda.
2- Seçim barajının kaldırılmasından yanayım ama değişen birşey olmayacağı düşüncesindeyim. Her konuda olduğu gibi bu konuda da önce halkın eğitilmesi gerektiğini düşünüyorum.
3- Adaylar belirlenirken genel başkanının keyfiyetinin 1. tercih sebebi olmadığı bir yöntem geliştirilmesi arzusundayım.
4- Bir ülkede güvenebileceğim ve emin olduğum en önemli şeyin "yargı bağımsızlığı" olmasını istemekteyim, arzu etmekteyim hatta yalvarmaktayım.
5- Eğitimci olarak öğrenmek istediğim şey, her hükümet döneminde yönetimde olanların pekçok okulda eğitimin, öğretimin ne kadar yerlerde süründüğünden haberlerinin olup olmadığıdır. Kişisel isteğimse öğretmen olarak atanacakların üniversitelere en yüksek puanla alınıp, her konuda en zor sınavlardan geçirildikten sonra eğer gerçekten buna uygunlarsa atamalarının yapılması yönündedir.

Ben kime paslasam acaba bu mimi?
Zehra Öğretmen'ime, Begonvilli Ev'e ve Gökçedeniz'e yolluyorum, kolay gele...

Şimdi gelelim çizgilerine bayıldığım sevgili Şuşu'nun mimine:
Hakkımdaki 7 ilginç şeyi yazmam gerekiyormuş. Yahu ben baştan aşağı ilginç bir kadınım, 7 ne demek 77 tane çıkar deeermişim:)) Hay Allah ha deyince de aklına gelmiyor ki insanın, yazalım bakalım:

1- Her çeşit abur cubura hayatımın her döneminde bayıldım, çocukkken de, gençken de, şimdi de. Her yeni çıkan abur cuburu denerim, marketlerdeki yeri benden sorulur, güzel olanların reklamını yaparım herkese.

2- Takı olarak küpe tutkunuyumdur. Küpe takmadan sokağa çıkmam, unutup takmadan çıkarsam yakın bir yerdeysem döner takarım, geri dönemeyecek bir yerde farkedersem gün boyu huzursuz olurum sanki bir aksilik olacakmış gibi.

3- Batıl itikatlara hiç meylim olmadığı halde ters çevrilmiş bir terlik çok rahatsız eder beni, başkasının evinde olsam bile düzeltirim.

4- Resmen bir bibliyofilim. Basılı her türlü şeyi okumak isteği duyarım, kitap ve benzeri şeylere aşk ile bağlıyımdır. Kitaplarıma çok özen gösteririm, yıpratmadan okurum, yıpratanlara hele sayfasını kıvırıp bükerek okuyanlara deli olurum. İlk sayfasına mutlaka adımı, aldığım ay ve yılı ve aldığım kitapçıyı yazarım.

5- Bazı konularda manyakçasına tasnifçi ve arşivciyimdir. Bütün digital fotoğraflarım bilgisayarda gün, ay, yıl olarak klasörlere yerleştirilmiş şekilde durur. Karta basılı fotoğraflar ise albümlerde tarih sırasına göre dizilmiş ve altlarına çekildiği yerle ilgili not düşülmüş olarak bekler. Sinema, tiyatro, konser biletlerimi, sergi broşürlerini, seyrettiğim oyunların program dergilerini, bana gelen her türlü yazılı notu, mektubu, kartı saklarım. Yakında çöp eve dönüşeceğiz.

6- Bir ajanda tutkunuyumdur. Her yılbaşı mutlaka en az iki tane alır ve kesinlikle kullanırım.

7- Şarkıları klip olarak izlemekten nefret ederim. Klibini izlemek zorunda kaldığım şarkıları çok seviyor olsam bile soğurum. Şarkı benim hayal gücüme kalmalı.

Bu mim çok dolaştığı için yönlendirecek kişi bulmak zor olacak. Paslayacağım bakalım, daha önce cevap vermeyenler yazarlar.
Asucuğuma, Nefis Kadın'a, sevgili Özlem'e, Prensesim Kunegond'uma, Şeniz'im şirinime yolluyorum, daha fazla cevap vermemiş bulamadım. Kolay gelsin.

Bugün blog sayacıma ara ara baktığımda bir insan kalabalığının günün değişik saatlerinde benim "Kermes" yazısını okuduğunu farkettim. Bu ilgi niyedir çözemedim, pek matah bir yazı değildi. Şu anda bile bir kişi o yazıyı didiklemekte, bir ara 7 kişi başında kavga etmekteydi:) Şaka bir yana gerçekten şaştım bu işe...

Not 1: Yukarıdaki fotoğraf 2.mimin gereği olarak konulmuştur, bilginize...
Not 2: Bu postun bu kadar uzamasının vebali de mim yollayanların boynunadır o da bilginize:)))

20 Ocak 2010 Çarşamba

DOSTLARLA BİR KUTLAMA

Bugün lise kızlarıyla buluşma günümüzdü. Daha doğrusu arkadaşlardan birinin doğum gününü kutlama amaçlı bir toplantıydı. Yaş ilerledikçe doğum günü kutlamaları daha mı bir zevkli oluyor bilmem. Ruhumuzdaki büyümeyen çocukları sevindiriyor, bu arada biz de seviniyoruz.

Öğlen çıktım evden toplanacağımız mekana gitmek için. Karşıya geçmek amacıyla metro altgeçidine girmiş hızlı hızlı yürüyordum ki karşıdan elele tutuşmuş gelen bir baba-oğul çarptı gözüme. Otuzlu yaşlarının ortalarında görünen yıpranmış giysili adam ve 7-8 yaşlarında çelimsiz, soluk benizli oğlan çocuğu tam yanımdan geçerlerken babanın ağzından dökülen şu sözcükler çarptı kulağıma: "Oğlum, biraz paramız olunca seni buraya getireyim mi?" Gayrıihtiyari sözedilen yerin neresi olduğunu anlamak için kafayı çevirince ışıltılı bir oyuncakçı vitrini çarptı gözüme. İşte o zaman o sözcükler ateşten bir top olup geldi yüreğimin tam ortasına vurdu, bir daha da çıkmadı, orada öyle için için yanarak yerleşti kaldı. Çevremdeki çocuklara neredeyse hergün bir yenisi alınan ve onları en fazla on dakika mutlu eden oyuncaklar geldi aklıma, hayatın neden bu kadar adaletsiz olduğu konusuna takıldım kaldım buluşma yerine varıncaya kadar. Neyse ki arkadaşları görmek keyfimi tekrar yerine getirdi.

Genellikle bu tür etkinlikler için buluştuğumuz mekan bugün çok kalabalıktı. O nedenle hep oturduğumuz masaya değil de bir başkasına oturmak zorunda kaldık istemeye istemeye. Arkadaşlar birer ikişer geldiler, sayımızı tamamlayıp muhabbete başladık, sıra yemek seçmeye gelince garson ızgara köfte ya da "Çökertme Kebabı" tavsiye etti. "Çökertme Kebabı"nın ne olduğunu sorunca da başladı "Çökertme'den çıktım Halilim, aman başım selamet" diye türkü söylemeye. Kendisi de Datçalı imiş zaten ve Datça hakkındaki tanıtıcı bir konuşmadan sonra Çökertme Kebabı istersek zeybek oynayarak getireceğini söyledi. Zeybek izleme arzusunda olmadığımız için ızgara köftede karar kıldık ve yanında kırmızı şarap istedik. Orijinallikte sınır tanımayan garsonumuz şarap şişesini getirdi, artistik hareketlerle mantarını çıkarıp kokladı ve sonra nedense bize tattıracağına kendisi tadarak "Güzelmiş" diyerek kadehlerimize doldurmaya başladı. Bugün bu mekanda bir tuhaflık olduğunun işaretleri ortaya çıkmaya başlamıştı, devamı da geldi zaten. Yemekleri yedikten sonra bir arkadaşımız garsonu çağırıp kapı yanındaki masada sigara içen bir çift olduğunu, eğer izin veriliyorsa kendisinin de içip içemeyeceğini sordu ve hayır cevabı alınca dışarı çıktı sigara içmek için. Arkadaşımız dışarda sigara içerken ne görelim arkamızdaki masaya yerleşmiş 7-8 hanımın dördü püfür püfür tüttürmekteler sigaralarını. Garsonu çağırdık, ikaz ettik ve onların da sigaralarını söndürmelerini sağladık ama henüz bitmedi. Az sonra yanımızdaki masaya anne-kız olduğunu tahmin ettiğimiz iki hanım geldi ve yine arkadaşımız dışarda sigara içerken yaktı sigarasını , içmeye başladı. Artık tepemiz iyice atmıştı, yeniden garsonu çağırdık ve ikaz ettirdik. Vay sen misin ikaz eden, genç hanım bağırmaya başladı: "Ben avukatım, veririm cezası kaç paraysa içerim sigaramı istediğim yerde". Ağzımız bir karış açık bir hukuk insanının kuralları çiğnemeyi meşru hale getirişiyle ilgili açıklamasına baktık kaldık. Bu ülkenin neden yerinde saydığı, bir türlü ilerleyemediği aydın kabul edilen insanlarının tavrıyla açığa çıkmış oldu.

Herşeye rağmen keyfimizin kaçmasına izin vermedik, pastamızı koyduk ortaya, yaktık mumları, doğumgünü çocuğu üfleyip söndürdü, biz de "İyi ki doğdun" nidalarıyla kutladık onu. İlkgençliğimizi birlikte geçirip liseden sonra yollarımızın ayrıldığı ama aradan yıllar geçince tekrar buluşup kaldığımız yerden devam ettiğmiz arkadaşlarımızla keyifli bir günü sonlandırmış olduk. Ayrılırken bir daha buluşma yeri olarak bu mekanı seçmeyeceğimiz konusunda hemfikirdik...

19 Ocak 2010 Salı

GUGUKLU TELEFON

Cep telefonuma bir haller oldu. Telefonun kendinden mi kaynaklanıyor, şarj kablosundan mı çözemedim ama elbirliğiyle beni çileden çıkarmak istiyorlarmış gibi geliyor. Şarj etmek için kabloyu takıyorum, pat uyarı çıkıyor ekrana: "Şarj aleti çıkarıldı." Kurcalayıp biraz geri çekiyorum, uyarı değişiyor: "Şarj aleti takıldı". Tamamdır diye ayrılıyorum prizin yanından, "dııııt" sesleniyor arkamdan "nereye gidiyorsun hemşerim, kandırdım seni, şarj aleti çıkarıldı". Yeniden takıp çıkarıyorum, olumlu uyarıyı alıp uzaklaşıyor işime dalıyorum, 10 dakikaya kalmıyor içerden bir ses: "Guuguk, guuguk". İlk seferinde algılayamadım ve haberim yokken babam guguklu saat mi aldı diye bütün odaları dolaştım, meğer ses telefondan geliyormuş. Esasen guguklu saatlere bayılırım, hep bir guguklu saatim olsun istedim. Hatta zengin bir yakınım İsviçre'ye seyahate gitsin, gelirken bana guguklu saatin en esaslısından hediye getirsin hayalleri kurdum. İçinde bir değil 3, 5, 10 kuş olsun. Asayım evin en güneşli duvarına, on dakikada bir saate bakayım, komşular saati bana sorsun, ben guguklara danışayım, içinde ikamet eden öpülesi kuşlara ellerimle yem yedireyim, her gün tozunu alayım, sarkaçlarını cilalayıp parlatayım vesaire vesaire. Galiba Allah dualarımı kabul etti, benim telefon metamorfik bir sancı çekmekte. Kendini telefonluktan guguklu saate dönüştürebilmek için çabalıyor. Bütün o uyarılar, dıtlamalar, şarj kablosuyla çekişmeler, bana çemkirmeler bu yüzden. İlk aşama gerçekleşti, "guguuk" demeyi öğrendi, yakında sarkaçları uzar, arkasından kuşlar kanat çırpmaya başlar gibi geliyor. İyiyim iyi, sonunda guguklu saatime kavuşacağım. Telefon mu, o ihtiyacımı da dedemden kalma cep saati ile gideririm nasıl olsa...

YİNE KAPALIÇARŞI'DAN 2

Yahu ne Kapalıçarşı'ymış kardeşim, bir günde 3. postu yazdırdı bana. Geçenlerde okumuştum bir yerlerde Nejat İşler ile yönetmen arasında sorun var, dizi bitebilir falan diye birşeyler. Diziyi bitirseler bundan iyiydi. Sen Nejat İşler'i, dizideki namıyla Cemal'i tut öldür trafik kazasında. Aman kardeşim ortalık birbirine girdi, ağıt, figan kıyamet. Diyar ağlar, Arda ağlar, ana ağlar, baba ağlar, derken telefonunu biryerlerde unuttuğu için haberi geç alan Mahmut gelir, onun ağlamaması ağlamasından beter yürekleri dağlar. Ardından bir de cenaze töreni, tut kelin perçeminden. TV başında krize girdik. Kardeşim bu kadar iyi rol yapmak zorunda mısınız, neredeyse kalkıp helva kavurup Yasin okuyacaktım. Akşamım ziyan zebil oldu, taziye evine gitmiş gibi ağla babam ağla, kafam gözüm şişti. Yazık bizlere ya, iyi geçinin yönetmenlerinizle, uyumlu davranın, fazla para istemeyin, yönetmenler siz de biraz alttan alıverin oyuncularınıza. Ne bu ya, her anlaşamadığınızı öldürüp izleyicileri bu kadar üzmeye hakkınız var mı? Aaa, gerçek hayatta yeteri kadar stresimiz var zaten bir de TV başında kederlere garkolduk.

Mahmut yani Olgun Şimşek yine yaptı yapacağını bu bölümde de. Ölüm haberini aldıktan sonra onu yalnız bırakmayan, cenazede yanından ayrılmayan Seher'e bir bardak çay getirdi, Seher "İçmesem, gidecektim zaten ben" dediğinde de boynunu büküp "Sana minnetimi ifade etmeye çalışıyorum fakat şu an elimde çaydan başka birşey yok" diyerek vurdu 12 den yine bizleri. Sadece Olgun Şimşek için bile bu dizi izlenir ama ah bir de oyuncuları öldürüp ardından bu kadar gerçeğe yakın üzülüp bizleri perişan etmeseler...