.

.
.

30 Haziran 2009 Salı

ORDAN, BURDAN, HAYATTAN ...


Şair Kemal Özer ölmüş, en sevdiğim şiiri aşağıda. Nur içinde yatsın...

SEN DE KATILMALISIN YAŞAMI SAVUNMAYA

Türkü silâh olmalı ağzında,
Silâh olmalı elinde bilgi,
Yüreğinde inanç silâh olmalı
,
Neresinde olursa olsun dünyanın
İnsandan esirgedikçe düşman

Savunmalısın yaşamı
...

HAMAMÖNÜ EVLERİ

Ankara'dayım ya bir süredir, şehri keşfedip sindirmem gerekir. Aklıma estikçe biryerlere gidiyorum. Zaten bu iki şehirlilik beni sersemletti, tam bir yere alışıyorum, haydi öbür tarafa gitme zamanı geliyor, bakalım ne zaman yerleşik yaşama geçeceğiz.

Bugün Hamamönü civarını keşfe çıktık kardeşimle, aslında kışın gidip neler olup bittiğini yerinde incelemiştim ama henüz tamamlanmamıştı restorasyon çalışmaları. Bu defa daha bir ilerleme kaydedilmiş, daha derli toplu hale gelmiş. Altındağ Belediyesi üstlenmiş Hamamönü'ndeki bazı sokakların restorasyon işlemlerini. 10 yıl önce aynı bölgede kardeşimin tez çalışması için dolaşmıştık. Sokakların, evlerin hali içler acısıydı, harap, yıkık dökük, rutubet içinde, adeta bir teneke mahalle görüntüsünde. Restorasyondan sonra tanıyamadık semti. Evlerin bazıları boş, restoran, cafe ya da mağaza olarak işletilmeyi bekliyor. Bazılarında ise aileler oturuyor, restorasyona herhangi bir maddi katkıları olup olmadığını sorduk, para vermediklerini ama sadece dış yüzlerin yenilendiğini içlerde herhangi bir değişiklik olmadığını söylediler. Hatta biri durumu şöyle tanımladı: "Dışardan baktım yeşil türbe, içine girdim estağfur tövbe".
Tacettin Camiinin karşısındaki konaklardan birini Liva Pastanesi'nin şubesi olarak hizmete açmışlar. Biraz dinlenmek, birşeyler içmek için girdik, avludaki ahşap masalardan birinin hasır koltuklarına yerleştik. Şık bir mekan yapmışlar, yiyeceklerin sergilendiği dolaplar açık renk ahşaptan, üzerlerine yağlıboyayla çiçek desenleri atılmış. Pencere kenarları çiçeklendirilmiş. Taş duvarlardaki ferforje fenerlere yine ferforje askılıklarda bakır saksılar yerleştirilmiş içinden sarmaşık türü bitkiler sarkan. İstediğimiz dondurma ve kızılcık şurubu fotoğraftaki kalaylı bakır kaplarda geldi. Menüde kayısı tatlısı, incir uyutma, kızılcık ve demirhindi şerbeti gibi geleneksel lezzetler vardı ama bazılarını sipariş etmek istediğimizde "kalmadı" cevabını aldık. Tuvalete gittim bir ara, güzel düşünülmüş ayrıntılarla karşılaştım, hoşuma gitti. Mesela kapının üstünde "Tuvalet" ya da "WC" değil "Ayakyolu" yazıyordu. Kadınlar tuvaletinin kapısında kırmızı, oyalı bir yazma, erkeklerinkinde ise siyah bir kasket takılıydı. Lavabo mermer kurna formunda, armatürse kocaman horozlu, bakır bir musluktu. Ama bütün bu iyi düşünülmüş ayrıntılara rağmen tuvaletin bakımsızlığı, tuvalet kağıdının yokluğu ve klozetin hijyeninin gözönüne alınmamış olması eksi puanlarımın ardarda sıralanmasına neden oldu.
Sanırım yaz sezonuyla sokaklar yavaş yavaş canlanmaya başlayacak. Bu sokaktaki konaklardan birinde de yeni bir lokanta açılmış, ilanlarını dağıtıyorlardı. Belki zamanla Kaleiçi'nin canlılığını kazanır.
Bu kapıyı ve üstündeki demir parmaklıklı oval pencereyi çok beğendik. Kapının ait olduğu ev Hacettepe Camiinin karşısındaki sokaklardan birinde, restore edilenlerden değil, sanırım onun onarımı sahipleri tarafından daha aslına uygun olarak yapılmış.
Bu da Hamamönü'nde, Karacabey Hamamı'na çıkan sokaklardan biri. Herşey iyi, hoş da meydancığa eklemlenen şu sakil, sonradan olma saat kulesi hiç uygun düşmemiş. Bu saat kulelerinden muhtelif yerlerde gördüm. Hangi meydana, hangi sokağa dikilmişse bütünlük sağlayamamış, yüze yakışmayan estetikli bir burun gibi duruyor.

Herşeye, bütün eleştirilere rağmen Hamamönü sokaklarında yapılan restorasyon semtin havasını değiştirmiş, güzelleştirmiş. Umalım ki yarım kalmasın, amacından sapmasın.

28 Haziran 2009 Pazar

NERELERDEYDİN?








































"Bu ne rastlantı arkadaş, nerelerdeydin?
Bunca yıl aradım seni nerelerdeydin?
Beni sorma kalbim kırık bir gün gülmedim
Aynı hayat, aynı sevda, seni bekledim

Çok yıl oldu rastlamadık birbirimize
Gel bu akşam uzanalım geçmişimize
Üç beş kadeh canlandırır hatıraları
Belki yeniden yaşanır gençlik yılları

Yoksa sen de mi söyle
Benim gibi böyle yıllarca bekledin
Yoksa sen de mi söyle
Benim gibi böyle yıllarca bekledin"

Yukarıda sözleri olan şarkıyı ilk duyduğumda şöyle bir irkildim. Bir bekleme salonundaydım ve TV ile ilgilendiğim yoktu. Son derece tanıdık bu şarkıyı farklı bir sesten dinliyordum ve kimdir diye gözümü duvardaki kocaman ekrana çevirdiğimde irkilmem şaşkınlığa dönüştü. Şarkıyı söyleyen yıllardır hiç değişmeyen saç modeli ve görünümü ile Aysun Kocatepe idi ama söylediği yer çok abuk bir mekandı. Aysun hanım hüzünlü ve ağlamaklı bir yüz ifadesiyle bir ambulansın içinde oturmuş; sedyede, burnunda oksijen maskesi, boynunda boyunluk, makineye bağlı olarak yatan, kanlar içinde bir adama bakarak bu şarkıyı çığırırken yanındaki doktor olmayı bırak tıp öğrencisi olmak için bile çok genç görünen sağlık görevlisi de boynundaki steteskopu ne yapacağını bilmez bir halde oraya buraya çevirir bir yandan da en önemli sıkıntı oymuş gibi yaralının ağzının kenarındaki yaraya tampon yapıp dururdu. Muhtemelen klibin kahramanı hanım yıllardır aradığı ama kavuşmayı arabasıyla adama şiddetli bir darbe indirerek gerçekleştirdiği eski sevgilisinin iyileşmesi halinde ağzının kenarında bir yara izi olsun istemiyordu. Sonradan farkettim kanlar içinde yatan eski sevgili bir zamanların yakışıklı jönü Tolga Savacı idi. Canhıraş bir vaziyette söylenen şarkı kazazedeye şok etkisi yapmış olmalı ki klip eski sevgili gözlerini şak diye açarken sona eriyordu.

Şarkı ve klip bittiğinde iyice sinirlerim bozulmuştu. Bu kadar saçma bir senaryoyu hangi yaratıcı beyin kurgular ve hangi duyarsız insan bu klibi izlerken rahatsız olmazdı. Bir zamanlar Aylin Urgal'ın söylediği gerçekten güzel olan bu şarkı nasıl bu kadar itici hale getirilebilirdi. 3-5 dakikalık izleme sürecinde ben neler yaşadım neler. Şarkıcı hanım ağlamaklı şarkısını söylerken ben zihnimde, aldığı kemoterapi sonucu komaya giren annemi, ambulansın sirenleri kulağımda çınlayarak Acil Servis'e yetiştirmeye çalışıyordum. Sahnelerin yapmacıklığı bir yana insanda böylesine kötü anılar canlandırarak müzik dinletmek nasıl birşeydir çözemedim. Bırakın şarkıları bizim hayal gücümüze lütfen, çekmeyin artık klip mlip. Sadece dinleyelim ve ne hayal etmek istiyorsak onu canlandıralım zihnimizde...

Klibi izlemeye içi dayanacak olanlar, bu adresten bulabilirsiniz:
http://www.video-klipleri.org/

VAPUR DUMANI

VAPUR DUMANI

bu kış çok üşüdüm
Çayır Apartmanı, Tepe Sokak No:7
rengarenk bir çocuk odasına
yığdım kitapları çocuğum yok
çıfıt çarşısından aldığım ucuz masa
ipleri ellerimde dağılan
bir eldiven

bir eldiven bir ele ne kadar uyarsa

bu kış çok üşüdüm
bir pazarcının ıslak ayakkabıları
rengarenk tezgahları, yorgun elleri
bir dolu defterim varmış kimsem yok
güz kontuydum, yanlış anlaşılmalar prensi
gözlerimde aşktan inen
ahşap merdiven

ahşap merdiven, evet sayın basamak
kendileri bir evden nereye iner

bu kış çok üşüdüm
elbet geçer, bahar olur birşeyler
küçük oyuncaklar sanayi sitesi
kırgınlıklar defilesindeki manken
babam için yine birkaç satır düşürdüm
bir kadına tek celsede yitik incelikler

hepsi bir vapur dumanı diyordum gelip geçer
ellerimi istasyondaki yaşlı adama uzatırken

iyi de bir vapur dumanı nereye gider...

Onur CAYMAZ

Şiir Onur Caymaz'ın "YAZ TARİFESİ" adlı kitabından alınmıştır. Tavsiye olunur...

26 Haziran 2009 Cuma

FOLKLORİK KİTRE BEBEK SERGİSİ

Bugün nihayet biraz iyileştiğime karar verip Devlet Resim ve Heykel Müzesi'nde açılan "Folklorik Kitre Bebek Sergisi"ni kapanmadan görmeye gittim. "Anadolu'da Gelin Başları" temalı sergi Türkiye'deki Kız Meslek Liseleri arasında açılan bir yarışmaya katılan bebeklerden oluşuyordu. Üstteki fotoğraf ilk üçe giren ve mansiyon kazanan bebekler ki benim kanımca dereceye giremeyenler arasında çok daha iyileri vardı. Bebeklerin ana malzemesi geven dikeninin özsuyu olan kitre, pamuk ve gövde iskeletini oluşturan telden oluşuyor. Kitre ayrıca ebru sanatında ve tıbbi alanda da kullanılıyor.
Sergideki bebekleri tek tek dolaşıp başlıkları inceledim. Yüz ifadeleri en manalı ve başlıkları en orijinal olanları kendimce belirledim. Yukarıdaki Ankara Gelini, malum Ankara'dayız, bulunduğumuz şehre ayrıcalık tanımak gerek. Üstelik hem bebek, hem de başlığı çok güzeldi. Fesindeki elmaslara ve boynundaki beşibiryerdelere bakılırsa zengin yere gelin gitmiş kızımız.
Bu benim hemşerim, malum hem ana hem baba tarafımız Niğde'li, o zaman bu da kontenjandan Niğde'li Gelin. Bir türkü vardı değil mi: "Derdimin dermanı iğdeli gelin" diye. Bizimki de:"Serginin sultanı Niğde'li gelin". Salonun her köşesine baktım ama Antalya gelini bulamadım, neden acep, gözümden mi kaçtı ki?
Efendim, bu yüksek hotozlu, kasıntı gelinimiz İstanbul dolaylarından, saraylı muhtemelen. Ne dersiniz, biraz yaşı geçmemiş mi?
Uşak-Banaz'lı Gelin'imiz biraz gönülsüz gibi ya da "Hem ağlarım, hem giderim" diyen cinsten. Bir zamanlar "Hanımağa" diye bir dizi ve orada Sadri Alışık'ın canlandırdığı bir "Banaz'lı İsmail" karakteri vardı. Başlığının şatafatına bakılırsa kızımız oraya gelin gidiyor.
Bu minyon yüzlü, güzel kızımız güneyden, "Hatay Gelini". O kadar çok örtüsü var ki etrafı duymakta zorlanacak korkarım.
Gelinlerin içinde en güzeli ve en mutlusu bence bu "Bursa-Orhaneli Gelini". Şuna baksanıza ne kadar huzurlu, gözlerinin içi gülüyor. Sevdiğine kavuşmuş belli.
"Amasya Gelini"nin gittiği ev çok mutaassıp anlaşılan. Baksanıza ağız, burun örtük, gözlerinde de korku var yavrucağızın. Takı bile takmamışlar üstelik. Ne diyelim, Allah yardımcısı olsun.
Yukarıdaki bebeklere gelince, bunlar ve daha başka bebekler Türkiye'yi temsil edecek bebek olmak için seçilmeyi bekliyorlar. Biz de bir anket formu alıp seçimimizi yaptık, oyumuzu verdik, hangisine mi? Sol taraftaki ceylan bakışlıya...
Hayli zor ve emekli bir çalışmanın ürünü olan bebekleri görmekten ben çok memnun kaldım. Hatta öğrenip yapmak istedim. Sizlere de gidip görün diyeceğim ama ne yazık ki sergi bugün itibarıyle kapandı. Kısmet, seneye başka bir temada izlemek nasip olur dilerim.

25 Haziran 2009 Perşembe

MELANKOLİ, FASULYE, YAĞMUR, ŞU, BU...

"Melankoli ne güzelsin
Rüzgarda, yağmurda gel bana"

Çocukluğumda böyle bir şarkı vardı, "çikolata renkli şarkıcı"ların anonsçusu Sezen Cumhur Önal yazmıştı sözlerini, İtalyan şarkıcı Peppino di Capri de Türkçe yorumlamıştı. Melankoli sahiden güzel midir, yoksa şarkıda sözü edilen Melankoli aslında İtalyan bir dilber midir bilmiyorum. Bildiğim, sözlüklerin melankoliyi "yalnızlığı tercih ve hüzün hali" olarak tanımladığı ve bunun bir çeşit psikolojik bozukluk olduğu. Sözlüklerin ekşi olanının tanımı daha yakın geldi bugünkü ruh halime: "Ortada hiçbir makul sebep yokken üzgün olma durumu". Tam da böyleyim işte şu an. Aslında makul bir sebep aramaya gerek de yok, sebep ayan beyan ortada: Ankara gökleri kümülüslü dündenberi. Yağmur serpiyor geçiyor, yine serpiyor, bir mızmız yağsam mı yağmasam mı hali, karanlık bir gökyüzü, loş odalar. Klimatik depresyonum azdı dostlar! (Böyle bir tıbbi terim var mı, yoksa da ben icat ettim) Kapalı hava, yağmur suratsız yapar beni, ağlak, sinirli, gergin. Eşim kızıyor bana, yağmur sevmediğinden küresel ısınmaya neden oldun diye, ne deyim belki vardır bir bildiği.
Bu ruh haliyle mutfağa girdim az önce. Anneme ait olan annemsiz mutfağa. Annemin düdüklü tenceresinde annemin usulüyle zeytinyağlı taze fasulye pişirdim. Klimatik depresyondayım ya, bu işi onlarca defa yapmış olmama rağmen bu defa gözlerimdeki kümülüs bulutları boşaldı, melankolim zirve yaptı. Bugün bahane arıyorum dostlar. İyisi mi ruh halime uyan bir Melih Cevdet Anday dörtlüğüyle sonlandırayım bu kaydı. Melankoli pek de güzel değil, şarkıya kanmayın...
“Bir misafirliğe gitsem
Bana temiz bir yatak yapsalar
Her şeyi, adımı bile unutup
Uyusam.”

24 Haziran 2009 Çarşamba

HEM OKUDUM HEMİ DE YAZDIM...

Mehmet Saraç'ın Urfa yemek kültürünü anılarından hareketle anlattığı "Canlarına Değsin" adlı kitabı "Mevsimlerden Roma" blogunun sahibi Mehtap Hanım'ın önerisiyle aldım ve gerçekten bir solukta okudum. Oldum olası yemek kültürüne, yemekle ilgili ritüellere, yöresel yemeklere meraklıyım, kitap tam bana göreymiş anlayacağınız. Yazarın etkili anlatımının da payı büyük oldu beğenimde, kimi zaman güldüm, kimi zaman ciddi anlamda hüzünlendim. Bilmediğim bir sürü yemek ve yöresel yiyecek adları öğrendim. "Frenk suyu" örneğin, domates salçasıymış. İçten anlatımı için yazara, kitabı önerdiği için Mehtap Hanım'a kocaman teşekkür...

CANLARINA DEĞSİN-Mehmet SARAÇ
Everest Yayınları/2009/194 sayfa
İkinci kitabımız "Gizli Aşk Bu" hasta yatağında okundu. Özen Yula farklı bir tarz denemek istemiş ve çok bilinen bir aşk öyküsünü Yeşilçam tarzı bir anlatımla, Yeşilçam oyuncularının adıyla kurgulamış. Baş kahramanlar Müjde ve Şener, diğerleri ise Uğur, Hümeyra, Özgü, Oktay, Nurgül, Ozan gibi isimler taşımaktalar. Kitabın tek ilginç yanı bu zaten, film izler gibi okuyorsunuz, başka da bir özelliği yok.
GİZLİ AŞK BU-Özen YULA
Everest Yayınları/2009/171 sayfa

Edith Wharton'un "İki Kız Kardeş"i 20.yüzyılın başlarında geçen konusuyla klasik kalıplarda yazılmış bir roman. Değişik bir tat verdi bana, ne bileyim bir Jane Austen ya da Emily Bronte okur gibi. Amerika'da, New York'da bir kenar mahallede, mütevazı bir tuhafiye dükkanı işletip kıt kanaat geçinen kendi halinde iki kız kardeşin evlerine aldıkları bir saatle hayatlarının nasıl değiştiğini anlatıyor kitap. İyiniyetin, fedakarlığın bazen karşıdakine beklenilen yararı sağlamayıp aksine zarar verdiğine de şahit oluyorsunuz. Klasik anlamda bir roman okumak arzusunda olanlara önerilir.

İKİ KIZ KARDEŞ-Edith WHARTON
Turkuvaz Yayınları/2009/107 sayfa

23 Haziran 2009 Salı

CACIK

Hastayım demiştim ya, hala iyileşmedim, arada bir kalkıp sarsak sursak bilgisayarı kontrol ediyorum ve sonra tekrar "tumba yatak". Boğazım ilk günkü kadar berbat, başka şartlarda beğenilecek bir kırmızı renge sahip, üzerinde de beyaz enfeksiyon odakları, kızıl üstüne benekli bir görüntü ve her yutkunmada boğazımdan 4 pençesi de açık, sivri tırnaklı bir kedi geçiyormuş gibi. Haliyle yemek yiyemiyorum hatta su bile içmek gerçek bir işkence. Bu durumda tek yapabildiğim yiyecekleri hayal etmek, envai çeşit yemek, tatlı, salata gelip geçiyor zihnimden. Yemek istiyorsam namerdim, maksat vakit geçirmek:) Bir tek cacığa takıldım; şöyle güzel bir süzme yoğurtla yapılmış, bol salatalık doğranmış, üzerine taze nane yaprakları serpilmiş, soğuk bir cacık, tıpkı fotoğraftaki gibi. Ama o salatalık tanelerinin boğazımdan geçerken bademciklerimle kuracağı dostluğun derecesini tahayyül bile edemiyorum. En iyisi cacıklı anekdotlara dönmek.
Öğretmenliğimin ilk yıllarında 2 yıl Denizli'de çalıştım. Başkasını bilmem ama ben bu kenti çok sevdim; olanca çirkinliğine, o tozlu, dayanılmaz sıcağına, sanayi şehri olmasının getirdiği sevimsizliklere, deprem korkusuna rağmen insanlarının canayakınlığı, yardımseverliği, Pamukkale'nin o hafsalaya sığmaz, görkemli görünümü, pazarlarının cıvıl cıvıl renkleri, bereketi ve herşeyden öte insana kulağının dibinde kuş şakırmış gibi gelen melodik Denizli şivesi yeterli sebeplerdi bunun için. Tayinim çıkıp oradan ayrıldığımda en az yerliler kadar iyi konuşuyordum Denizli şivesini. Cacıkla bağlantı burada kurulacak.
Birlikte çalıştığım arkadaşlardan biri (Denizli'nin yerlisi bir bey) pazara gitmiş. Denizli pazarlarında yöresel ürünleri kadınlar satar genellikle, bilhassa yoğurt çok satılır ve çok da lezzetli olur. Arkadaş yoğurt satan bir hanımın tezgahına yanaşmış, bakmış önünde bir küçük kova yoğurt var, azımsamış, aralarında şöyle bir diyalog gelişmiş:
Arkadaşım: "Yoodun hepsi bu gıdaaa mı? (Yoğurdun hepsi bu kadar mı?)
Yoğurtçu Kadın: "Hee, bu gıdaa. (Evet, bu kadar)
Arkadaşım: Iıh, beni yetmez bu, başkı yok mu? (Yok, bana yetmez bu, başka yok mu?)
Yoğurtçu Kadın: Yetee, yetee, al bakeem sen önkürdeekini. Napcen ki sen yoodu? (Yeter, yeter, al bakayım sen önünde duran yoğurdu, sen ne yapacaksın ki yoğurtla?)
Arkadaşım: Cacık etceen. (Cacık yapacağım)
Yoğurtçu Kadın: E, al işte edeeesin cacık. (Al işte, yaparsın cacık)
Arkadaşım: Ne gıdaa cacık çıkaa ki bundan? (Ne kadar cacık olur ki bundan)
Yoğurtçu Kadın (Son noktayı koyar): O içini gatcaan hıyarı baalı. (O içine koyacağın hıyara bağlı)
Gel de bu şehri ve insanlarını sevme...

HASTAYIM...

Dündenberi fotoğraftaki kadar teferruatlı olmasa da yatak-döşek yatmaktayım. Uzun zamandır bu kadar ağır bir yaz gribi geçirmemiştim, vücudumun her noktasının ağrıdığı yetmezmiş gibi boğazım da cayır cayır yanmakta. İlaçların etkisiyle geçici bir toparlanma haline girdim şu ara ve yatmaktan kazana dönmüş kafamı biraz dağıtmak için bilgisayarın başına geçtim.
Hastalık nedeniyle yatmak çok kötü, insan sürekli kalkmak istiyor, normalde yapmaktan nefret ettiğim işleri bile yapmak arzusu duyuyorum (iyileşince bu arzu hemen geçecek tabii ki). Kitap okumayı denedim olmadı, TV kafamı şişirdiği için açmadım bile, bir müddet hastalıkla ilgili şarkıları hatırlamaya çalıştım: "Hastayım, yaşıyorum görünmez hayalinle", "Aman doktor derdime bir çare", "Doktor civanım", ama iş "Hastayım, yalnızım, seni yanımda sanıp da bahtiyar ölmek isterim" şarkısına gelince caydım, işler kötüye gitmeye başlamıştı çünkü:) Tam o sıra vitamin ilacı içmem gerekti ve tabletin kokusu beni aldı, ilkokul sıralarıma götürdü, şarkıları falan unuttum. Zira vitaminin kokusu fena halde ilkokulda beslenme saatlerinde cebren içirilen süttozlarını çağrıştırmıştı bana.
Yaşıtlarımın da benzer nefret duygularıyla andığını düşündüğüm süttozlu beslenme saatleri çocukluğumun kabusuydu. Basmadan dikilmiş, büzgülü süt torbalarımız vardı bu törene has. İçinde bardak, kaşık, tabak, peçete taşır, beslenme saati gelince, torbayı açar, peçeteyi sıraya yayar, bardağımızı çıkarır, elinde kocaman galvaniz bir güğümle kapıdan giren; sınıf arkadaşımız, sümüklü, sarı Süleyman’ın babası, hademe amcanın önünde sıraya geçerdik. Güğümün kapağı açılır açılmaz, o iğrenç rayiha havaya yayılırdı. Kireçle, böcek ilacı karışımı; yağlı, yapışkan, berbat bir koku. Kokunun yarattığı tiksinme duygusu, kaynar kaynar verilen sütün tadıyla doruğa çıkar, beslenme saati kâbusa dönerdi. Sütü içmemek mümkün değildi, öğretmen çok kızardı, bizzat başımızda bekler, bardakların boşalıp boşalmadığını denetlerdi. Kendince haklıydı, savaşlar yaşamış, açlığı ve kıtlığı görmüş bir kuşaktan geliyordu, israfa karşıydı. Gelgelelim sütün tadı gerçekten çok kötüydü, ben ve benim gibi pek çoğu bir-iki yudumu zoraki yutar, öğretmenin bakmadığı bir anı kollayıp bardağı içindeki sütle birlikte süt torbasına devirirdik. Torbanın kumaşından süzülen sütler önlüğümüze akar, eve gidince bir de annelerimizden azar işitirdik.
Hilafsız beş yıl sürdü bu kâbus, onlar ikram etmekten, biz ikramı geri çevirmekten usanmadık. Beslenme saatinin tek güzel yönü vardı, arada bir, yine yardım kapsamında verilen unlardan yapılma mayalı çörekler. Ördek biçimi verilirdi çöreklere ve göz yerine de bir kuru üzüm tanesi kondurulurdu. Süleyman’ın babası hademe amcamız bu defa koca tepsilerle dalardı sınıfa, “Uçuyor bunlar, kaçıyor bunlar.” diyerek. Kuyruğundan başlardım yemeye, son yuttuğum lokma da üzüm tanesi olurdu.
Süttozu kâbusunun yanı sıra beni çeken tadlar da yok değildi, beş yıllık ilkokul yaşamımda. Okul çıkışlarında kapı önlerinde biriken seyyar satıcılar sunardı bu tadları bize; ince, tahta bir sap üzerine takılmış kıpkırmızı, horoz ve elma şekerleri, pembe-beyaz renkleriyle uçucu ve narin pamuk helvalar, uzun, konik bir biçim verilmiş, şeffaf kağıda sarılı renkli, sert macunlar, kağıttan külahlar içinde satılan leblebi tozları ve bardağı 25 kuruştan satılan ayçekirdekleri; kısacası her türlü zararlı yiyecek. Hala bu tarz zararlı yiyeceklere özel bir ilgim vardır, kendimi dizginlemeye çalışırım. Kimbilir belki de çocukluğuma dönmektir asıl amacım...

21 Haziran 2009 Pazar

BABALAR GÜNÜ KUTLU OLSUN!..

BİR BABA İÇİN-4
Baba bana yürüdüğün
O yolları göster
Baba bana dünyanın
Yüreğine inen geçidi
Baba durursam azarla
Tökezlersem kaldır beni
Toprağa süre süre
Arıttım yüreğimi
Ellerim kanıyor bak
Isırganlar yolmaktan
Sesim nasıl da kısık
Nehirlerin kaynağında
Durup da bağırmaktan
Baba bana yaşamın
Çekirdeğini göster
Baba bana bu yolun
Sonundaki çiçeği
Güneş giriyor koluma
Ömrüm çağırdı beni
Bu yolda yürürüm ben
Baba şarkılarıma küfret
Bir gün eğer dönersem
Ahmet ERHAN
Tüm babalara sevgi ve saygıyla...

20 Haziran 2009 Cumartesi

YIL ORTASI AÇAN YILBAŞI ÇİÇEĞİ

Şaşkın!..
Çin takvimi mi kullanıyor, Hicri Takvim mi anlamadım. Sen yıllarca açma, üstelik uzun süre bakımsız kal, sonra tut Haziran sonunda çiçeğe dur. Mahkemeye başvurduk, adını değiştireceğiz; ben "Yılbaşı Çiçeği" ni sildirip "Yazbaşı Çiçeği"ne çevirmek istiyorum ama kendi fikrine de saygı gösteririz elbet:) Şimdilik açmak için zamanını bekleyen diğer tomurcukları kontrol ediyoruz, yaptığı bu kıyağa karşılık terfi ettirdik ayrıca, perde arkasındaki mekanından daha havadar ve gözle görünür bir semte taşıdık. Zamansız açarak bizi şaşırtıp mutlu ettiği için de bir teşekkür belgesi sunduk.
Vaziyet budur!..

18 Haziran 2009 Perşembe

ETLİ YAPRAK SARMASI ve ANNEANNEM

Fotoğraftaki sarmayı kızkardeşim yaptı ama ben ne zaman sarma yesem anneannemi hatırlarım. 15 yıl önce kaybettiğim, tarife sığmaz anneannemi. Yemeyi, içmeyi, gezmeyi, eğlenmeyi seven, hayatla bağını çektiği tüm sıkıntılara rağmen koparmamış, son nefesine kadar kimseye muhtaç olmamış, keyifliyken baldan tatlı, kızınca zehirden acı anneannemi...
Anneannemde laf boldu, gün yüzü görmemiş deyimler çıkarırdı gönül bohçasından; kimi zaman gönül alıcı, kimi zaman yürek yaralayıcı. Aşırı yiyen birini gördü mü kızardı mesela, kıtlık günlerini yaşamış, ekmeği, şekeri karneyle almış olmasının getirdiği sıkıntının öcünü alırcasına söylenirdi tipik İç Anadolu şivesiyle: "Ana gı, o nasıl yemek yimek, yılan bile toprağı gıdayla yalar." Lakin kendi bayılırdı güzel şeyler yemeye, öğünlerini kaçırmaz, sofrasını geçiştirmezdi. "Biz koca öküze benzerik" derdi, "Yimezsek çökeriz, hem öğünden giden, ömürden gider."
En sevdiği yemek "Etli yaprak sarması" idi, en güzel pişirdiği de. Bir daha onun pişirdiğinin tadında bir etli yaprak sarması yemedim. Hiç üşenmez, taze asma yaprakları çıktığında, koluna sepetini takar, evinin yakınındaki Yenimahalle Pazarına kışlık salamura yapmak üzere yaprak almaya giderdi. Ne zaman evimize gelse yaprak sarması yaptırırdık ona. Özel bir ritüel gerektirirdi onun bu işi yapması, o baş aşçı idi, sadece sarardı, diğer domestik işler biz köleler tarafından yapılırdı. Sarma yapılacağı gün erkenden kalkar: “Ne yatırsınız uşak, aş da sabahın, iş de sabahın” diyerek bizleri de uyandırırdı. Alelacele yapılan kahvaltı faslından sonra emirlerini sıralamaya başlardı: “Şuraya bir sofra bezi serin!” Hemen oturduğu salona, halının üstüne sofra bezini yayardık. “Hadi, yaprağı haşılayın, pirinci ayıtlayın, sini getirin, soğanı soyun, samırsaklar nirde?” Biz telaşla isteklerini yerine getirir, malzemeleri önüne dizerken, o tülbendini başının üstünde düğümler, yakın gözlüklerini burnunun ucuna düşürür, ayaklarının birini altına alıp, birini uzatarak, üzerlerine çiller düşmüş tombul ellerinin, hiç çıkarmadığı mekik yüzüğün sıktığı parmaklarıyla dolma içini yoğurmaya başlardı. İyice yoğrulup, kıvama gelen iç sarılmaya hazır olur, anneannem de dilini burnunun ucuna değdirerek, adeta makineden dökülmüş gibi hep aynı boyda minik minik dolmaları tencereye sıralardı. Arada kardeşim ve ben çaktırmadığımızı sanarak tencereden bir dolma aşırırdık, anında elimize bir şamar iner, “Sardığımı yimen, hem çiğ yimen kurt yapar” diye azarlanırdık.
En az bir saat süren sarma seansı, sonunda bittiğinde anneannem ellerinden sızan yağlı suları akıtmamaya çalışarak, belini tuta tuta doğrulur, “Öldüm anam” nidalarıyla banyonun yolunu tutardı. Yemek mis kokular salarak tencerede tıkırdarken sofra hazırlanır, anneannemin sevdiği gibi "bol samırsaklı" yoğurt ezilir ve yine onun "yenmeyecek olsa icat edilmezdi" olarak nitelediği öğünlerden biri için masa başında toplaşılırdı.
Anneannem gideli çok oldu, hatta annem bile yok artık. Bir büyüğün sarıp da önümüze koyduğu sarmalar da onlarla birlikte gideli beri yemeklerde anne tadı bulamıyorum, en lezzetlisini yesem de. Büyümek böyle birşey galiba.
Yine de siz anneannemi izlemeye devam edin, gerisi gelecek...

16 Haziran 2009 Salı

BU, BU, NEDİR BU?

Şimdi, farzedelim bir yere gittiniz, oturdunuz, çantanız hep sorun olur değil mi? Sandalyenin koluna assam yere değer mi, yandaki boş sandalyeye koysam ben görmeden biri alıp gider mi, masanın üstüne koysam kalabalık eder mi? Kadınların işi zooor... İşte yukarıda resmi görülen asrın icadı(!) bu sorunu çözüyor, darısı diğer sorunlara. Efendim üzerinde lale motifi olan, çinili yuvarlak bölümü oturduğunuz masanın kenarına koyuyorsunuz, ucu topuzlu metal uzantıyı çevirip alt tarafa yönlendiriyor ve çantanızı asıyorsunuz; bu kadar, emniyete alınmıştır masanın altında ve sizin nezaretinizde. Bu pratik olduğu kadar dizaynı da güzel askıyı Papazın Bağı toplantısında, kendisi de çini boyama yapan bir arkadaşımız hepimize şık kesesinin içinde armağan etti, üstelik bağlarının ucunda nazar boncukları da vardı, kem gözlere karşı.
Hediyem çantamın içinde yerini aldı, arkadaşım mı? Onun yeri zaten hep kalbimdeydi...

ESKİ DOSTLAR



Biz, yıllar öncesinden süzülüp gelmiş 10 arkadaş, 10 eski dost, ilkgençliğimizin mekanlarından birinde yine biraraya geldik. "Nasıl geçti habersiz" diyerek herbirimizin ayrı bir anısının olduğu bahçede filbahri ve iğde kokuları soluyarak, gözlemelerimizi afacan ördeklerle paylaşarak, dostluğumuzu dostluk kadar kalıcı bir tatla, çayla sulayarak sohbet ve neşe dolu birkaç saati paylaştık. Üç arkadaşımızı doğum gününü kutladık, birlikte olmanın tadını çıkardık. Kısacası 30 yıl sonra birbirini tekrar bulmuş 10 genç kız(!) dün öğleden sonra Papazın Bağı'nda çocuklar gibi şendik...




ERKEN KAYBEDENLER

Emrah Serbes Ankara'da geçen polisiye romanlarıyla tanıdığımız genç bir yazar. "Her Temas İz Bırakır" ve "Son Hafriyat" polisiyelerini okumuş, hem yazım tarzına, hem kahramanı Behzat Ç.'ye, hem Ankara'yı bu kadar iyi tanımasına hayran olmuş, yeni kitabını sabırsızlıkla beklemeye başlamıştım. Beklentim yakınlarda gerçekleşti ama bu defa polisiye olarak değil, son kitap sekiz öyküden oluşuyordu ve ana tema ergenlik çağındaki erkek çocuklardı. Muhtemelen yazarın kendi yaşanmışlıklarından da yola çıkarak kurguladığı öykülerin tadı damağımda kaldı. Kimi zaman hüzünlenirken kimi zaman kahkahalar attım. Bir alıntı örneğin:
"Hasta mısın evladım? Söyle bana neyin var, neden kırdın lambayı, yapma böyle..."
"Kırdımsa kırdım, ne olacak! Çok mu değerliymiş?"
"Lamba senden değerli mi evladım, lambanın a.... koyayım, lamba kim? Yöneticiye de dedim. Lambanızı s....., kaç paraysa veririz. Sen değerlisin benim için."
"Beni görünce yanmıyordu baba."
"Nasıl ya?"
"Görmezden geliyordu, yanmıyordu. Kaç sefer yok saydı beni."
"E beni görünce de yanmıyordu bazen, böyle el sallayacaksın havaya doğru, o zaman yanıyor."
"Hadi ya! Sahiden mi?"
"Evet ucuzundan takmışlar. Bizimle bir alakası yok."
Babama sarıldım, yıllar sonra.
Kurgu dünyasında bu kadar gerçek bir diyalog insanın içini acıtıyor...
Öyküye benzer öykü okumak isteyenler, hem neşelenip hem hüzünlenmek isteyenler, ergenlik çağında çocukları olanlar; sözüm size, BU KİTABI OKUYUN!
*Erken Kaybedenler/Emrah Serbes
İletişim Yayınları/143 sayfa/2009

15 Haziran 2009 Pazartesi

14 Haziran 2009 Pazar

ÖSS (ÖĞRENCİ SÜRÜNDÜREN SINAV)

Her yıl tekrarlanan kabus 2009 için sona eriyor, gelgelelim ömür biter ÖSS bitmez.
Önce öğrenci, sonra öğretmen, nihayetinde anne olarak onlarca ÖSS geçti hayatımdan, hatta ÖSS ile yetinmeyip çifte kavrulmuş ÖSYS'ler de yaşadık. Her sınav, öncesi ve sonrasıyla bir çile oldu ilgililerin hayatında. Siftah ÖSS'mi şimdi Gazi Üniversitesi bünyesinde bir fakülte olan o zamanların Özel Zafer Mühendislik ve Mimarlık Yüksek Okulu'nun binasında yaşadım ve garabetler o andan itibaren başladı:
- En yakın arkadaşımla sınıflar farklı olsa da aynı binada sınava gireceğimiz için pek mutlu olduk, gidip binayı gördük, yerimizi öğrendik. Sınavdan bir gün önceki gece şık olmak uğruna saçlarımı sardığım bigudilerin kafama batıp uykuma engel olması yüzünden mahmur mahmur hazırlanıp komşumuz Müyesser teyzenin okuduğu pirinçleri yutarak dualarla uğurlandık.
-Gözetmenlerimiz genç ve güzel asistan kızlardı. Yanımdaki sırada oturan taşralı olduğu belli genç, sınav başlamadan onlara ne kadar güzel oldukları konusunda iltifatlar savurarak aklı sıra cevapları garantilediğini sandı.
-Sınav başladıktan bir süre sonra arkamdaki sıradan gelen tıkırtılarla irkildim, çaktırmadan dönüp baktığımda üniversite adayımızın soruların cevaplarını zar atarak belirlediğini gördüm. Altı attığında hangi seçeneği işaretlediğini hala merak ederim.
-Vukuat olmadan sınavı bitirip sonuçları beklemeye başladık ama sınav sonucu yerine sınavın iptal olduğu haberi geldi. İstanbul'daki Mayataş Dersanesi soruları ele geçirip satmıştı.
-Yapacak birşey yoktu, paşa paşa ikinci kez yapılan sınava girip aynı sıkıntıları tekrar yaşadık ve aldığımız puanlara uyan bir fakülteye kaydımızı yaptırdık.
-Ama sınavlara doymamıştım, ertesi yıl ve daha ertesi yıl tekrar girdim ÖSS'ye, her seferinde daha yüksek puan almama rağmen okulumu değiştirmedim. Benimki tamamen amatörce bir eylemdi, maksat şanım yürüsün.
-Sonra öğretmen oldum ve Lise son sınıf derslerine girdiğimde sınava yakın yaşanan keşmekeşten bıktım usandım. Üstelik bir meslek lisesiydi ve hele son yıllarda öğrencilerin bu sınavı kazanabilme ihtimalleri çok düşüktü ama onlar sınavdan bir ay öncesinden rapor almaktan vazgeçmediler ve raporlu oldukları için okul yerine denize giderek üniversiteye hazırlandılar.
-Öğretmenlik hayatım süresince hemen her ÖSS'de gözetmen ya da salon başkanı olarak görev yaptım. Sınav süresince gürültü olmasın diye parmak uçlarımda gezmekten bacaklarım, aman hata yapmasınlar diye kimlik kodlamalarını kontrol etmekten gözlerim ağrıdı. Susayana su temin ettim, kaleminin ucu kırılana kalemtraş. Bazılarını tuvalete götürüp kapılarında nöbet tuttum, kimiyle tartıştım, kiminden teşekkür aldım. Kimi ağladı, kiminin midesi bozuldu, sınıfın ortasına çıkardı, kiminin açlıktan ya da stresten tansiyonu düştü. Hasılı sınıflardaki elektriklenmeden çarpılabilirdiniz.
-Sonra sıra kendi çocuğuma geldi, hem de çifte kavrulmuşundan, iki aşamalı ÖSYS. Son yıl evde hayatımız değişti, herşey sınava endekslendi, aile olarak hatırlamak istemediğimiz bir yıl geçirdik. Her iki aşama da çok zorlu geçti. İkinci aşama sınavdan çıkıp eve geldiğimizde oğlum evin kapısını şaşırıp komşunun evine hamle etti. Çocukları bu hale getirenlere ne desem bilmiyorum ki.
-Biz hayatımızdan ÖSS'yı çıkarmıştık, son olarak bir yıl sonra karşı komşumuzun kızına başarılar diledik ve uğur getirmesi için yumuşak kurşun kalem, silgi, kalemtraş gibi sınavda ilk başvurulacaklar arasında olan malzemeler hediye ettik ama o kadar uğurlu geldi ki onun girdiği sınav da iptal edildi. Zavallı kızcağız kendisine başarılar dileyen komşu teyzenin akibetine uğrayıp ikinci kez sınava girmek zorunda kaldı.
Hatırladığım ÖSS maceraları kabaca bu kadar, kimbilir unuttuğum neler var. Dileğim bu yararsız ve tatsız sistemden bir an önce vazgeçilip çocukların yeteneklerine göre yüksek tahsile yönlendirilmesi. O mutlu gün gelene kadar tüm ÖSS'ye girenlere ve gireceklere başarılar diliyorum.

13 Haziran 2009 Cumartesi

MACUNCUUUUU!..

Kale Festivaline gittiğimizde arkadaşım buluşma yerine geldiği zaman küçük oğlunun elinde uzunca bir tahta sapa dolanmış rengarenk macun vardı, kale girişinde festival nedeniyle dağıtmışlar, belki bize de düşer dedik ama hayal kırıklığı, geç kalmışız.
Macun; çocukluğumun rengarenk gözdesi... Hala bir düştür benim için, tadına ve rengine doyamadığım. Hep aynı macuncu geçerdi, yaz günleri mahalleden. Galvanizli sacdan yapılmış, içi yedi-sekiz üçgen parçaya bölünmüş, konik kapağının üstünde halka şeklinde bir tutamağı olan yuvarlak tepsisi başının üstünde, tepsiyi koymaya yarayan, portatif tahta ayaklığı sağ omzunda, genellikle öğleden sonraları, “Macuncuuuu” diye seslenerek gelir, oyun oynadığımız alana, aramıza sokulurdu. Bizimle hiç ilgilenmiyormuş gibi yapar, ayaklığını kurar, tepsisini yerleştirirdi. Satın almamız için özel bir girişimde bulunmazdı. Biliyordu ki kapağı açtığı anda ortaya çıkacak görüntü hepimizin aklını başından almaya yetecektir. Oyun bir anda kesilir, cezbeye tutulmuş gibi macun tablasının başına yönelirdik. Hangisini anlatsam, kırmızının parlaklığını mı, sarının ışıltısını mı, yeşilin tazeliğini mi? Kapak değil, bir gökkuşağıydı önümüzde açılan, sanki eğilip tablanın altından geçsek, cinsiyet değiştiriverecektik. Bir müddet sessizce, huşu içinde seyrederdik, derken en acelecimizin sesi bizi kendimize getirirdi: “Anneeeee! Para at macun alcam.” Anneler pek yüz vermezdi bu seslenişlere, nadiren atılırdı paralar. Parayı alabilen şanslılar tepsinin başına geçer, ağızlarının suyu aka aka beklerlerdi. Aceleye getirmezdi işi macuncu, malum, her şeyin bir raconu vardır. Önce yontulmuş tahta çubuklardan birini sol eline alır, sağ elinde tuttuğu tornavidayla, her renkli üçgene bir kez dalar, fazla kaçmamasına özen göstererek aldığı macunları çubuğa dolardı. Havada bir kez çevirerek sabırsızlıkla bekleyen çocuğa sunar, sıradakine geçerdi. Biz para koparamayan zavallılara da yutkunarak izlemek düşerdi. Bir Pazar günüydü sanırım, babamın evde olmasından hatırlıyorum, macuncu yine gelmiş, sessiz gösterisini yapıyordu. Benim tüm “Anne para at” seslenişlerim sonuçsuz kalmış, macun yeme arzumsa körelmemişti. Şansımı eve çıkarak denemeye karar verdim. Ailem macun yememe şiddetle karşıydı; pis, mikroplu, sağlıksız olduğunu düşünüyorlardı, kendilerine göre haklıydılar da, ama ben çocuktum ve macunun görüntüsü inanılmaz çekiciydi. Önce annemi denedim; zaten Pazar günü telaşı içinde, çamaşır, temizlik burnundan soluyordu, geri püskürtüldüm. Gazete okuyarak radyodaki uğultulu maç yayınını dinleyen babamı gözüme kestirdim, onu ikna etmek daha kolay olurdu çoğu zaman. Para istedim, sebebini sordu, macun alacağımı duyunca o da “Hayır”ı yapıştırdı. Israr ettim, cevap değişmedi, öyle pis şeylere para vermeyeceğini söyledi. Gelgelelim macun krizim tutmuştu, yemezsem ölecektim, mızıldanmaya başladım, sabırla “Olmaz” dedi. Mızıltım tepinmeye dönüşmüştü ki yanağımda hissettiğim acıyla kendime geldim. Babam, ilk kez kıymetli, biricik kızına tokat atmıştı. Yediğim tokada mı yanayım, yiyemediğim macuna mı, ağlayarak, odaya kapandım. Gelgelelim ne yanağıma inen tokat, ne de alınmayacağı konusundaki kesin tavır macuna olan imkânsız aşkımı köreltmedi. Bugün bile limonlu sarının kokusu, naneli yeşilin ferahlığı, tarçınlı kırmızının baharı zihin mutfağımda kayıtlıdır. Hatta geçen yıl Ramazanda bir büyük alışveriş merkezinde hoşluk olsun diye açılmış nostaljik yiyecek tezgahından koca bir çubuk macun almış ve o kalabalığın içinde utanmadan, büyük bir zevkle yemiştim. Yıllar öncesinin tadını bulabildim mi, o tartışılır ama en azından çocukluk aşkımla yeniden karşılaşmanın buruk zevkini yaşamış oldum.
*Resim: İbrahim BALABAN

12 Haziran 2009 Cuma

FİYONKLU İSTANBUL DÜRBÜNÜ

Gül İrepoğlu'nu bir yazar olarak hiç tanımıyordum. Kitabı almama kapağının çekiciliği ve isminin ilginçliği sebep oldu. İyi ki de almışım, öylesine bir anılar deryasına dalıp gittim ki anlatılamaz. Okuduğum her satır beni çocukluğuma taşıdı. Bende iz bırakan kitaplardan oynadığım oyuncaklara, giydiğim giysilerden yediğim yemeklere kadar ne varsa önümde resmigeçit yaptılar. "Halime" romanı örneğin, defalarca okuduğum, üzerine hayaller kurduğum, hala kitaplığımda saklı duran kitap. Yazar içindeki resimlerden birini eklemiş ilgili bölüme, neredeyse ağlayacaktım görünce. Bunca yıldır bir Allah kulundan ne adını, ne bahsini duymuştum oysa. Yine bir başka bölümde kağıttan kesilip üzerine yine kağıttan giysiler giydirilen bebeklerden bahsediyor ki, aynı bebekle yıllar yılı oynadım. Çocukluğunun geçtiği köşkü ve köşkün bahçesinde oynadığı oyunları anlatıyor, hemen kendi çocukluğuma dönüp yaz tatillerimi geçirdiğim büyük teyzemin bahçesine gittim, kocaman elma ağaçlarının koyu gölgesinde geçen dingin yaz öğleden sonralarının tadına doyulmaz sohbetlerini özledim, ağaçlara tırmandım, elim yüzüm meyve yemekten kirlendi, oyun oynarken parmağıma vurduğum kocaman taşın düşmesine neden olduğu tırnağımın dibi sızladı sanki o günü yaşarmış gibi. Giysilerimi hatırladım; basenden kloş etekli elbiselerimi, volanlı kollu bluzlarımı, kareli pantolonlarımı, sipsivri ve upuzun yakalı gömleklerimi, kırmızı-beyaz puanlı, küt burunlu ilk topuklu ayakkabılarımı. Hasılı Gül İrepoğlu beni çocukluğumun o eşsiz dünyasına aldı götürdü.
Eğer yaşınız 40 ın üstündeyse bu kitabı okuyun derim, kendinizden mutlaka birşeyler bulacaksınız. Yok daha küçükseniz yine de okuyun, okuyun ki bir kuşak önceniz nelerle mutlu olmuş bilesiniz.
FİYONKLU İSTANBUL DÜRBÜNÜ-GÜL İREPOĞLU
Doğan Kitap/2009 320 sayfa Anı/Roman
Ek: Fotoğrafta kitabın yanında görülen küçük yeşil köpek de 20 yıl sonra bir kutudan tesadüfen çıkan bir çocukluk anısıdır...

11 Haziran 2009 Perşembe

KAATI SERGİSİ

Ankara'ya geldim ve ayağımın tozuyla bir güne iki etkinlik sığdırıverdim. İlki "Vakıf Eserleri Müzesi"ndeki "Kaatı Sergisi", ikincisi ise bugün başlayan "Kale Festivali". İkinciyi geçelim, daha öncekilerden pek farkı yoktu, aynı standlar, aynı mekanlar, aynı curcuna yani bir yenilik görmedim ama "Kaatı Sergisi" için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. İtiraf edeyim, geleneksel sanatlara bu kadar meraklı biri olarak yalnızca adını duymuştum, bir de kağıt keserek yapıldığını ama bu biçimde meydana getirilmiş tek bir eser bile görmemiştim. Sevgili Gülen blogunda sözünü etmişti, ben görmek için istekli olunca yer konusunda yardımcı oldu sağolsun, bana da gidip sergiyi gezmek kaldı. İyiki de gitmişim, hem bu güzel eserleri görmüş, hem de "Kaatı Sanatı" konusunda bilgilenmiş oldum. Bu sanat en basit anlatımıyla kağıtların kretuvar denilen falçata benzeri bir tür keskin bıçakla oyulup tek kat, katmerli ya da erkek-dişi denilen usulle tercihan ebru kağıtları üstünde düzenlenmesi şeklinde anlatılabilir. Aşağıda sergideki çalışmalardan fotoğraflar görebilirsiniz.

Fotoğrafta görülen Melike hanımla da tanıştık sergide ve onun önerisiyle müzenin ikinci katında sergilenen, bu sanata ait en eski eser olan "Mehmet Selim Divanı"nı gördük. Vitrindeki eser kağıttan kesilmiş çeşit çeşit çiçeklerin buket haline getirilip kağıdın üstüne yerleştirimesiyle oluşmuştu.
Nergisler, karanfiller, sümbüller, güller en küçük kıvrımları ihmal edilmeksizin minyatür boyutlarda kesilip düzenlenmiş ve insanı şaşırtan bir başyapıta dönüşmüş, bize de yıllar önce bu eseri yaratan eşsiz sanatçının ruhuna takdir duygularımızı yollamaktan başka yapacak birşey kalmamıştı.

Sergi güzeldi, sergideki çalışmalar güzeldi, müzenin diğer bölümlerinde gördüğümüz vakıf eseleri de izlenmeye değerdi. Beni "Kaatı Sanatı"ndan ve bu sergiden haberdar eden "okuyamazsın" Gülen'e tekrar teşekkürlerimi yolluyorum.








10 Haziran 2009 Çarşamba

GÖZLERİNİZ NE RENK?


"Gözleriniz ne renk?" Herhalde bir bankada müşteri temsilcisinin sorabileceği en son soru bu olmalıdır ama bazen benim gibi boş bulunup cevap verme gafletine bile düşebiliyorsunuz. Geçenlerde kullanım süresi dolduğu için bankamatik tarafından el konulan ve uzun zaman geçtiği halde bir türlü yenilenmeyen banka kartımın akibetini öğrenmek için bol reklamlı ve ünlü bir bankanın şubelerinden birine gittim. O gün çok yorgun ve hastaydım, yüzümüm solgunluğunu ve gözlerimin şişliğini göstermemek için kocaman güneş gözlüğümün arkasına saklanmıştım ve şubeye girerken de bu nedenle çıkarmadım. Beni genç bir bayan olan ilgili müşteri temsilcisine yönlendirdiler. Hayli samimi bir yaklaşımı olan ve önceden tanışıyormuşuz gibi senli benli konuşan görevliye halimi arzettim. "Bakalım" dedi ve bilgisayarının ekranına döndü. Lakin dönüp dönüp bana bakmaktan bir türlü işine konsantre olamıyordu. Sonunda aramızda yukarıdaki soruyla başlayan bir dialog gelişti:


M.T.: Gözleriniz ne renk?
Şaşkın ve boş bulunmuş durumdaki ben: Kahverengiiiii
(Çok komik belki ama, bu soruyu ilk anda güvenlik nedeniyle soruluyor sanıp hemen cevapladım.)
M.T.: E, o zaman niye içerde güneş gözlüğü takıyorsunuz?
Daha şaşkın ve daha boş bulunmuş durumdaki ben: Yorgunum ve gözlerim şiş.
(Sanki açıklamak zorundayım)
M.T.: Ay ben karşımdakinin gözlerine bakmadan konuşamam da, çıkarsanız gözlüğü.
Şaşkınlıktan kızgınlığa doğru yol alan ben: Eh, demek ki otistik değilsiniz.
M.T.: O ne demeek, geri zekalı gibi birşey mi?
Evet dememek için kendini zor tutan ben: Hayır, bir çeşit sosyal etkileşim bozukluğu, otistik kişiler karşısındakiyle göz temasına girmezler diye duymuştum.
M.T.: İyi o zaman değilmişim.

O tekrar bilgisayara eğilmişken eşim gelip oturduğum koltuğun arkasına durdu. Müşteri temsilcisi kızımız anında eşime doğru "Ne istemiştiniz?" anlamında bir bakış atınca açıklamak gereği duydum: "Müşteri değil, eşim"
Cevap şu oldu: "O zaman söyleyin de başınızda dikilmesin. Ben biriyle konuşurken bir başkası arkasında dikilirse rahatsız olurum da.'
Pessss!..

Yapmam gereken şey şube müdürüne gidip "Banka Çalışanlarıyla İletişim Kurma Kuralları" diye bir afiş hazırlatıp görünür bir yere asılmasını istemek olmalıydı ama "Lahavle" çekip bankadan ayrılmaktan başka birşey yapamadım.
Haa, merak ediyorsanız Banka Kartı sorunum çözülmedi...

ÖZLEMİŞİM...

9 Haziran 2009 Salı

HER GÖREN AĞLADI, KALBİNİ BAĞLADI ANKARA KIZLARINA

Başlık "Ankara'nın Taşına Bak", "Ankara Ankara, Güzel Ankara" ya da herhangi başka bir şarkı adı olabilirdi ama ille de bunu seçtim, maksat eski bir Ankara kızı olarak kendime pay çıkarmak:)

Anlaşıldığı gibi dün geceyarısından beri Ankara'dayım. Bu şehre her geliş coşku verir bana; dört yıldır, annemi gittiğim evde bulamayacağım için bu coşkuya ince bir hüzün eşlik etse de... Sabaha karşı altgeçidin o bildik sarı ışıklarıyla gözümü açıp, Kızılay'ın yeşile boyalı discovari ağaçlarını da farkedince aynı duyguları uyku mahmurluğumun arasında bile yaşadım. Hayatımın her dönemi Ankara girişlerinde benzer şeyler yaşatmıştır bana. Çocukken genellikle Konya yolundan olurdu gelişimiz. Gölbaşından sonra ışıklar parlamaya başlardı; "Ankara'nın Dost Işıkları" derdim onlara ve ossaat mutluluk gelip otururdu yüreğime. Evlenip Antalya'ya taşınınca göstergem Polatlı'dan sonra sağlı sollu uzanan şeker pancarı tarlaları oldu. Sabahın erken saatlerinde, kapalı camlara karşın içimde hissettiğim toprak kokusu ve yağmurlama usuluyle sulanan tarlalardan pancarlara değil de adeta ruhuma düşen damlacıklar "Yaklaştık" derdi bana.

Bir şehri sevmek bu olsa gerek; yaşlanıp çirkinleşse de, huyu değişse de, zaman zaman yapılan estetikler doğallığını kaybettirip anlamını bozsa da, hatta kendine beceriksiz bir vasi tayin edilip istemediği davranışlara sürüklense de sevilen bir kadın gibi Ankara. Kimbilir, belki de bir şehri yaşanılır kılan anılardır.

Başka yerlerde yaşasam da yine de bana ait olan şehrime HOŞGELDİM...

8 Haziran 2009 Pazartesi

YOLCUDUR ABBAS, BAĞLASAN DURMAZ

"........
Yolculuk musun, öyleyse içeriye gir;
Gök bir ip midir, kuşlar kaç boğum?
Yüzümün yerinde bulut...
Çoktanberidir..."

Hilmi Yavuz


7 Haziran 2009 Pazar

IN BRUGES

Toparlanmaktayım, yazı geçirmek üzere Ankara yolu göründü ama yol hazırlığından o kadar sıkılıyorum ki kaytarmak için sürekli bahaneler üretiyorum. Epeydir izlemediğim için birikmiş DVD'leri giderayak izlemek istiyorum. Biraz çanta toparlıyorum örneğin sonra oturup bir film izliyorum, çamaşırları makineye atıyorum, filme devam ediyorum. En son ütü masasını ekranın başına kurup ütü yaparken filmi sonlandırıyorum. Alt yazılı filmlerde biraz zor olsa da alıştım giderek. Son parti ütülenecekler "IN BRUGES" i izlerken elden çıkarıldı.

Afişten anlaşılacağı gibi silahların bol olduğu bir film ama ne gerilim diyebiliyorum filmin konusu için, ne cinayet, ne dram. İlginç birşey, kimi zaman aşırı derecede gerilirken kimi zaman akıllıca yapılmış esprilere ya da yüzdeki bir mimiğe kahkahalarla gülebiliyorsunuz. Kimi zaman deli gibi hüzünlenip kimi zaman şaşırıyorsunuz. Filmde yok yok; vicdan azabı çeken, onurlu, dindar ve estetik zevki olan kiralık katiller, prensip sahibi mafia reisleri, dolandırmak istediği kişiye aşık olan genç kızlar, otelinde kalan kiralık katili korumak için kendini siper eden hamile kadınlar, cüceler ve bütün bunlara fonda eşlik eden olağanüstü Bruj (Bruges) görüntüleri.

Filmin üç ana oyuncusundan kalın, kara, komik kaşlarıyla Colin Farrell muhteşem bir oyun çıkartmış. Arkadaşı rolündeki Brendan Glesson'un da ondan kalır yeri yok. Filmin bonusu ise ikinci yarıda perdede görünen Ralph Fiennes. "İngiliz Hasta"da izlediğimden beri hastası olduğum bu aktör için herhangi birşey söylemeyi gereksiz buluyorum.

Tüm yukarda saydığım olumsuz faktörlere ve hayli bel altı diyaloglara rağmen filmin şaşırtıcı ve ince bir ahlak anlayışı var. Ben çok beğendim ama yine de çocuklarınızla birlikte izlemeyin derim.

6 Haziran 2009 Cumartesi

FÜRUZAN


Son günlerde elimden düşmeyen kitaptan sözetmek istiyorum, en sevdiğim yazarın yaşam öyküsü: "Füruzan Diye Bir Öykü". Yazar Füruzan lise son sınıfta, ilk kitabı "Parasız Yatılı"yı okurken hayatıma girdi ve bir daha hiç çıkmadı. Son günlerde yeni birşeyler yazıp yayınlatmasa da o her zaman benim için bir numara, Türkiye'nin en iyi öykücülerinden biri hatta biraz daha ileri gideyim en iyi öykücüsü olduğunu düşünürüm. "Parasız Yatılı" kitabında yer alan öykülerden "Edirne'nin Köprüleri" bugüne kadar okuduğum en güzel öykülerden biri ve bende en çok iz bırakanıdır. "Hala Adile" gibi bir karakteri yaratmak nasıl bir gözlem ve düş gücünü gerektirir hayal bile edemiyorum ve ne yalan söyleyeyim çok imreniyorum. O öyküyü kendimin yazabilmiş olmasını nasıl isterdim.
Okuduğum kitap yazarla yapılan görüşmeler sonucunda Faruk Şüyun tarafından hazırlanmış. Sevdiğiniz birinin iç dünyasına girmek, onu olgunlaştıran, yetkinleştiren süreçleri izlemek, hakkında daha fazla şey öğrenmek çok hoş . Bu sayede yeni bir kitabını okuyamasam da yaşam öyküsünü okudum, bir süre idare eder diyebiliyorum.
Füruzan ile ve onun yazınıyla henüz tanışmadıysanız "Edirne'nin Köprüleri" ile başlamanızı öneririm. Pişman olmayacaksınız.

HOŞGELDİM

Nihayet bir blogum oldu. epeydir niyetliydim, kısmet yaz başlangıcındaki bu sıcak Cumartesi gününe imiş. En sevdiğim ama hep hasretini çektiğim çiçeğin adını seçtim; leylak. Dilerim leylak güzelliğinde dostlar kazandırır bu blog bana.

İlk yazımı çok sevdiğim bir şairden, Ataol Behramoğlu'dan dizelerle sonlandırayım:

"Dostları özlemle kucaklamayı unutma
Çocuk sevmeyi, çiçek koklamayı unutma
En zorlu anındayken bile kavganın
Gökyüzüne bakmayı unutma..."

(Başlıkta yer alan güzelim leylak fotoğrafı için sevgili Sevim Orhan'a teşekkürler.)