.

.
.

16 Aralık 2017 Cumartesi

HAFTA SONU YAZISI

Yılın son iki ayında sinema salonunda film izleme katsayımızda önemli bir artış oldu, haftada bir, hatta bazen iki filmle kendi rekorumuzu kırmış bulunuyoruz. Dün sabah da vizyona yeni giren bir şey var mıdır diye kurcalarken en ilginç seçenek "The Party" olarak göründü gözüme, haydi bakalım düştük yola. 


İngiliz yapımı, siyah-beyaz çekilmiş, tuhaf karakterlerin yer aldığı, kendi de tuhaf bir filmdi "The Party". Oyuncular gerçekten mi sevimsiz, yoksa film için özel olarak mı sevimsizleştirilmişti bilemedim. Tanıtımında dram-komedi olarak geçiyor ama ne ağlamak, ne de gülmek geldi içimden. Film bir saatten biraz fazla sürüyor, zaten filme konu olan olayın süresi de o kadar, tek mekan, afişte görülen kadar karakter. Filmden ziyade tiyatro oyununa yakışan bir konu, bol dialog, az aksiyon. Afişte beyaz ceketli, sevimsiz kocasının omzuna elini atmış olan kişi Janet. İngiliz muhalefet partisinin gölge kabinesine sağlık bakanı olarak atanmış ve bunu kutlamak için evinde en yakın arkadaşlarına parti hazırlığı içindedir. Film başladığında onu mutfakta, bir yandan kutlama telefonlarına cevap verir, bir yandan yiyecek bir şeyler hazırlarken görürüz. Saçı-sakalı birbirine karışmış kocası Bill ise salonda yarı ölü bir vaziyette oturmuş pikaba koyduğu plakları dinlemektedir. Derken ardarda kapı çalınır, önce sarışın April ve kocası yaşam koçu Gottfried, ardından lezbiyen bir çift olan Martha ile Jinny gelir. Herkesin vermek istediği bir sürpriz haber vardır ama güzel Marianne ile yakışıklı kocası bankacı Tom beklenmektedir. Çok geçmeden kapıda perişan bir halde Tom belirir ve Marianne'ın gecikeceğini söyler ama tavırları çok tuhaftır. Kendini banyoya kapatır, gizliden kokain çeker, kolunun altındaki kemerde duran tabancayı kararsız hareketlerle kontrol eder, bir nevi sarhoş gibidir. Tüm bunlar olup biterken Jinny üçüz bebeklere hamile olduğunu açıklar, tüp bebek yoluyla hamile kalmıştır, sürekli midesi bulanır. Banyoya bir o, bir Tom dalıp dalıp çıkarlar. Yaşam koçu Gottfried yarı ölü durumda koltuğa yayılmış Bill'e hayat dersleri verip bu kadar güzel bir kadının kocası olduğu için çok mutlu olduğunu açıklarken, karısı April mutfakta Janet'e boşanmak istediğini söylemektedir. Janet ise sevgilisinden gelen telefon mesajlarına cevap yazmaktan April'e pek kulak vermez. Derken tam şampanya servisi yapılacağı sırada Bill ölümcül bir hastalığa yakalandığını, çok az ömrü kaldığını açıklar. Tüm ilgi bir anda Bill'e yönelir, kutlamanın amacı sapar, olay yasa dönüşür, Janet sevgilisine mesaj atıp kocasının ölmek üzere olduğunu, ilişkiyi bitirmek istediğini bildirir. Derken Tom odaya dalıp ikinci bombayı patlatır, karısı Marianne ile Bill'in arasında iki yıldır süren bir ilişki vardır. Kocasına üzülüp sevgilisinden ayrılmayı planlayan Janet çıldırır, az evvel ömrünü adamaya karar verdiği adamı tokatlamaya başlar. O sırada geçmiş deşilirken Bill ile Martha arasındaki eski ilişki ortaya çıkar, Jinny çıldırıp doğurmaktan vazgeçmeye kalkar. Tüm bunlara şahit olan April ile Gottfried boşanmaktan cayar. Ayyyyy, içiniz şişti değil mi, halbuki daha olayların devamı ve sürprizli bir sonu vardı ama ben bile sıkıldım yahu. Bereket filmin süresi kısaydı da hepten bunalmadık. Toplam 8 kişiydik zaten izleyen, kimse gülmedi ama telefonunu kurcalayan vardı. Önümdeki sırada oturan çiftin erkek olanı da bacaklarını öndeki koltuğa uzatarak milletin kafasının değdiği yere koca postallarının izini çıkardı, salon babasının çiftliğe ya normaldir. Sonuçta bunalmış halde çıktık salondan. Yemek yemeğe gitmeden önce tuvalete uğradım, tuvaletler berbat durumdaydı, temizlikçi kadınla ayaküstü insanların pisliği üzerine küçük bir dedikodu yaptık, zaten postallı herife bilenmiştim. Tam çıkarken dağ adamı Yeti gibi bol kıllı bir arkadaş tuvalete doğru hamle etti, uyarmasam kadınlar tuvaletine dalıp mahcup olacaktı. İnsanlık namına olumlu bir puan almış oldum böylece 😀

Yemek katında parıltıdan gözlerim yandı. Tipleri İran ya da Pakistanlıya benzeyen ve o tarz bir dil konuşan birtakım kadınların hepsinin giysileri istisnasız pullu ve payetli idi. Hele yanımdaki masada yemek yiyen birinin ayakkabıları simli, kot pantolonu inci işlemeli, hırkasının kolları silme payetli, bandanası dore ve elindeki telefonun ayı şeklindeki kılıfının kulakları da parlak taşlarla kaplıydı. Tepeden vuran ışıkla kristal avize gibi parlamaktaydı maşallah.  Işıl ışıl yedik yemeğimizi. Yemek sonrası eşim terasta sigarasını tellendirirken ben de D&R'da ne var ne yok bakmaya gittim. Çok Satanlar rafında şunlar vardı:


Öyle sanıyorum ki kitap kapaklarında panda kullanmak moda ya da yayınevi sahibi panda seviyor. Ç.ağrı Taner isimli arkadaşımızın yazdığı "Hüzünlü Bir Ponçik" ile C.aner Yaman arkadaşımızın yazdığı "Güzel Kaybettik" isimli yüksek edebiyat ürünü eserlere pandalı kapaklar uygun görülmüştü. Çok satanlar rafını onurlandırdıklarını görünce merak edip karıştırdım, içinde panda yoktu şükür, ergen hatıra defteri kıvamındaydı, bıraktım yerine "Hayırlı olsun" diyerek. Ne söyleyim ki, yayınevi kendine söylemiş zaten "Hayy Kitap!" "Beyaz Zambaklar Ülkesi"ne duyulan bu ani ilgi de bir garip, hatırladığım kadarıyla orta son ya da lise birde okumuştum kendisini, şimdi kimler okuyor ki?


Bu da diğer çok satanlar rafı, Ayşe Kulin ile Dan Brown'u anladık da "Beni Neden Sevmedin" ne yav, o da bir "Hayy Kitap". Bilen var mı, bu yayınevi Doğan Yayıncılık'ın yan ürünü falan mı? Onca telefon, onca istek, hatta onca didişmeye rağmen benim kitabımı getirme zahmetine katlanmadılar ama Pandalar , Hüzünlü Ponçikler ve Hayy Kitap, peh! Ver coşkuyu 😀

Az evvel kuaförden geldim, saçımı boyatma işkencesinden. Saçlarının rengi açılmaktan yanıp bulaşık teline dönmüş esmer kadınlar vardı, onların yanında çikolata kahveye boyanan saçlarımla pek sıradan kaldım (!). O kadınlardan biri diğerine "Hayat çok üzülecek kadar uzun değil" dedi. Günlük aforizmamı aldıktan sonra markete uğradım, reyonlar arasında dolaşırken adamın biri indirime girdiği için ayçiçek yağı almamı tavsiye etti, görevli falan değil, müşteri. "Ayçiçek yağı kullanmıyorum" diyerek ilerliyordum, kızartmada kullandığını belirtti. "Kızartma yapmıyoruz biz" dedim, "Biz de çocuklara yapıyoruz" dedi. "Bizde küçük çocuk yok efendim" diyerek uzaklaşmak için hamle yaptım, patatesi haşlayarak yediğini söyledi, küçük küçük patatesleri haşlıyor ve bir lokmada yutuyormuş, söylemedi bir de dramatize etti, elleriyle patates tutar gibi yapıp ağzını açarak. Allahım yarabbim, niye bana yolluyorsun bu meczupları, paratoner miyim neyim, çekiyor muyum, kişt kişt, açılın yahu...

Ooo bir sürü yazmışım, gidiyorum ben, yarın yazmam artık, iki günlük olsun bu yazı, idare edin. Haydi bakalım, şapşallara denk gelmediğiniz hafta sonları geçirin...


3 yorum:

  1. :) Ahahahahahah adam nasıl dertlenmişse patates olayına sana anlatmak istemiş demek ki...

    YanıtlaSil
  2. Filmin afişi bile sıkıcı görünüyor, ben dayanamazdım sanırım. Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabı öğretmenlik okuyacak kişilere son zamanlarda sıkça öneriliyor ve hatta bazen de zorla okutuluyor, belki bunun bir etkisi olabilir ama çok sevdiğim, değer görmeyi hak ettiğini düşündüğüm kitaplardan biri. Eğlenceli bir yazı olmuş, bilgilendirmeler için teşekkürler :)

    YanıtlaSil
  3. o hüzünlü bir ponçik instagram kullandığım dönem sürekli karşıma çıkardı. takip etmem için.
    Şimdi de D&R'da çıkmış , ne güzel aforizmalardan kitap yazmaya geçmek.
    Tebrik ederim valla.

    O patatesçi teyze bence evde canı sıkılmış , patatesler hakkındaki fikirleri marketlerde beyan etmek üzere dışarı çıkmış gibi. :)

    YanıtlaSil