.

.
.

18 Mart 2014 Salı

GÜNEŞ, SIKINTI, ÇOCUKLUK, SEKSEK, ANILAR, SİMON&GARFUNKEL VS VS


Görsel: Buradan


Dışarda parıldak bir güneş ve çok sıcak olmasa da sıkıntılı yaz öğleden sonralarını hatırlatan bir hava var. Antalya, insanı nemden ve terden boğacak bir yazın müjdesini veriyor sanki. Ergenlikteki yaz tatillerimde gibi hissettim bugün kendimi, aylaklığın ilk coşkusu geçmiş, hafiften sıkılma emareleri başlamış. Az evvel bir film izledim, filme değil altyazı tercümelerine güldüm. Kendilerini terkedip sevgilisinin evine giden kocanın ardından 3 oğlunu da kapıp gelen kadın "bunu unutmuşsun" diyerek otomobil anahtarını adama uzatır ve çocuklarına dönerek "artık arabamız yok, İETT ile gitmeye alışacaksınız" der. Sonra da "gelin balalarım" diyerek gitmek için çekiştirir oğlanları. Film Danimarkalı bir yönetmene ait, birkaç ülkenin ortak yapımı bu arada. Muhtemelen Danimarka'da İstanbul otobüslerinin özlemi çekilmekte, kadın-yani Uma Thurmann da-Azeri kökenli olsa gerek :) 

Film bitince çok sıkıldım, yaz tatilleri oradan geldi aklıma. Kitabı elime alıp bıraktım, mutfağa gittim yemek yaptım gönülsüzce, TV'yi açtım kapattım, Candy Crush'ta bir-iki şeker patlatıp usandım, aç olmadığım halde tost yapıp yedim. Bir türlü bunaltım geçmedi, 3 Hürel'in albümünü koydum, "Hoptirinom tiri tiri nom" diye başlayınca Yenimahalle günleri geçti gözümün önünden. Yaşları birbirine yakın epeyce yeni yetme genç kız vardı Babil Kulesi'ne benzeyen apartmanımızda. Yazları bir komün oluşurdu sanki binada, aynı ortak balkona açılan sokak kapıları hiç kapanmaz, herkes birbirinin evine teklifsizce girip çıkardı. Bir çocuğun büyümesi için en ideal yapıydı orası; sitenin bloklarının bitiminde neredeyse sonsuza kadar uzanan yemyeşil kırlar, önde, arkada, yanlarda kocaman bahçeler, balkon altları, merdiven sahanlıkları, arka bahçenin betonla kaplanmış bölümü, kömürlüğe inen basamaklar, giriş kapısına çıkan merdivenler ve merdivenlerin bitimindeki geniş alan ve hatta üzerinde kocaman bir ölüm tehlikesi işareti olan trafonun önündeki yükselti;  hepsi oyun oynamak için emrimize amadeydi. Yine de sıkılırdık, özellikle sıcak öğle sonları, zaman kuruması için ipe asılmış bir çamaşırdan ağır ağır düşen damlalar gibi tıptıplar, ikindi üstlerinin oyun oynamaya en uygun ferah saatleri bir türlü gelmek bilmezdi. Okul tatil olup karneler evdekilerin gözüne sokulur sokulmaz başlanmış bir elişi de bizim elimize tutuşturulurdu. Hanım kızlar nakış işlerdi, halen annemin evinde oradan buradan çıkan yarım kalmış çiniğnesi örtüler, ipek ibrişimle çam motifi işlenmiş tülişleri, çarpı işi mutfak bezleri, orlon lifler o sıkıntılı yaz öğleden sonralarından kalmadır. Hiçbiri tamama eremedi ne yazık ki, el kadar kauçuk toplarla "bir-ki üç buçuk" oynamanın, arsada çift ip atlamanın, kukalı saklambaçta ebe olmanın ve deliler gibi yakar top koşturmalarının dayanılmaz cazibesine galip gelemedi. Ama işte o uzun öğle sonları geçmezdi bir türlü. Uzandığım ve hükümranlık alanım ilan ettiğim küçücük somyada İlçe Halk Kütüphanesi'nden günaşırı aldığım kitaplardan sıkılınca balkona atardım kendimi. "Deli Bardakçı" geçerdi mutlaka kaldırımdan şarkı söyleyerek. Haftada iki gün kurulan semt pazarının girişindeki küçük tezgahta çay bardakları satardı esmer, bıyıklı, genç denecek yaştaki bu adam. Kara sevdaya tutulup aklını yitirdiğini söylerdi büyükler-daha ziyade anneler-"Deli Bardakçı" lâkabı bu nedenle idi. Birine aşık olmanın nasıl insanı delirtebileceğini düşünüp romantik, platonik hayaller kurardık apartman kızlarıyla. Çok sıkılırdık, oflar poflardık. Bir değişiklik olsun isterdik monoton hayatımızda. Bir gün Sema'nın kedisi Duman öldü. Cenaze töreni yaptık küçük kediye, üzücüydü ama değişiklikti işte. Bir kutuya koyduk ve ardarda dizilerek götürüp şantiyenin bahçesine gömdük. Şantiyede çılgınlar gibi açan papatya ve gelinciklerden bir demet yapıp küçük mezara bıraktık. Duman'ın toprağa karışmış minyon kemiklerinin üstünde şimdi apartmanlar yükseliyor. 

Sonra Serpil geldi Isparta'dan, üst kattaki komşumuz Şengül ablanın kızkardeşi, yaşıtımızdı. Rüzgarda savrulan uzun, güzel saçlarıyla birlikte hayatımıza da bir değişik esinti getirdi. Upuzun ortak balkona veya bahçedeki merdiven altına tebeşirle ya da bir kırık çömlek parçasıyla çiziktirdiğimiz çizgilerin üstünde ondan öğrendiğimiz ve "Isparta çizgisi" adını taktığımız bir tür seksek oyunu oynuyorduk artık. Taşra başşehire canlılık getirmişti. Serpil'i sevdik ve benimsedik, küçük yüzüne yakışan güzel saçlarına hayran olduk, yeni meşhur olan "Samanyolu" şarkısını günlerce birlikte söyledik ve Isparta'ya dönüşüne pek üzüldük. 

Akşamları ortak balkona açılan kapılardan birinin önüne toplaşır "Ankara İl Radyosu"nun istek programlarını dinlerdik. "Simon&Garfunkel"di favorim, hele de "El Condor Pasa" çıkarsa bahtıma değmeyin keyfimeydi. TV yok, bilgisayar yok, hatta teyp-pikap bile yoktu evde ama mutluyduk, sıkılsak da mutluyduk. Sıkıntıyla geçen saatler sonraki keyifli saatlerin keyfini arttırırdı. Radyo çocuklarıydık biz; "Beraber ve Solo Şarkılar"la, "Yurttan Sesler" korolarıyla, saat 18.00 reklam programlarıyla-favorim "Alpay'la Randevu" idi-"Mikrofonda Tiyatro"larla büyüdük. Ondandır belki hala devam eden naifliğimiz. Ne dersiniz "El Condor Pasa" dinleyelim mi "Simon&Garfunkel"den:



10 yorum:

  1. Ne kadar çok ortak anılar(benden çok genç olmana rağmen). Oyunlar, müzikler..
    Alında ne zengin bir çocukluğumuz varmış. Yaratıcılığımızı, hayal gücümüzü ve kanaatkâr oluşumuzu buna borçluyuz bence.

    Seviyorum seni

    (bi de; o tercümede "etme-eyleme" diye bir yalvarış vardı :) )

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben de seni seviyorum, senden çok genç de değilim :)

      Sil
  2. Mikrofonda tiyatro, arkası yarın... Bunların yanında ne çok tiyatroya giderdik annemle... Şimdi diziler diziler.. Gerçi ben çok azalttım ama. TV de film bile kalmadı.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bu sene sıfır diziyle devam ediyorum Mihribancım, TV nin bile tadı kalmadı...

      Sil
  3. iyiki varsın leylağım
    seni okumak bir zevk
    öptüm seni

    YanıtlaSil